Durumu:     Medine No :  15316   Üyelik T.:
18 Aralık 2011   Arkadaşları:3 Cinsiyet:Erkek  Memleket:Kayıp bir Kentten    Yaş:45    Mesaj :
745 Konular:
145  Beğenildi:315 Beğendi:100  Takdirleri:3844  Takdir Et: 
	     |       Cevap: Tasavvuf nedir?         Tasavvuf/Tarikat Nedir    
Tasavvuf ve Tarikat insanın Nefsin hasletleri ile kirlenmiş olan ruhu,  kalbi ve özünü maddi ve manevi temizlenmesini gaye edinen ve bunda da  başta Efendimiz (s.a.v) olmak üzere kuran da övülmüş Peygamberlerin  güzel ahlaklarını öğretmeyi ve kazanmayı hedef edinen bir yoldur.  Nitekim ayette:De ki: “Rabbim ancak, açık ve gizli çirkin işleri,  günahı, haksız saldırıyı, hakkında hiçbir delil indirmediği herhangi bir  şeyi Allah’a ortak koşmanızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri  söylemenizi haram kılmıştır.” (Araf 33) buyrulmuştur. Ayettede  görüleceği gibi açık ve gizli çirkin işler günahlar bildirilir ki işte  Tasavvufun ana mantığı ve âmâcıda aleni ve gizli bütün günahlardan  kişiyi temizlemektir. Açık ve gizli bütün kötülüklerden kişi uzak durmak  zorundadır çünkü Rabbimizin emridir ayette: De ki: geliniz size  rabbınız neleri haram kıldı okuyayım: ona hiç bir şey'i şerik koşmayın,  babanıza ananıza iyilikten ayrılmayın, yoksulluk yüzünden evlâdınızı  öldürmeyin, sizin de onların da rızkınızı biz veririz, fevahışe: açığına  da, gizlisine de yanaşmayın, Allahın muhterem kıldığı nefsi haksız  öldürmeyin, işittiniz a, işte size o bunları ferman buyurdu, gerektir ki  aklınız erer  (Enam 151) 
Velhasıl kin, haset, şirk, gazab, şehvet vs.günahlar batını  hasletlerdirki sadece tasavvuf erbabı değil her Müslüman bunlardan  mesuldür üzerlerine vacibtir kaçınmalıdır.   
Tarikat  Allaha (c.c) temiz bir şekilde ulaşmak için gidilen yol demektir. Tasavvufla aynı manaya haizdir.    Ayette:  Sizden her biriniz için bir şeriat(Şir’a) ve bir (Minhac) yol koyduk. (Maide 48) 
Fahreddin Râzî, Ebussuud, Hâzin ve Âlusî hazretlerinin tefsirlerinde  beyan ettikleri üzere şir’adan murad şeriat, minhacdan maksatsa nurlu  bir yol olup o da tarikattır.   
Ayete:  Bizim uğurumuzda mücahede edenlere gelince elbette biz onlara  yollarımızı gösteririz ve şübhesiz ki Allah her halde muhsinlerle  beraberdir (Ankebut 69) 
Ayette:  "Bizim uğrumuzda cihad edenler..." ifadesi, "delillerimize bakan, buna gayret sarfedenler" Tarikat manasına; "Biz onlara elbette yollarımızı gösteririz" cümlesi de, "Biz onlarda, Bizi tanıma bilgisini (marifetullahı) meydana getiririz ve bunu alabildiğine izahlarla açıklarız" manasına işarettir.   "Allah muhsinlerle beraberdir" cümlesi daha üstün bir dereceye  işarettir. Tamamen toparlanacak olursa sanki Hak teala şöyle demek  istemiştir: "Bazı kimseler Hak'dan uzaktırlar, bir türlü yaklaşamazlar.  Bunlar, kâfirlerdir. Bazıları ise, "nazar" ve "suluk" İle yaklaşırlar.  İşte bunların bu halleri, «Kendilerini Hakk'a götürür ve yaklaştırır.  Bazılarının da Allah beraberlerinde olur, onlara yaklaşır. Onlar eşyayı  O'ndan öğrenir, O'nu eşyadan öğrenmezler. Birşeyle beraber olan, onu  daha nasıl arar." O halde ayetteki, "Daha zalim" (68 ayeti) cümlesi  birincilerine; "Uğrumuzda cihâd edenler" cümlesi ikincilerine; "Allah  muhsinlerle beraberdir" cümlesi de Üçüncülerine işarettir. Kitabının  sırlarını en iyi bilen Allah'dır.(Fahrettin Razi-Mefatihül Gayb)   
