Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM GENEL.::. > Edebiyat > Makale ve Köşe Yazıları

Konu Kimliği: Konu Sahibi muhsin iyi,Açılış Tarihi:  20 Mart 2012 (20:32), Konuya Son Cevap : 26 Mart 2012 (18:53). Konuya 10 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 26 Mart 2012, 18:53   Mesaj No:11
Medineweb Üyesi
Avatar Otomotik
Durumu:muhsin iyi isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 14028
Üyelik T.: 30 Temmuz 2011
Arkadaşları:5
Cinsiyet:
Mesaj: 143
Konular: 88
Beğenildi:29
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Vahdet-i Vücut (Vücudun Birliği), Vahdet-i Şuhut (Şahit Olunan Birlik), Fenafi

Vahdet-i Vücut (Vücut Birliği), Vahdet-i Şuhut (Şahit Olunan Birlik), Fenafillâh (2)

Duygu ve coşkular sonuçta düşüncelere dayanır. İlahi bir sarhoşluk ve muhabbet hali (duygusu, coşkusu) ile sofilerin ağzından çıkan çoğu görünüşte şeriata ters düşen ve onunla çatışan sözler, böyle düşünsel bir temelden kaynaklanamaz mı?
Duygu ve coşkular sabun köpüğü gibidir. Dışarıdan bakan onun bir şekle ve cisme sahip olduğunu düşünür, ama onlar ele avuca girdi mi yok olurlar. Yani duygu ve coşkuları bir düşünce kalıbına sokmaya çalıştığımızda onlar bir anda sönerler. Tabii duygu ve coşkular bir düşünsel temelden kaynaklanır. Ama bu düşünsel temeli ararken duygu ve coşkulardan hareket etmek doğru değildir. Bu insanı yanlış yargılara götürebilir. Örneğin Hallac-ı Mansur’un ‘Enel-Hak (Ben Hakkım)’ sözü, bir tasavvufi coşkunlukla ve muhabbetle söylenmiştir. Buradaki coşku ve duygu Allah’ın el-Hak güzel isminin kendi üzerinde tecelli ettiğidir. Şimdi bizler onun bu duygu ve coşkusunu temel alıp onu böyle bir düşünce ve mantık kalıbına koyduğumuzda Hallac-ı Mansur’un ilahlık davasında olduğunu düşünebiliriz. Onu haksız yere mahkûm ederiz. Nitekim devrinde de mübareği bu sözüyle mahkûm edip ilgili sözü şeriata uygun bulmadıkları için kanına girmişlerdir. Hâlbuki günde bin rekât nafile namaz kılan, ilgili sözü nedeniyle hapsedildiğinde ayağındaki ve kollarındaki zincirlerin tazyiki yüzünden ancak günde beş yüz rekât nafile namaz kılabilen Hallac-ı Mansur, böyle bir düşünceden, iddiadan uzaktır. Ama dedik ki, duygu ve coşkular, bir düşünsel temelden kaynaklanır. Öyle ise Hallac-ı Mansur’u bu sözü söyletmeye sevk eden düşünce temeli nedir? Evet, bu o kadar zor bir soru değildir. Görünmesi, anlaşılması güçlük arz eden karmaşık bir konu da değildir. Köpüğü ele avuca alamayız ama onun su ve sabundan kaynaklandığını hemen biliriz. Sabunu bilmeyen bir çocuk köpüğe bakıp da onun su ve sabundan kaynaklandığını hiçbir zaman anlayamayacaktır. Çünkü köpüğün ne suyla ne sabunla görünüşte bir ilgisi ve yakınlığı bulunmamaktadır. Bizler sofilerin rabıtanın ve zikrin, tabii en başta ‘Allah’ ve ‘La- ilahe illallah’ kelimelerinin zikirlerinin etkisiyle tasavvufi haller, hususiyle vahdet-i vücut halini yaşamakta olduğunu biliyoruz. Eldeki sabunun suyla teması neticesinde köpüğün oluşması kadar açık, gözler önünde olan bir gerçektir bu. Çünkü bu yol tevhit akidesiyle başlıyor, tevhit akidesinin derinleştirilmesi ile de ilerliyor. Bu yolun içerisindeki, dışındaki herkes de bu gerçeği bilmektedirler.

