Bediüzzaman ve siyaset 
  
 Siyaset: “İdare etme sanatı. Diplomatlık.” “İnsanları ıslah ve irşat sanatı.” 
Siyaset,  oldukça genel bir ifade.. Devletin ekonomik politikasından, bir şirket  müdürünün yönetim biçimine, mürşitlerin ve peygamberlerin (a.s.) irşat  metotlarına kadar uzanan çok geniş bir sahayı içine alıyor. Ama gel gör  ki, günümüz insanı kısır politik çekişmeleri bir boks maçı gibi seyrede  ede, siyaset denilince onun hatırına hemen parti propagandaları ve  hükümet programları gelir.  
Politikayla bu derece şartlanmış insanlara Üstad Bediüzzaman’ın siyaset anlayışını anlatmak oldukça zor.  
Din  ve dünya hakkındaki her türlü problemini ancak politikacıların  çözeceğine ve ne kadar emelleri, hedefleri varsa hepsinin siyasîlerce  yerine getirileceğine inanan ve kendisini siyasete endeksleyen bir  insana, Bediüzzaman’ın siyasete bakışını anlatmak ve kavratmak oldukça  zor. Yapılabilecek tek şey, Üstadın siyaset hakkındaki beyanlarını bir  çiçek buketi gibi takdim etmek ve sadece bir renge takılıp kalmamasını  ve tümünü birden seyretmesi gerektiğini söyleyerek onu Nur Külliyatıyla  baş başa bırakmaktır. 
Bir noktaya kısaca değinmek isterim. Umarım, bizim için bir hareket noktası olur. 
Üstad,  “her risalenin kendi makamında rüçhaniyeti” olduğunu ifade ederek Nur  talebelerini bütün külliyatı dikkatle okumaya teşvik etmekle birlikte,  iki risale hakkında özel notlar düşer. 
Bunlardan birincisi, “İhlâs  Risalesi”. Bu risale hakkında, “lâakal” yani en azından, “her on beş  günde bir defa okunmalı” tavsiyesinde bulunur.  
Diğeri ise, “Meyvenin Dördüncü Meselesi”. Bu risale için de “çokça okuyunuz” kaydını düşer.  
Bu  iki risale üzerinde biraz durmak isterim. İhlâs risalesi sık sık  okunmalı, çünkü çirkef içindeki bir içtimaî yapının tesirinde kalınarak  ondaki düsturlardan sapma gösterme tehlikesi her zaman söz konusu. Örnek  olarak, risaledeki ilk iki düsturu hatırlayalım.   
Birinci düstur,  “amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.” İnsan çevresine baka baka, kalbine  ve aklına rağmen, toplumun yanlış değer hükümlerine uymaya kendini  mecbur hissedebiliyor. Ayıplanma endişesi, menfaat kaygısı, takdir  kazanma ve alkış toplama arzusu gibi geçici ve mânâsız hislere kapılıp  İlâhî rıza istikametinden sapabiliyor. Üstadın tabiriyle “nâsı, Rabb-ı  nâsa şerik” yaparcasına, rızadan uzaklaşıp riyaya sapabiliyor. İşte bu  risaleyi hiç olmazsa on beş günde bir okuyan bir Nur Talebesi niyetini  tashih eder ve bu vartadan kurtulur. 
İkinci düstur, “Bu hizmette  bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek.” Çoğu zaman, hizmete zarar  veriyor gerekçesiyle, bizim görüşümüze uymayan kardeşlerimizi tenkit  yoluna girebiliyoruz. Bu düsturu da sık sık okuyup birlik ve  beraberliğimizi, sevgi ve saygımızı yenilemek durumundayız.   
“Meyvenin  Dördüncü Meselesi”ne gelince, bu risalede insanın, kalp ve mide  dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden tâ dünya dairesine kadar iç  içe nice dairelerle kuşatılmış olduğu nazara veriliyor. Ve sonunda büyük  mesaj geliyor: 
“Küçük dairede büyük ve daimî vazife var. Büyük dairede ise küçük, ara sıra vazife bulunabilir.”  