Ayette:Ey insanlar işte size rabbınızdan bir mev'ıza ve gönüller derdine bir şifa, ve mü'minler için bir hidayet ve rahmet geldi (Yunus 57) 
Ayette geçen Mevıza kelimesi halkın zahirinin temizlenmesine işaret  ediyor bu şeriattır. Şifa kelimesi fasit ve batıl inançlardan, kötü  ahlaktan (Tabi ruhların) nefis temizlenmesine işaret ediyor bu  tarikattır. Huda kelimesi hakikat nurunun sıddıkların kalbine doğmasına  işarettir bu ise hakikattır. Rahmet ise kişinin tam kemal derecesine  vardığına ve eksik insanların elinden tutma seviyesine çıktığına  işarettir ki bu da Nübüvvettir.( Fahrettin Razi-Mefatihül Gayb) 
Rahmetin Risalet ve Nübüvvet olduğu diğer bir ayette de: (Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik (Enbiya 107) buyrulur.   
Evliyâullah hazerâtına göre Kur’an ve Sünnet, nurlu yolun başlangıcı, “Tarîkat” da bu yolun devamıdır.   
İmamı Gazalî'ye göre tasavvuf, "Kalbi Allah'a bağlayıp O'nun  dışındakilerle ilgiyi kesmektir". Diye tarif eder. Sühreverdî de  şöyle  tanımlar: "Başlangıcı ilim, ortası amel, sonu ilahî bağışlardır".   
Tasavvuf tarihi incelendiğinde Bütün tasavvuf büyüklerinin yukarda da  belirttiğim gibi Peygamberlerin kuran da anlatılan kıssalarından ve  Efendimizin (s.a.v) o mükemmel hayatından hareketle Allaha (c.c) övülmüş  birer kul olabilmek için çaba sarf ettikleri ve ölçü olarak bunları  kabul ettikleri çok net görülür. Nitekim nefsin mertebelerinin her  bölümünde görüleceği üzere Allahın da (c.c) insanı kendisine temizlenmiş  bir şekilde gelmesini istediği ayetlerden, hadislerden çok net  anlaşılmaktadır.  Günümüzde bazı kesimlerin, tasavvuf eleştirmenlerinin  ifade ettiği, Efendimiz (s.a.v) zamanında tasavvuf, tarikat varmıydı  gibi gülünç ve cahilane iddialarını da biz nasipsizlik olarak  addediyoruz ve onların Tasavvuf büyüklerinin Sünneti rasulullahı (s.a.v)  ölçü edindiklerini görmezden gelmelerini geçiyor, Efendimizin (s.a.v)  hayatından da habersiz olduklarını anlıyoruz. Eğer onlar Efendimizin  (s.a.v) görevini iyi anlamış olsalardı Risalet vazifesi döneminde  tavırlarını, fiillerini ve sözlerini iyi bilmiş olsalardı Tasavvuf  büyüklerinin Hayatlarıyla bunu kıyas edip çok rahat bu yolun  Peygamberler (aleyhimüs salevâtü vet teslîmâtü vet tahiyyât) ahlakının  icrası ve kulluk eğitiminin ocakları olduğunu anlamış olacaklardı.  Muhtemel ki onlar tasavvuf ve tarikat terimlerinin asrısaadette  kullanılmamasından hareketle bu iddiayı sergilemişlerdir. Bu da ayrı bir  cahilliktir ki terim olarak o dönemde kullanılmaması o dönemde  tasavvufun içeriğinin yaşanmadığı anlamına gelmez. O dönemde malumunuz  dinle alakalı her şey fıkıh diye tabir edilir dinin kaynağı, fıkıh denil  dimi kuran ve sünnet olduğu bilinirdi. Ve Batını meseleleride Fıkıhtan  bilirlerdi. Daha sonra Tabiinden itibaren. Fıkh-ı Ekber tabiri, akâid ve  tevhid ilmini, Fıkh-ı Vicdâni kavramı, nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini,  sadece fıkıh kelimesi ise, ameli konuları kapsamaya başladı her biri  ayrı ilim dalı haline geldi. Ancak giderek fıkıh ilmi yalnız ibadet,  muamelât ve ukubâti içine alacak şekilde "amellerin" ilâvesiyle tarif  edilmiştir. Mecelle'nin 1. maddesindeki târifte şöyle denilmiştir:  "İlm-i fıkıh mesâil-i şer'iyye-i ameliyye"yi bilmektir. (Ş.İslam asn.)    