Bütün tasavvufi haller, hususiyle vahdet-i vücut hali temelini tevhit akidesinden alır: ‘La ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur).’ Sofi la ilahe (ilah yoktur) kazmasıyla nefsini, varlık âlemini deşmeye, yok etmeye çalışır. Çünkü bunlar Allah’ın ‘Ol!’ emri ile yokluktan yarattığı varlıklardır. Sofinin de Allah’a ulaşmasını engelleyen masivalardır. Sofi bu engelleri kaldırdıkça Allah’ın varlığını ispat etmiş (illallah) olur. Öyle bir dereceye gelir ki, ilahi bir sarhoşluk ve muhabbet eseri ağzından bazı şeriata ters düşen sözler dökülmeye başlayabilir. İşte örneğini verdiğimiz Hallac-ı Mansur’un ‘Enel-Hak (Ben Hakkım)’ sözü bu kabildendir. Bu sözle ilahlık (benlik) davası değil, bilakis ilahi sarhoşluk ve muhabbetin eseri olarak benliğini Allah’ta (El-Hak) yok etmiş bir kişinin kendisinden (nefsinden) geriye bir şey kalmadığı ve tıpkı kendisini ateşte yakan kelebekler misali eriyip kaybolduğu, yok olduğu ifade edilmektedir. Tabii her fedakârlık bir dava için yapılır. Bir şeyi ispat içindir. Kendini (nefsini) Allah’ın el-Hak güzel ismini ispat için yapılan fedakârlığın ve davanın temeli de apaçıktır ki ‘La ilahe illallahtır (Allah’tan başka ilah yoktur).’ Çünkü davanın amacı, davanın bayrağında, temel taşlarında az çok işaret edilir. Hallac-ı Mansur’un ilgili sözü tevhid-i zat (vahdet-i vücut) hali için klasik bir örnektir. Tevhid-i zat Allah’ın zat veya güzel isimlerinin kulda tecelli ettiği duygu ve coşkusunun mahsulü olarak meydana gelir. Tasavvufta çok ileri bir hal olduğu için onu sıradan bir insan olarak anlayabilmemiz mümkün görünmemektedir. Ancak çok uzak ve biraz da ilgisiz bir örnek olarak şunu verebiliriz: Bir küçük çocuk, babası yeni bir araba alınca, ailenin tüm bireylerinin sevincini daha bir coşkun ve duygusal boyutta yaşayabilir. Kendi yaşındaki arkadaşlarına arabayı göstererek ‘Benim arabam!’ diyebilir. Bunu söylerken de egosu müthiş bir haz duyacaktır. Çünkü araba kavramının yüklendiği sevinç coşku ve duygusu ile küçük çocuğumuz babası ile kendisini özdeştirmektedir. Bunun gibi, insan hangi makamda olursa olsun, Allah (c.c.) karşısında asla kulluktan öteye geçemeyecektir. İnsan insandır, Allah da Allah’tır. Aralarındaki ilişki, yaratanla yaratılandır. Allah (c.c.) kullarına hiçbir suretle muhtaç değildir. Hele Allah’ın insanların ibadetlerine hiçbir ihtiyacı yoktur. Ama insan Allah’a (c.c.) muhtaçtır. İbadetler hem dünyada hem ahrette huzur ve mutluluğumuz için muhtaç olduğumuz büyük nimetlerdir. Durum böyle iken, sofi tasavvuf ve tarikat yolunda çektiği zikirlerle ve yaptığı rabıtalarla yavaş yavaş nefsinden ve masivadan yüz çevirir. Öyle hale gelir ki tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat hallerinden sonra vahdet-i vücut hallerini yaşamaya başlayabilir. Allah’ın Zatına olan iştiyakı, ilahi sarhoşluğu ve muhabbeti ile üzerinde tecelli eden Allah’ın güzel isimlerini sahiplenme halini hissedebilir. Daha doğrusu nefsini ve bütün varlık âlemini yok bilerek tıpkı küçük çocuğun babasının arabasına ‘Benim arabam’ demesi gibi sofi de Allah’ın zat ve güzel isimlerinin üzerinde tecelli ettiğini vurgulayan cümleler söyleyebilir. Bu sözler görünüşteki anlamaları ile şeriata da ters düşebilir.