Bu  risalede insanın, içtimaî ve siyasî hadiseler içinde boğulmaması,  kalabalıklar içinde kendini kaybetmemesi, kalbini ve ruhunu her zaman ön  planda tutması vurgulanıyor. Böyle yapmadığı takdirde ebedî bir Cenneti  kaybedeceği ve hüsranının sonsuz olacağı çok güzel bir şekilde  işleniyor.  
Siyaset konusuna, bu iki risalenin ışığında nazar edersek Üstadı çok daha iyi anlarız.    
İman hizmeti ve siyaset:
“Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var.Başka cereyanlarla alâkam yok“   Mektûbat  
Üstadın  gayesi insanların imanlarının kurtulmasına Nurlarla vesile olmak.  Mutlak rakibi ise imansızlık... O halde, Üstadın siyasete bakışı da bu  ölçüye göre olacaktır. 
İnsanları güç ve kuvvetle imana getirmek  mümkün değil; zaten dinde zorlama da yasak kılınmış. Karşımızdaki insana  birşeyler anlatabilmemiz için falan partinin iktidarda olması diye bir  şart da yok. Üstadın siyasîlerden bu noktada beklediği fazla bir şey de  olmamış. 
“Bütün mücedditler de iman cereyanında oldukları halde  Üstad bunu özellikle niçin ifade ediyor?” diye bir soru akla geliyor. Ve  maziye baktığımızda, diğer mücedditlerin daha çok, İslâm’a sokulmaya  çalışılan fitnelerle, hurafelerle, bidatlarla çarpıştıklarını,  Müslümanları mânevî tekâmüle erdirecek yollar, vasıtalar üzerinde  durduklarını görürüz.  
Tâ asr-ı saadete kadar, dahilde, doğrudan  doğruya imansızlıkla mücadele edilen bir asır göremiyoruz. Şirkin ve  putperestliğin dünyayı sardığı o asr-ı cahiliyetten sonra, imansızlığın  yeniden canlandırılmaya çalışıldığı, Ateizm, Materyalizm ve Darwinizm  için dünya çapında büyük bir seferberliğe girildiği bir başka devir  görmüyoruz. İşte Üstad, “ben imanın cereyanındayım, karşımda imansızlık  cereyanı var” demekle davasının ulviyetiyle birlikte yükünün ağırlığını  ve düşmanının dehşetini de nazara veriyor. Bir başka risalesinde “iki  elimiz var, yüz elimiz de olsa ancak nura kâfi gelir” buyurarak, aynı  mânâyı kuvvetlendiriyor.  
“Bu zamanda ehl-i İslâm’ın en mühim  tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalâletle kalblerin bozulması ve  imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir  ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.”
						 Lem’alar  
Üstad,  büyük bir ruh hekimi, kalp tabibidir. Zengini, fakiri, âmiri, memuru,  oy vereni ve alanı hep onun ilgi alanı içindedirler. Ve Onun gayesi  hepsine tahkiki iman dersi vermek, hepsinin imanlarını tehlikeden  muhafaza etmektir.   
Siyaset kalp ve ruha zarar veriyor: 
Üstad,  siyaseti, “gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi”  (Emirdağ Lâhikası) olarak değerlendirir. İnsanın dar dairedeki gerçek  vazifesini bırakıp, geniş dairelerdeki siyasî ve içtimaî hadiselerle  gereksiz olarak ilgilenmesini zararlı bulur ve şöyle buyurur:
“Hem  iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var.  Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti  ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir.  Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de  boğuyor.” Emirdağ Lâhikası  
“Evet bu zamanda siyaset, kalbleri  ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. Selâmet-i kalb ve  istirahat-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.” Kastamonu Lâhikası  
“Siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir.”     Sözler 	  
Siyaset onuncu derecede: 
Üstadın  siyasete bakışında bir başka nokta, siyasî ve içtimaî yollarla İslâm’a  hizmet etmeyi, iman hizmeti yanında ancak onuncu derecede görmesidir. 