Hakeza Ömer Nasuhu bilmen de hukuki islamiye ve ıstılahı fıkhıye kamusunda der ki: 
İmamı Âzam Hazretleri fıkhı: «Marifetünnefsi malehn ve ma aleyha =  in¬sanın lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir» diye tarif  etmiştir. Bu tarife na¬zaran fıkha itikadiyat ve ahlâk mesaili de dahil  bulunmaktadır. Şu kadar var ki, bu mesail, gide gide pek ziyade tevessü  ve inkişaf etmiş, mevzuları başka baş¬ka bulunmuş olmakla fıkhın  tarifine«min cihetil amel = amel cihetiyle» kaydı ilâve edilerek fıkhın  daire i şümulünden itikadat ile ahlâkiyat hariç bırakılmış¬tır.  Binaenaleyh bugün ilmi fıkıh, ilmi kelâm ile ilmi ahlâk birer müstakil  ilim halinde bulunmaktadır.(hukuki Kamus ö.n.bilmen-fıkıh mad.)    
 Yukarda ki izahlarda da görüleceği üzere, Tasavvufta asrısaadette  mevcutken zamanla müstakil bir ilim haline gelmiştir. Bu İslam  ilimlerinin tarihi serüvenini birazcık araştıranların çok net bir  şekilde göreceği bir hakikattir.    
Bir diğer eleştiri ise tasavvuf tanımında getirilir. Ve denir ki bunca  tarif vardır herkes bir şey söylemiş bunun hangisi tasavvuftur. Biz de  bunu diyene sorarız:  Bu verilen bütün tanımlar hakikatın Rabbimizin  emirlerinin, Kuranın ve sünnetin  içerisine  dahilmidir deyil mi dir.  Deyildir derse bizde haktan sapmış olursun deriz. Rabbimiz Kuranda iman  eden herkesi Müslüman tabir ederken ve İtikatta kelime i şehadet getiren  her insan (İçki, zina kumar vs. günahlar işlemesine rağmen inkara  kalkmadıkça birer günahkar ) Müslüman sayılırken, ama imanın merhaleleri  anlatılırken Mümin, Müttaki, Salih, Mukarrebun, Sadık vs. diye kuran  genellemeye giderken ve bu terimlerin genel manada Müslümanlık içinde  olduğunu, ama her müslümanın sıddık, Salih, Müttaki ve Hanif  olamıyacağını, bunların imanın kemalat dereceleri olduğu açıkça  işlenirken, siz nasıl tasavvuf hakkında tek bir tabir beklersiniz. Çünkü  tasavvuf yolunda ilerleyen ve gide bildiği, ulaştığı, imanı kemalatın  hangi noktasına uygunsa bu büyüklerde ulaştıkları noktadan tarif  etmişlerdir. Şimdi aşağıda verilen tariflerin bu izahtan hareketle  hangisi yanlıştır İslam dışıdır.    