Vahdet-i vücut halinin tesiri ile iman ile küfrü bir, aynı gören birisi de böyledir. Kuşkusuz iman ve küfür ayrı şeylerdir. Allah (c.c.) küfürden razı değildir. Küfürle vasıflanan kişiyi ebedi cehennemle cezalandıracaktır. İmandan ise razıdır. Onu er geç cennetle mükâfatlandıracaktır. Bu, düşünsel temelde sofinin de bildiği ve onayladığı bir yargıdır. Çünkü şeriat bunu kalın çizgilerle belirlemiştir. Bunu inkâr, bu çizgileri aşmak, çiğnemek küfür demektir. Vahdet-i vücut hali ile ağzından ilahi muhabbetin ve sarhoşluğun etkisi ile iman ve küfrü bir, aynı gördüğünü söyleyen bir sofi bununla tevhid-i sıfat halini yaşadığını vurgulamaktadır. Bunu düşünsel boyutuyla kabul ettiğini iddia etmesi imkânsızdır. Kabul ederse dinden çıkmış olur. Zındıktır.

Tevhid-i ef’al gibi tevhid-i sıfat, tevhid-i zata (vahdet-i vücut) ulaştıran ara basamaklardır. Tevhid-i sıfat nasıl bir karakter arz etmektedir?
Sofi tasavvuf ve tarikat yoluna girer girmez tevhid-i ef’al ahlini yaşamaya başlayabilir. Birinci yazımızda buna kısmen de olsa değindik: Yüzüne sebepsiz yere tokat yiyen bir sofinin halini anlattık. Bu halle şeriata aykırı düştüğünde sofinin hale değil şeriata dikkat etmesi, ama elden geldiğince de tevhid-i ef’al halini muhafaza etme yolunda gayret sarf etmesi gerektiğini belirttik. Fiilleri yaratan Allah’tır; ama Allah (c.c.) iyi fiillerden razıdır, kötülerinden razı değildir. Oysa bizim sofi, fiilleri Allah (c.c.) yarattığı için, tabii bir de başa gelen bela ve musibetin kulun yaptığı günahlar yüzünden olması ilahi kanunu ile (daha doğrusu başka nedenler de var ama kul manevi terakkisi için meseleyi böyle bilmelidir) sebepsiz olarak kendisine tokat atan kişiden davacı olmak şurada dursun, ucuz kurtulduğu için haline şükrediyordu. Bu çok kutlu ve kıymetli haldir. Bu halin seyr u sulukta terakki için muhafaza edilmesi gerekiyordu. Ama beri yandan da hale itibar edilmeyip hak hukukun da aranması gerekiyordu. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre insanlar ahrette tasavvuf ve tarikat yolundaki hallerine göre değil şeriata göre hesaba çekilmektedir. Halle, şeriat ahkâmları çatıştığında hale itibar edilmeyip şeriata yönelmek gerekiyordu.