Kastamonu Lâhikasındaki bir mektubunda,   
“Ehl-i  dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat  nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i  İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dâir hizmeti, kâinatta en büyük  mes'ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih  gördüklerinden...” diyerek hem kendisine cephe alanların gafletini  sergiler, hem de Nur Talebelerine, sanki şu ince mesajı verir:
Eğer  sizler de siyasî ve içtimaî hadiselere iman hizmetinden daha fazla ilgi  duyar, onlarla daha çok meşgûl olursanız ve sohbetlerinizde o gibi  hadiseler iman hizmetinden daha fazla yer tutarsa siyasîlere benzemiş  olursunuz.  
Nur Talebeleri bu mesajı çok iyi aldıklarından bütün  himmetlerini, imansızlık ateşinde yanan, tereddüt ve şüpheler içinde  bocalayan ve sefahat çamuruna düşen insanların kurtuluşlarına  hasrederler.  
Siyaset birlik ve beraberliğe zarar veriyor: 
Üstadı  bugünkü siyasî cereyanlara soğuk baktıran diğer bir sebep ise, siyasî  tarafgirliğin milletimizin birlik ve beraberlik ruhuna verdiği büyük  zarardır. Bu noktanın da yine insanın kalb âlemiyle yakın ilgisi var.  İslâm’da Allah için sevmek ve yine Allah için düşmanlık beslemek  esastır.  
Bir risalede, bir insana zatı için değil, sıfatı için  muhabbet edildiğini ifade buyurur. Bu kaide düşmanlık için de geçerli.  İnsanların ne etine, ne kemiğine değil, ruhlarında taşıdıkları kötü  sıfatlara düşmanlık beslenir. İyinin ve kötünün ölçüsü ise, İlâhî ferman  olan Kur’an-ı Kerim’de ve onun tefsiri olan hâdis-i şeriflerde beyan  buyrulmuştur. O halde Allah’ın beğenmediği, kerih gördüğü, yasakladığı  sıfatlar kimde olursa olsun kötü; O’nun razı olduğu iyi ve güzel  sıfatlar ise yine kimde olursa olsun güzeldir. Ama siyasette bu ölçü  kaybolur. Kendi siyasî görüşünde olmayanlar her yönden kötü, kendi  partilerine mensup olanlar ise her cihetle berrak ve sâfi telâkki  edilir. Üstad bu yanlışın insanın kalp ve ruh âleminde yaptığı büyük  zararı şu ifadeleriyle güzelce ortaya koyar: 
“Sakın, sakın! Dünya  cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan  cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet  fırkalarına karşı perişan etmesin! ‘Elhubbu  fillahi velbuğzu fillahi’  düstur-u Rahmanî yerine, el-iyâzü billah ‘El hubbu fissiyaseti velbuğzu  lissiyaseti’ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine  adavet ve el-hannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık  ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine mânen şerik eylemesin.”           Kastamonu Lâhikası  
Bir başka eserinden:  
“Bir zaman,  bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir  ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir  derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı,  hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm,  "Eûzü billâhi mineşşeytani vessiyaseti" dedim, o zamandan beri hayat-ı  siyasîyeden çekildim.”      Mektûbat  
Üstad, ne meşrutiyet ne de  cumhuriyet döneminde hiçbir partide görev almadığına göre, onun  siyasetten çekildim sözünü nasıl anlayacağız?  
Üstadın meşrutiyet  döneminde verdiği bir mücadele vardı. Batıyı her yönüyle körü körüne  taklit etmek yerine, Japonlar gibi, garbın sadece tekniğini almak, ama  bunu yaparken kendi öz değerlerimizden de taviz vermemek fikrinde idi.  Bu konuda gazetelerde yazılar yazmış ve bir takım içtimaî hizmetlere  tevessül etmişti. Diğer taraftan, doğuda dinî ilimlerle fennî ilimlerin  birlikte okutulacağı bir üniversite açılması için gayret göstermiş, bu  arzusunu devrin padişahına kadar ulaştırmıştı.  