Maruf Kerhî'ye (ö. 200/815) göre, "Tasavvuf, gerçekleri almak, halkın  elinde bulunandan umut kesip yüz çevirmektir". Seriyü's-Sakatî'ye (ö.  251/865) göre, "Tasavvuf, güzel ahlaktır". Ruveym bin Ahmed  el-Bağdadî'nin (ö. 303/915) tanımı şöyledir: "Kendini Allah'ın dilediği  şey üzerine bırakıvermen, O'nun iradesine mutlak olarak teslim  olmandır". Ebu Said Ebu'l-Hayr'a (ö. 440/1048) göre, "Tasavvuf, kafanda  ne varsa bırakman, elinde olanı vermen ve başına gelenden  sızlanmamandır". Eseri, tasavvuf klasiklerinden başlıcası sayılan  Kuşeyrî (ö. 465/1072) şöyle tanımlar: "Tasavvuf, Allah dışındaki her  şeyden el çekmek, tanınmamayı seçmek ve hayırlı olmayan şeylerden  sakınmaktır". Gazalî'ye (ö. 505/1111) göre tasavvuf, "Kalbi Allah'a  bağlayıp O'nun dışındakilerle ilgiyi kesmektir". Ebu Necib el-Sühreverdî  de (ö. 563/1168) şöyle tanımlar: "Başlangıcı ilim, ortası amel, sonu  ilahî bağışlardır".   
Evet, örnekleri çoğaltmak mümkündür yapılan tariflerden açıkça  yaptığımız izah doğrultusunda kati bir şekilde anlaşılıyor ki tasavvuf  tariflerinin hiç birisi İslam dışında değil. Demekki her veli zat  bulunduğu noktanın bereketiyle tasavvufu tarif etmiştir. Unutmayın Ebu  Bekir Sıddık (r.a) müslümandı ama lakabı sıddıktı ve İmanda en üstteydi.  Hz. Ömer (r.a) müslümandı ama Faruktu ve Adalette en zirvedeydi. Hz.  Osman (r.a) müslümandı ama Zinnureyndi ve Hayâda en zirvedeydi. Hz. Ali  (r.a ) müslümandı ama Mürtezaydı ve Velayette ve İbadette en zirvedeydi.  Bu bile kuranın genellemesinin sahabe arasında adlandırıldığının bariz  alametidir. Şimdi hulefai raşidin (Rıdvanullahi Ecmain) kendi  bulundukları konuma göre islamı tarif etseler, Hz. Ebu Bekir (r.a) İslam  Aleni ve Gizli her türlü şirkten temizlik ve sadakattir. Hz. Ömer (r.a)  İslam Adalettir. Hz. Osman (r.a) İslam Hay’adır. Ve Hz. Ali (r.a)  Halisane hiçbir varlığı araya sokmadan Allaha İbadettir. Deseler bu  tariflere yok bu kadar çok tarifmi olur hangisi İslam diye sorulurmu?  Elbette ki Hepsi islamın tarifidir ve içinde vardır. İşte tasavvuf  tarifleri de aynen böyledir.     
  Tasavvuf yolunun hakikat yolu olduğunu, diğer ilim dallarıyla  kıyaslayarak söyleyen, Tasavvufun mahiyetini bizzat yaşayarak tecrübe  eden (yaşamadan anca iftira edenler gibi değil) imamı gazali hazretleri  bu hususta der ki: Kesin bir şekilde anladım ki, tesavvuf ehli, Allahü  teâlânın yolunda olan kimselerdir. Onların hâlleri, hâllerin en  iyisidir. Yolları, yolların en doğrusudur. Ahlâkları ahlâkların en  temizidir. Dînin esâsına vâkıf olan âlimlerin ilmi, hükemânın hikmeti,  onların hâllerinden ve ahlâklarından bir kısmı nı değişdirmek, dahâ iyi  bir hâle getirmek için bir araya gelse, buna imkân bulamazlar. Dahâ  iyisini ortaya koyamazlar. Onların zâhiren ve bâtı nen bütün hâl ve  hareketleri, nübüvvet kandilinin ışığından alınmışdır. 
Yeryüzünde ise, nübüvvet ışığından başka aydınlanacak bir nûr  yokdur.Hâsılı bir tarîkat, bir yol ki, ilk şartı olan temizlik, kalbden  mâsivâyı, ya’nî Allahü teâlâdan başka herşeyi çıkarmakdır. Bunun  anahtarı, kalbin dâimâ Allahü teâlâyı anmakla meşgûl olmasıdır. Bu hâl,  nemâzdaki iftitâh tekbîri mesâbesindedir. Netîcesi, temâmen Allahü  teâlânın varlığında yok olmakdır. Böyle bir yol hakkında başka ne  söylenebilir. 