Bu tevhid-i ef’al halinin (tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat) en temel sebebi sofinin çektiği zikirle ve yaptığı rabıtalarla Allah’a doğru bir seyr u sulukta olmasıdır. Yani sofimiz manevi olarak yükselmektedir. Bu yükselme ruhen meydana gelmektedir. Elbette bu sırada kişinin ruhu aynı zamanda bedeninde de yer almaktadır. Ama ruh bizim gibi maddi kanunlara bağlı değildir. Onun bağlı olduğu kanunlar bambaşkadır. Allah’tan ilahi bir soluk olduğu için onun kanunlarına akıllar ermez. Onun için insanlar peygamberimize (s.a.s) ruhtan sordukları vakit, ‘Size bu ilimden pek az bir şey verilmiştir.’ diye, Rabb’imiz Kuran-ı Kerim’de açıklama yapmaktadır (bk. İsra suresi, 85). Ruh, bedende yer alırken manevi olarak da ya yukarıya ya da aşağıya doğru bir yolculuk halindedir. Cennet de cehennem de yaratılmış durumdadırlar. Bizleri beklemektedir. Peygamberimiz (s.a.s) miraçta her iki yeri de bizzat hem bedenleri hem de ruhları ile ziyaret buyurdular. Kim bunu inkâr ederse ehl-i sünnet çizgisinden dışarı çıkar. Bizler de bu dünyada ruhen bu iki yerden birisine, yani cennet veya cehenneme doğru bir manevi seyir halindeyiz. İnsanlar şöyle bir kendilerine ve etrafındaki insanlara derin bir nazarla bakarlarsa onların veya kendilerinin nereye doğru koştuklarını, hatta yükseldiklerini veya düştüklerini göreceklerdir. Zira cennet de cehennem de bin çeşit halleri ile çok uzaklardan bile varlıklarını hissettirmektedirler. Günahlar ruhu aşağı doğru çekerler. Hele küfür, kendisini bağlayan halatları kopmuş bir asansör gibi içerisindekileri sonsuz bir hızla cehennem doğru düşürür. O insanların halleri de derin bir nazarla bakıldığında bunu gözler önüne getirir. Sonsuz bir hızla düşen insanlar oldukları her hallerinden bellidir. Cennet kendisine doğru yaklaşan insanların ruhlarına huzurla, yüzlerine nurla esintiler serper. İnsanların uykuda iken aşağı doğru hızla düşmeleri de manevi hallerine bir işaret olabilir. (Tabii bunu pek vesvese yapmamak lazım. Rüyada düşme sadece bu anlama gelmez. Başka anlamları da var.) Tasavvuf ve tarikat yoluna giren sofi rabıta ve özellikle zikir sırasında ruhsal olarak yükselişe geçer. Rüyalarında uçması, denizlerde yürümesi de buna işaret eder. İşte bu durum ilahi sarhoşluğun ve muhabbetin neticesidir. Vahdet-i vücudun (tevhid-i zat) alt basamakları olan tevhid-i ef’al ile tevhid-i sıfatı doğurabilir.