Üstadın eski Said  döneminde icra ettiği bu gibi içtimaî ve bir yönüyle de siyasî  hizmetler daha sonra yerini tamamen iman hakikatlerinin neşir ve ilânına  bırakmıştır.  
Din, siyasete âlet edilemez: 
Nur hizmetinin siyasî ihtilâflardan uzak tutulması gereğini ifade eden önemli bir ders: 
“Nur  şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünki  iman, mâl-i umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahibleri var.  Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır.  Nur mesleğinde, mü'minlerin uhuvveti esastır.” 
					  Emirdağ Lâhikası  
Siyasetin  tarafgirliğe ve ihtilâfa yol açması hususundaki endişelerinin bir başka  cihetini ortaya koyan şu ifadeler de çok enteresandır:
“Dediler:
–Dinsizliği görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.
Dedim:
–Evet  lâzımdır. Fakat kat'î bir şart ile ki, muharriki aşk-ı İslâmiyet ve  hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya  tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki ma'fuvdur.  İkincisi isabet de etse, mes'uldür. Denildi:
–Nasıl anlarız?
Dedim:
–Kim  fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû-i zan bahaneleriyle  tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mal-ı mukaddesi olan  dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslekdaşlarına daha ziyade has  göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla  nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.” Sünuhat 
Din namına  ortaya çıkma denilince, hemen dinîn siyasete âlet edilme endişesi  hatıra gelir. Üstad bu noktada çok hassastır. Tâ meşrutiyet döneminde  sarf ettiği şu sözler onun bu husustaki hassasiyetinin bütün ömrü  boyunca hiçbir sapma göstermeksizin devam ettiğinin en güzel ifadesi: 
“İslâmiyet  güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak  İslâmiyet’in kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.” Hutbe-i  Şamiye 
 Üstad, Kur’an tefsiri olan Nur Risalelerini dünyevî ve  siyasî bir maksada âlet etmeyi, kırılacak şişelere bâki elmas fiyatı  vermeye benzetir.  
 “Kur'an ve imanın hizmeti ne için beni  men'ediyor dersen, ben de derim ki: Hakaik-i imaniye ve Kur'aniye birer  elmas hükmünde olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim; elimdeki o  elmaslar iğfâl olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için  bir propaganda-i siyaset değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara, âdi  şişeler nazarıyla bakabilirler.” Mektûbat  
Aynı mânâyı takviye eden bir başka ders:  
“Kur'an  bizi siyasetten şiddetle men'etmiş. Evet Risale-i Nur'un vazifesi ise,  hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire  çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla gayet kat'î ve en  mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar  ile Kur'ana hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur'u hiçbir şeye âlet  edemeyiz.” Şualar 
“Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş” cümlesi değişik yönlerden ele alınabilir: 
Nasıl  Kur’an bütün bir insanlığın irşadı için inzâl olmuşsa, onun tefsirleri  de bütün bir beşeriyet içindir. Onu sadece bir gruba mal edip geride  kalan insanları ondan mahrum bırakmak, Kur’an’ın cihan şümullüğü ile  bağdaşmaz ve Kur’an böyle bir anlayışı reddeder. 
Kur’an’ın ulvî  hakikatlerinin süflî menfaatlere âlet edilmesini de Kur’an kabul etmez.  Doğruluk, muhabbet, beraberlik esaslarını  mü’minlerin kalplerine  yerleştiren Kur’an’ın, yalana, iftiraya, bölünme ve parçalanmaya yol  açan siyasî kavgaları kabul etmeyeceği de açıktır.  
Bir başka  sebep de şu olsa gerek: Her asrın müceddidi Kur’an’dan o asrın  ihtiyaçlarına ve mizacına en uygun bir tebliğ ve hizmet metodu istihraç  etmiş. Üstad ise Kur’an’dan ‘siyasetsiz hizmet’ dersini almış oluyor.