Allahü teâlânın varlığında yok olmanın son mertebe sayılması,  başlangıçda istek ve irâde ile yapılabilen hâllere göredir. Yoksa  aslında o fenâ makâmı, tarîkatın başlangıcıdır. Ondan önceki hâller, bu  yolun yolcuları için, sokak kapısı ile evin asl kapısı arasındaki avlu  durumundadır. Tarîkatın başlangıcından i’tibâren keşfler, müşâhedeler  başlar. Hattâ öyle olur ki, sâlikler (tarîkat yolcuları) uyanıkken  melekleri, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” rûhâniyyetlerini görürler.  Sözlerini işitirler ve onlardan pekçok fâideler elde ederler. Dahâ sonra  onların rûhâniyyetlerini ve sîretlerini görmekden öyle yüksek  derecelere yükselme hâli hâsıl olur ki, bunu sözle anlatmak mümkin  değildir (el münkizü mineddalal-İmamı Gazali)    Nitekim ayette:    Bu sûretle İbrâhîme göklerin ve yerin melekûtünü gösteriyorduk ki yakîn hâsıl edenlerden olsun (Enam 75)buyurulur.   
Hz. Peygamber (s.a.s)"Eğer şeytanlar insanoğlunun kalbini sarıp kuşatmasaydı, onlar gökler âlemini seyrederlerdi' (Müsned, 2/363. )    Bediüzzaman hazretleride Mektubatta 29 ncu Mektubun Telvihât-ı Tis’a bölümünde Tarikat hakkında derki:    Sual: Tarikat nedir?  Elcevap: Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i  imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında  kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir  derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye mazhariyet; “tarikat,”  “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir. 
Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi  binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki  dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi  misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz  fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi,  hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve  hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyon-larla nuranî kitaplar  gösteriyorlar. 
İşte, madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde  bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî,  haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir.  Elbette ve herhalde, o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve  tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini  irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalb dahi akıl  gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet  merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh  etmektir.  Üçüncü telvihte devamla derki: 
Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat bir burhan-ı şeriattır. Çünkü  risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velâyet bir nevi şuhud-u  kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder.  Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriat ders  verdiği ahkâmın hakaikini, tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan  istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan  geldiğine bir burhan-ı bâhirdir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat,  risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de, İslâmiyetin bir  sırr-ı kemâli ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir  maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır.   
Tarikat erbabının imanlarını kurtarma hususunda ve eğri olanlar yüzünden  hepsinin kınanmasını beyan ederek Bediüzzaman üçüncü telvihte devamla  derki: 
Tarikat, yani Sünnet-i Seniyye dairesinde tarikatin hasenâtı seyyiâtına  kat’iyen müreccah olduğuna delil, ehl-i tarikat, ehl-i dalâletin hücumu  zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarikat,  sûrî, zâhirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O  zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını  kurtarır. Kebâirle fâsık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zındıkaya  sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikadla aktab kabul ettiği  bir silsile-i meşâyihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez.  Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı  kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi  harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların  desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir. 
Birşey daha var ki: Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten  hariç bir suret almış bazı meşreplerin ve tarikat namını haksız olarak  kendine takanların seyyiâtıyla tarikat mahkûm olamaz. Tarikatin dinî ve  uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız  âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve  inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarikatler olduğu  gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti  söndürmek için müthiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz  kale-i İslâmiyeden bir kalesidir. Merkez-i hilâfet olan İstanbul’u beş  yüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren,  İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i  İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin  arkalarındaki tekkelerde Allah Allah diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve  marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş u  huruşlarıdır. 