Tevhid-i sıfat, yine ilahi bir sarhoşluk ve muhabbetle Allah’ın (c.c.) insanda ve varlık âleminde genellikle birbirine zıt olarak tecelli eden güzel isimlerinin sofi tarafından ayrım gözetilmeksizin eşit olarak sevilmesidir. Örneğin insanların bir kısmı kâfirdir, bir kısmı mümindir. Biz müminleri severiz, kâfirlerden nefret ederiz. Çünkü Allah (c.c.) kâfirlerden razı değildir, müminlerden ise razıdır. Allah (c.c.) Kuran-ı Kerim’de bunu emrettiği gibi peygamberimizin (s.a.s) sözleri ve hayatı da bunu doğrulamaktadır. Ama sofi bu nazarla olaya bakmaz. İçerisinde bulunduğu manevi sarhoşluk ve muhabbetle kâfirleri de müminleri de Allah (c.c.) yarattığı için bir ve aynı görmektedir. O Allah’ın her şeyine ilahi bir aşk duymakta, hayranlıkla kendinden geçmektedir. Tıpkı mecazi (kadın erkek) aşklarda âşıkların gözlerinin kör olması, âşık oldukları insanların kötü ve zayıf yanlarını görmemesi gibi sofi de vahdet-i vücut halinde sadece Allah’ı düşündüğü, bütün varlık âlemini yok hükmünde bildiği için O’nun yarattığı her şeyi de sevmekte ve hayran olmaktadır. Varlık âlemindeki zıtlıkları ayırmaya ve onlara karşı şeriatın emrettiği zıt duygular duymaya güç ve takat bulamamaktadır. İlahi aşkı ve sevgisi buna mani olmaktadır. Çünkü varlık âlemini, insanları, kendisini hayal, gölge mesabesinde görmekte, onlara gerçek birer varlık hüviyeti verememekte, Allah’a olan aşkı ve sevgisi nedeniyle zıtları da aynı oranda sevmektedir. Bu hal tıpkı içki içip sarhoş olan bir kişinin aklı muhakemesini yitirmesi sonucu içerisinde bulunduğu sevinç hali nedeniyle herkese sarılması ve herkesi öpmek istemesi gibi bir durumdur. Çünkü sarhoş herkesi kendisi gibi sevinçli görmekte, içerisinde bulunduğu sevinç duygu ve coşkusunu herkese ayrım gözetmeksizin yaymakta, yansıtmakta, onların da kendisi gibi sevinçli bir duygu ve coşku seli içerisinde olduğunu varsaymaktadır. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre, bu bir hal olduğu ve düşünce olmadığı için hal sahibi sofi bundan sorumlu tutulmamaktadır. Allah indinde de mazurdur. Ama bunun hal sahibi olmayan kişiler tarafından söze dökülmesi ve bir düşünce olarak savunulması din dışı bir durumdur, zındıklıktır. Allah göstermesin insanı dinden çıkarır. Küfre götürür. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre hal sahiplerini bu sözlerle taklit edenler de küfre düşerler. Bunlar sofi oldukları halde böyle bir hali gerçekte yaşamamaktadırlar. Ama hal sahibi sofinin Allah indinde bundan mazur olduğunu demin belirttik.

Sofi her zaman halinin kıymetini bilmeli, muhafaza etmelidir. Çünkü manevi seyrinde bu ilahi sarhoşluk ve muhabbet bir sermayedir, ama buna şeriat karşısında zerre kadar kıymet vermemeli, bunun düşüncesinin de küfür olduğunu, insanı ebedi olarak cehenneme götüreceğini bilmelidir. Elinden geldiğice de bu hali söze dökmemeli, bundan sakınmalıdır. Allah (c.c.) indinde önemli olan şeriattır. İmam-ı Rabbani Hazretlerine (k.s.) göre, tarikatın da, hakikatin de, marifetin de amacı şeriattır. Bahaeddin Nakşibendiyye Hazretlerine (k.s.) göre, tarikat ve tasavvuf yolunun amacı şeriatın özet ve öz olarak söylediği şeyleri ayrıntılı bir şekilde açıklamak, hükümlerini de keşfi bilgi ile doğrulamaktır. Başka bir şey değildir. Allah (c.c.) bu tür tasavvufi hallerden asla razı olmaz. Allah sadece ilahi emirlerinin yerine getirilmesinden razıdır. Kullarının onları yerine getirmesini ister. Temeli tevhide dayanan tasavvuf ve tarikatın da böyle düşüncelerle, yani küfrün ve imanın bir ve eşit olduğu türünden düşüncelerle, uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat, kısacası vahdet-i vücut hallerinin amacının da sofiyi fenafillâha, bekabillaha götürmek olduğunu, amaç değil araç olduklarını ilk yazımızda belirtmiştik.