...  
Şefkat, vicdan ve hakikat siyasetten men ediyor: 
Üstat Bediüzzaman hazretleri, kendisini siyasetten men eden bir başka ciheti ise şöyle dile getirir:  
“Şefkat,  vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak  dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi-sekiz masum,  bîçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta, ihtiyar var.  
Belâ ve musibet  gelse o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz,  daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl  tarzında, neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i  Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak şakirtlerini men etmiş.” 
Bu  ifadelerden hemen anlaşılacağı gibi, siyaseti dinsizliğe âlet eden onda  iki gibi az bir grup. Gerek bunlara tâbi olanlar, gerekse bunların  siyasetle alâkası olmayan çoluk çocukları, hastalar, ihtiyarlar ise onda  sekiz. Bu azınlık gruba karşı aktif siyasetle meydana çıkılsa ve şer  güçlerin engellemesiyle karşılaşıldığında daha da ileri gidilip “idare  ve asayiş ihlâl” edilse, yani Kur’an’a ihlâs ile hizmet eden insanlar  yönetimle karşı karşıya getirilse, o zaman iç kavgaya yol açılır. Ve  böyle bir çalkantıda o dinsizler, büyük bir ihtimâlle, bir yolunu bulup  kendilerini kurtarırlar, ama o masumlara büyük zarar olur. 
İşte o  masumların hukukunu düşünme inceliği, feraseti, himmeti ve şefkatidir  ki, Risale-i Nur talebelerini siyasetten men etmiştir. Zaten vicdan ve  hakikat da, masumların cezalandırılmasına cevaz vermez.  
Halbuki,  ikaz ve irşad yolu, ilim ve tebliğ yolu böyle zararlardan temizdir. Bu  yol ile o zâlimler ıslah olmasalar bile, onlara aldananlar, hatta  onların çoluk-çocukları imanla, İslâm’la müşerref olabilirler. İşte  büyük Üstadı siyasete girmekten ve idareye karışmaktan men eden bu engin  şefkat, himmet ve hikmettir.  
İşte, asrının mânevî öncüsü olma  şerefine mazhar bu büyük insan, böyle bir neticeye şahsî düşüncesiyle  değil Kur’an’dan aldığı dersle ulaştığını, “Kur’an bizi siyasetten  şiddetle men etmiş” ifadesiyle açıkça ortaya koyuyor.  
“En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktır.” Emirdağ Lâhikası    
Kökü dışarıda olan cereyanlar: 
Üstadın  siyaset noktasında üzerinde önemle durduğu bir başka nokta da, siyasete  girenlerin kökü dışarıda olan menfî cereyanlara bilmeyerek de olsa âlet  olmaları tehlikesidir.
“Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar  içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını  muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına  alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.”  Şualar  
Eski Said döneminde dile getirilen bu gerçekler maalesef  hâlâ belli bir ölçüde de olsa geçerliğini koruyor. Hâlâ siyasetimizin  istiklâline tam kavuştuğunu söyleyemiyoruz. Kanaatimce, bunun en büyük  sebebi iktisadî yönden dışa büyük ölçüde bağımlı olmamız. Üstadın,  “i’layı kelimatullahın bu zamanda en büyük sebebi” olarak “maddeten  terakki”yi görmesi bir yönüyle bu meselemize de bakıyor.  
Oy kullanmak siyaset mi? 
Son olarak oy kullanma ve mebus olma meselesi üzerinde de biraz durmak isterim. 
Üstad,  Nur hizmetini hiçbir partinin menfaat odağı haline getirmemekle  birlikte, seçimlerde kendisi oy kullandığı gibi talebelerine de  kullandırmıştır. Bu noktada siyasetten beklediği tek şey, “def-i şer”  hizmeti, yani başta Komünizm olmak üzere zararlı cereyanlardan  memleketimizi muhafaza etmeleri.  