İşte, ey akılsız hamiyetfuruşlar ve sahtekâr milliyetperverler!  Tarikatin, hayat ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi  seyyiatlardır, söyleyiniz.    Dokuzuncu telvihte ise bediüzzaman hazeretleri tarikatın 9 faydasını beyanla derki: 
Tarikatin pek çok semerâtından ve faidelerinden yalnız burada dokuz adedini icmâlen beyan edeceğiz.  Birincisi : İstikametli tarikat vasıtasıyla, saadet-i ebediyedeki  ebedî hazinelerin anahtarları ve menşeleri ve madenleri olan hakaik-i  imaniyenin inkişafı ve vuzuhu ve aynelyakîn derecesinde zuhurlarıdır.  İkincisi: Makine-i insaniyenin merkezi ve zembereği olan kalbi,  tarikat vasıta olup işletmesiyle ve o işletmekle sair letâif-i  insaniyeyi harekete getirip netice-i fıtratlarına sevk ederek hakikî  insan olmaktır.    Üçüncüsü: Âlem-i berzah ve âhiret seferinde, tarikat  silsilelerinden bir silsileye iltihak edip ve o kàfile-i nuraniye ile  ebedü’l-âbâd yolunda arkadaş olmak ve yalnızlık vahşetinden kurtulmak ve  onlarla dünyada ve berzahta mânen ünsiyet etmek ve evham ve şübehâtın  hücumlarına karşı onların icmâına ve ittifakına istinad edip, herbir  üstadını kavî bir senet ve kuvvetli bir burhan derecesinde görüp,  onlarla o hatıra gelen dalâlet ve şübehâtı def etmektir.  Dördüncüsü: İmandaki marifetullah ve o marifetteki  muhabbetullahın zevkini, sâfi tarikat vasıtasıyla anlamak; ve o  anlamakla dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanın kâinattaki gurbet-i  mutlakasından kurtulmaktır. Çok Sözlerde ispat etmişiz ki, saadet-i  dâreyn ve elemsiz lezzet ve vahşetsiz ünsiyet ve hakikî zevk ve ciddî  saadet, iman ve İslâmiyetin hakikatindedir. İkinci Sözde beyan edildiği  gibi, iman, şecere-i tûbâ-i Cennetin bir çekirdeğini taşıyor. İşte,  tarikatin terbiyesiyle o çekirdek neşvünemâ bulur, inkişaf eder.  Beşincisi: Tekâlif-i şer’iyedeki hakaik-i lâtifeyi, tarikatten ve  zikr-i İlâhîden gelen bir intibah-ı kalbî vasıtasıyla hissetmek, takdir  etmek-o vakit taate, suhre gibi değil, belki iştiyakla itaat edip  ubûdiyeti ifa eder.  Altıncısı: Hakikî zevke ve ciddî teselliye ve kedersiz lezzete ve  vahşetsiz ünsiyete, hakikî medar ve vasıta olan tevekkül makamını ve  teslim rütbesini ve rıza derecesini kazanmaktır.  Yedincisi: Sülûk-ü tarikatin en mühim şartı, en ehemmiyetli  neticesi olan ihlâs vasıtasıyla, şirk-i hafîden ve riyâ ve tasannu gibi  rezâilden halâs olmak ve tarikatin mahiyet-i ameliyesi olan tezkiye-i  nefis vasıtasıyla nefs-i emmârenin ve enâniyetin tehlikelerinden  kurtulmaktır.  Sekizincisi: Tarikatte, zikr-i kalbî ile ve tefekkür-ü aklî ile  kazandığı teveccüh ve huzur ve kuvvetli niyetler vasıtasıyla âdetlerini  ibadet hükmüne çevirmek ve muamelât-ı dünyeviyesini a’mâl-i uhreviye  hükmüne getirip sermaye-i ömrünü hüsn-ü istimal etmek cihetiyle, ömrünün  dakikalarını, hayat-ı ebediyenin sümbüllerini verecek çekirdekler  hükmüne getirmektir.  Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-ü kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve  terakkiyât-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani  hakikî mü’min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî değil, belki  hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve  bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı  Zülcelâline abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve  âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî Âdemin  melâikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî  cenahlarıyla makamât-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye  bakmak, belki de o saadete girmektir.(Bediüzzaman Mektubat 29 mektup 9  Kısım)    Allaha Giden yol Nefsin tanımı ve mertebeleri-h kerrar         |