Rüyada bir kişinin oğlu ile cima etmesi iyi bir anlama gelir. Ona ilmini, gücünü, ahlakını vermesine, ayrıca evlatları içerisinde kendisine en çok benzeyecek olanına işaret eder. Her baba da zaten bunu ister. Çünkü evlat sahibi olmakta en birinci etken olan düşünce, insanın kendisini her yönü ile temsil eden varislere ve temsilcilere sahip olmak ve onları çoğaltmaktır. Ama gerçek hayatta bir babanın oğlu ile cima etmesi en çirkin ahlaktır ve en korkunç suçtur. Böyle bir babanın yeryüzünde varlığı bile insanı dehşete düşürür, iğrendirir. Ayrıca böyle bir baba, bu sapıklığı ile oğlunu da manevi olarak öldürmüş demektir. Yani rüyada babanın yaptığı cima oğluna ruh ve can verirken gerçek hayatta yaptığı cima oğlunun maneviyatını katletmektedir. Bunun gibi, haller de rüyalara benzer. Haller, rüyalar gibi birtakım anlamlara sahiptirler. Ama gerçek hayatla hiç bir ilgileri yoktur, olmamalıdır. Gerçek hayatta geçerliği olan şeyler, ilahi kanunlardır. Bunlar da Allah’ın kelamı olan Kuran-ı Kerim ile peygamberimizin (s.a.s) sünnetidir. Hallere ilahi kanunlar karşısında değer veren birisi, Allah göstermesin, rüyada örneğini verdiğimiz durumu gerçek hayatta gerçekleştirmek gibi çok korkunç ve iğrenç bir duruma düşebilir. İşte tevhid-i sıfat hali gereği mümin ile kâfiri bir, aynı görüp de bunu dile getiren sofi de rüyadaki durumu gerçek hayatta işleyen kişi gibidir. Çok korkunç ve vahim durumlara yol açabilir. Hele onu bu hal nedeniyle taklit edenleri ise doğruca sapıklığa ve azgınlığa sevk eder. Dünya ve ahretlerini karartır. Onun için arifler, bu yolun büyükleri, tasavvuf ve tarikat yoluna girip de mürşidi olmayanın mürşidinin şeytan olacağını söylemişlerdir. Şayet esaslı bir yol gösterici, yani bir mürşid-i kamil olmazsa yaşanan haller insanları nefsin ve şeytanların kışkırtmaları ile mutlaka yoldan çıkaracaktır. Onların vahdet-i vücut gibi temeli tevhide dayanan bir kavrama yanlış ve sapkın çeşitli anlamlar yüklemelerine, İslam’ın özü olan tasavvufu şirkle, küfürle bağdaştırmalarına neden olabilecektir. Maalesef tasavvuf ve tarikat kavramlarının kötü anlamlara çekilmesinde en çok bu durum etmen olarak rol oynamaktadır.

Vahdet-i vücut halini sadece sofiler mi duyar? Vahdet-i vücut halini tasavvuf ve tarikat yoluna girmeden de yaşamak mümkün değil midir? Bazı tasavvuf ve tarikatla uzaktan yakından ilgisi olmayan sanatçıların roman, hikâye, şiir gibi eserlerinde tevhid-i sıfat (örneğin imanla küfrü bir görme) ve vahdet-i vücut (örneğin kişiye veya bütün varlığa ilahi bir anlam yükleme) hallerine ilişkin ifadelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tevhid-i sıfat, vahdet-i vücut gibi üst düzey manevi halleri sıradan insanların, sanatçıların yaşamaları imkânsızdır. Onlar sadece düşünsel ve felsefi temelden bu halleri yalan yanlış algılarlar. Nefs-i emmare düzeyinde de yaşarlar. Kaldı ki tasavvuf ve tarikat yoluna giren sofilerin de belki on binde birisine ancak bu halleri yaşamak nasip olur. Gerçi tevhid-i ef’al hali öyle değildir. Kadere imanın da bir rüknünü kapsadığı için -hayır ve şer Allah’tandır- tasavvuf ve tarikat yoluna girer girmez tevhid-i ef’al hali sofiyi etkisi altına alır. Ama tevhid-i sıfat ve vahdet-i vücut halleri enfüsi ve afaki âlemleri geçtikten, letaifler açılıp değişik renkteki nurları görüp nurlar âlemine vasıl olduktan epey sonra gerçekleşir. Yani Nakşibendiyye tarikatında durum böyledir. Bunlar da mutmaine nefse ulaşmadan önce meydana gelir. O zaman sofi şeytanların hücumlarından ve zulümlerinden de kurtulduğu için Allah’a karşı olan şevki ve aşkı artar. Murakabe-yi akrabiyyet ve murakabe-yi muhabbetlerin tesirleri ile ilahi bir aşk ve sarhoşluk hali yaşamak söz konusu olur. İşte hakkında gürültüler koparılan, tartışılan, eleştirilen, pek çok insan tarafından nefs-i emmare boyutuyla benimsenen bir konu olan tevhid-i sıfat ve vahdet-i vücut halleri o zaman yaşanılmaya başlanır. O da, bu haller, üst düzeydeki bazı sofileri etkisi altına bile alamaz. Yani bu tür bir hal ancak evliyalık yolunda olanların pek azına nasip olur. Sofi şeriatı ölçü olarak elinde bulundurduğu sürece olumsuz bir etkiye de yol açmaz. Onlar da bunları gizlemek zorundadırlar. Bu tür halleri söylerlerse vebal altına girerler. Bunu da genellikle bilirler. Ayrıca şeriat karşısında bu tür hallerine de zerre kadar değer vermezler. Verirlerse o halden bir üst hale yükselemezler, gayelerine de varamazlar. Mürşid-i kâmiller her zaman bu konuda sofilere uyarı yaparlar.