İnsanları irşat ve ıslah görevi  ise, ilim adamlarına ve mürşitlere ait. Bu noktada siyasetten bir şey  beklemenin bir mânâsı yok.  
Üstad, Demokrat Parti’ye rey verdiğini Halk Partisi’ne vermediğini açıkca beyan etmiş ve sebebini de şöyle izah etmiştir.   
“Halk  Partisi iktidara gelecek olursa, Komünist kuvveti aynı partinin altında  bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat'iyyen Komünist  olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese  edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaîye ve vatanımıza dehşetli bir  tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat  Parti'yi, Kur'an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum."  Emirdağ Lâhikası  
Üstad, Demokrat Partiyi desteklemesi yanında onlardan bir fayda beklemediğini de açıkça beyan etmiş:		  
“Biz,  Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur'an menfaatına  kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki  dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muârız oldukları için;  onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına  bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz'î bir zararla pek küllî  bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar  partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz.” Emirdağ Lâhikası 
Mektupta,  sözü edilen iki cereyandan birincisinin, “komünist, dinsizlik  cereyanı,” ikincisinin ise, “ifsad komitesi namında bir komite,” olduğu  ifade edilir ve bu komitenin hedefi de “müstemlekâtların, Türklerle  alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek”  şeklinde ortaya konulur. 
Aynı mânâyı destekleyen bir başka ifadeleri: 
“Madem  siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az  müsaadekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha a’zamüşşerden kurtulmak  için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.”Emirdağ  Lâhikası 
Bugün artık Komünizm yıkılmış, ülkemizdeki politik  kamplaşmalar ideolojik merkezli olmaktan belli bir ölçüde kurtulmuşlar,  zıt görüşlü partiler birbirleriyle koalisyonlar kurma noktasına  gelmişler ve devletçilikten her geçen gün biraz daha uzaklaşılması ve  özel teşebbüse ağırlık verilmesiyle de siyaset eski önemini kaybetmiş. 
Üstad,  Halk Partiye oy vermenin Komünizm tehlikesini gündeme getireceği o  dehşetli dönemde bile, suçu Halk Partisinin yüzde beşine vermiş, partiyi  desteklemediği halde partililere düşmanca bir tavır takınmamış ve  takındırmamış. Siyasî görüşüne bakmaksızın, iman hizmetini her insana  ulaştırmak onun her zaman birinci gayesi olmuş. 
Bütün bunlar Nur’un  siyaset hakkındaki fevkalade isabetli düsturlarından bir demet. Bunları  bilen insan, bu hizmeti hiçbir dünyevî ve siyasî cereyana âlet edemez.  Ama, bazı Nur talebeleri siyasete atılmak isteyebilirler. Üstad onlara  da bir engel çıkarmamış ama önemli kayıtlar ve şartlar getirmiş:  
“Siyaset  hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı  kardeşler; Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.”  Emirdağ Lâhikası  
Demek ki, siyasete menfaat ve ikbal gibi süflî gayeler için girilmeyecektir. 
Önemli bir nokta: 
“Nurların maslahatı namına” siyasete girmek başka, “Nurlar namına” girmek daha başkadır. 
Birincisi bir niyet meselesidir.  
İkincisinde  ise, siyasete giren şahıs Nur Talebelerinin desteğini arkasında görmek  ister. Nurların “her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı  olması”, Nur talebelerini bir siyasî partinin yan kuruluşu gibi  çalışmaktan men eder. 
Bu nokta dikkate alınmadığında, kırgınlıklar,  nazlanmalar, ihtilâflar çıkabilir. Bunun Nur hizmetine vereceği zarar  mutlak, siyasetin getireceği menfaat ise tahminî ve hayalîdir. 
Bu  sebeple, şahıslar siyasete ancak kendi namlarına girebilirler, ama Nur  talebelerinden kayıtsız şartsız destek bekleme gibi bir ruh haletine  girmekten de şiddetle kaçınırlar. 
alıntıdır 
Sorularla Risale