Vahdet-i vücut ve onun ara basamakları sadece birer haldir. Bunların söze dökülmesi, hele hele bir düşünce olarak ele alınması son derce yanlıştır. İnsanı dinden çıkarır. Sofileri bu yönüyle taklit etmek, onların bu tür sözlerine benzer sözleri eserlerinde bir düşünce ve felsefi görüş olarak yer vermek doğru değildir. Bunlar, Allah göstermesin, insanı küfre götürür. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s) bu tür sözlerle sofileri taklit edenlerin küfre düşeceklerini Mektubat’ında mükerreren belirtmiştir. Sofiler yaşadıkları bu hali, yani tevhid-i sıfat, vahdet-i vücut gibi halleri şeriat karşısında değer verip dillendirirlerse, etrafa yayarlarsa şeriatla çatıştıkları için zarar görürler. Halleri nedeniyle Allah indinde mazurdurlar ama böyle yaparlarsa daha yukarı makamlara çıkamazlar, ileri halleri yaşayamazlar. Maksada ulaşamazlar, maksattan mahrum kalırlar. Tasavvuf ve tarikat yolunun amacı Allah rızasıdır. Onlar için tek ölçü ilahi kanunlar olmalıdır. Çünkü Allah (c.c.) ancak ilahi kanunlardan razıdır. Yoksa istidraca da düşebilirler. Yani o haller şeriata dikkat edilmediğinde bir takım şeytani halleri de davet edebilir. Allah (c.c.) o kişiye ilahi bir mekir (hile, oyun) kapısı açabilir.

İnsan daima içerisinde bulunduğu hali savunur. Tasavvuf ve tarikat yoluna intisap etmemiş insanlar genellikle nefs-i emmare seviyesindedir. Nefs-i emmare kötülükleri ve haramları işlemeğe can atan ve onları işlemek için her şeyi yapabilen nefis makamıdır. Bundan dolayı nefs-i emmare sahipleri vahdet-i vücut kuramına dört elle sarılır. Zira nefs-i emmare sahipleri tasavvufun İslam’ın özü olduğunu bilir. Haramları vicdani bir rahatsızlık duymadan işlemek için tasavvufi kavramları kendi hayat ve mantık sistemlerine göre düzenlerler, onlara yeni anlamlar yüklerler. Tasavvufi kavramlar da buna çok müsaittirler. Çünkü çoğu akılla ve mantıkla kavranamaz. Yaşantıyla ve halle anlaşılabilir. Panteizm bu şekilde doğmuştur. Bunlara göre, varlık âlemi ile Allah birdir. Dolayısıyla her şey Allah’tan bir parçadır. Dinler arasında da ayrım söz konusu olmamalıdır. Hele şeriatın haram helal daireleri son derece saçmadır. Kalpler kırılmadıktan sonra her şey mubahtır. İçki içmek, zina etmek başkalarını rahatsız etmedikten sonra günah değildirler. Kâfir ve mümin ayrımı da abestir. Dünyada sadece farklı kültürler vardır. Bunlar da Allah’tan birer parçadırlar. İşte nefs-i emmarenin günahları ve haramları rahatlıkla ve kolayca işlemek için tevhid-i sıfata ve vahdet-i vücuda verdiği anlamlar budur. Bu nefis türü de başkasında değil her birimizde vardır. Çünkü nefis emmare düzeyinde iken ilahi kanunlarla bağlanmak istemez. Özgürlüğe ve bağımsızlığa tutkundur. Onun için de her şeyi arzu ve isteklerine göre yorumlar ve anlamlandırır.

Maalesef pek çok sanatçı da roman, hikâye, şiir vb. eserlerinde tasavvuf ve tarikat kültürü, hususiyle vahdet-i vücut diye nefs-i emmarenin istek ve arzularını konuşturur. Varlık âlemine panteist bir yaklaşımı, nefs-i emmarenin arzu ve isteklerini güya tasavvuf ve tarikat kültürü ile en çok da bu vahdet-i vücut anlayışı içerisinde ortaya sererler, savunurlar. Örneğin söz konusu eserlerde evlilik dışı bir ilişki, yani şeriatın zina olarak adlandırdığı büyük günah olan bir ilişki, içki içme tasavvufi kavramlarla, hususiyle vahdet-i vücut düşüncesi ile ilahi aşka bir köprü (Klasik esrelerimizi, hususiyle Leyla ve Mecnun’u kast etmiyorum, o eserler şeriata saygı sınırı içerisinde yazılmışlardır.) ve kıvılcım gibi gösterilir, yüceltilir. Ne yazık ki ülkemizde, hem de en çok okunan eserler, tasavvufu, hususiyle vahdet-i vücudu böyle yozlaştırmışlar, insanların kafasında yanlış bir inanç ve bozulmuş bir tasavvuf ve tarikat kültürü meydana getirmişlerdir. İlahi dinlerin bozulması gibi tasavvuf ve tarikat kavramları da maalesef nefsin ve şeytanların oyuncağı haline getirilmiştir.

Elbette tasavvuf ve tarikat yolu herkese hitap etmez. İslam dini tasavvuf ve tarikat yolundan ibaret değildir. Ama tasavvuf ve tarikat yolunun da doğru bir şekilde anlatılması ve anlaşılması gerekir. Liselerde edebiyat derslerinde tasavvuf ve tarikat konusunda verilen yalan yanlış ve eksik bilgiler, bu tür roman, hikâye ve şiirlerin de katkılarıyla insanların zihinlerinde tasavvuf ve tarikat kavramlarını tamamen yozlaştırmakta, tanınmaz bir hale getirmektedirler.

Allah (c.c.), hak dinini dosdoğru anlamayı, yaşamayı ve rızasını kazanacak yolları nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Haftanın hutbesi.il : 08.04.2016- hz. Peygamber, tevhid ve vahdet alperkara Tebliğ-İrşad-Vaaz-Hutbe-Nasihat 0 07 Nisan 2016 15:45
Vahdet ve Nihayet Bedia Özdemir Tokel Makale ve Köşe Yazıları 3 29 Ocak 2015 02:04
Vahdet-i Vücut, Vahdet-i Vucud (3)/Muhsin İyi muhsin iyi Makale ve Köşe Yazıları 7 04Haziran 2014 12:30
Hac, ümmetin vahdet toplantısıdır RemLe Diyanetten Duyurular/Haberler 1 19 Eylül 2013 13:13
Vahdet-i Vücud, Vahdet-i Şühud, Allah’ın Ez- Zâhir Güzel İsmi/Muhsin İyi muhsin iyi Makale ve Köşe Yazıları 0 23 Eylül 2011 07:34

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.