Konu Başlıkları: Sünnet, hadis, haber
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 06 Temmuz 2014, 13:27   Mesaj No:1

Medineweb

Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:6
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:339
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Sünnet, hadis, haber

Sünnet, hadis, haber

1. Sünnetin Lügat ve Istılah Manâsı


Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun, yahut başka bir ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına gelen bir kelimedir. Bu manânın suhuletle dökülen suyun gidişinden alındığı söylenmiştir ki, senne aleyhi'l-mâ'e iba­resi, bu manâya uygun olarak "suyu yavaşça döktü" demek olur^. Araplar, takip edilen yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerindeki gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı kelimeyi kullanmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de, sünnetin, zikrettiğimiz bu lügat manâsında kullanıldığını gösteren âyetler vardır: "Kendilerine hidayet gelince, insanların îman etmelerine ve Rablarından mağfiret dilemelerine, evvelkilerin sünnetinin (gidişatının), yahut çeşit çeşit azabın kendilerine gelmesinden başka bir engel yoktur"'
Aynı lügat manâsı, Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de görülür: "
"Her kim kendisine iyi bir sünnet (yol, âdet) edinirse, onun ve onunla amel edecek olanların sevabı o kimseye âit olur. Kim de kötü bir yol edinir­se, onun ve onunla amel edecek olanların günâhı da o kimseye âit olur" .
Lugatta, yukarıda zikredilen manâlarda kullanılmış olan sünnet ke­limesi, İslâm'ın bidayetinden itibaren özel bir manâ kazanmış, yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını muhafaza etmiş olmakla beraber, bu manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin, Allah'ın tebliğine memur et­tiği "dîn" ile ilgili olması dolayısıyle, kelimenin lugatta görülen "kötü" veya nıezmûm yol" manâsı, ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu zaman, bu sünnetin zemme lâyık yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu yol ve gidiş, övülmeye ve örnek alınmaya lâyıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bazı âyetlerde sünnetin bu manâsını açık bir şekilde görmek mümkündür: " Sizin için, Allah'ı ve âhıret gününü arzu eden ve Allah'ı çok zikreden kimseler için, Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır. "Şüphesiz sen, insanları dosdoğru yola, Allah'ın yoluna iletirsin".
Aynı manâ, Hazreti Peygamberin şu hadîsinde de görülebilir: "Size iki şey bıraktım; bunlara sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmeyeceksiniz: Biri Allah 'm Kitabı, diğeri Rasûlünün Sünneti .
İslâm'ın başlangıcında sünnet, yukarıda açıkladığımız şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmakla beraber, tedvîn devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması yönünden onun değişik tarifleri yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah manâları kazanmıştır:
Fıkıh usûlü âlimleri, sünneti şer'î deliller içinde incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb, haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm ehli arasında ise, sünnet, bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bu­lunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hazreti Peygamberin düşünce ve dav­ranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadîsçilere göre ise sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve tak­ririnden ibarettir. Keza onun ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hıra mağarasmdaki yaşayışı da sünnetten sayılır. Bu manâsı ile sünnet hadîsin müradifidir.
Söz, fiil ve takrirden ibaret olduğuna işaret ettiğimiz sünnet, aynı za­manda, ilâhî vahyin iki kısmından birini teşkil eder; diğer kısmı ise, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygamberin "kendi hevâ ve he­vesinden konuşmadığını, her ne konuşmuş ise, onun, kendisine vahyedilen bir vahiy olduğunu" beyan buyurmuştur. Bu manâyı teyîd eden Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de, "bana Kur'ân verildi; bir de onunla birlikte onun gibisi" denilmiştir. Kur'ân'le birlikte Hazreti Peygambere verilen Kur'ân gibi vahye müstenid olan şeyin, sünnetten başka bir şey olabileceğini düşünmek elbette mümkün değildir.
Kur'ân ve sünnetin vahye müstenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark olduğuna şüphe yoktur. Kur'ân,manâ ve lafız olarak vah-yedilmiştir. Bu sebeple onun manen rivayeti veya nakli caiz değildir. Haz­reti Peygambere gönderilişinden bugüne kadar, nasıl tebdîl, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da o şekilde korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allahu Ta'âlâ bizzat tekeffül etmiş ve "Kur'ân'ı biz, evet biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz." buyurmuştur. Lafzı ve manâsı ile mu'ciz olan Kur'ân, beşer kelâmı ile kıyaslanamayacak kadar üstün vasfa sahiptir. Hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muk­tedir olamaz. Allahu Ta'âlâ bu gerçeği açık ve kesin bir ifade ile şöyle açık­lamıştır: "(Ey Muhammedi) De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir ben­zerini getirmek üzere biraraya gelseler, biribirlerine de yardım etseler, onun bir benzerim yine getiremezler." İşte bu vasıflarıyle Kur'ân-ı Kerîm, na­mazda ve namaz dışında okunması ibadet hükmünde olan bir kitaptır.
Vahye müstenid olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerden iba­ret olan sünnete gelince, onu Kur'ân-ı Kerîm'den ayıran en büyük özellik, lafzan vahyedilmiş olmamasıdır. Bu sebepledir ki, sünnetin lafızları Kur'ân lafızları gibi mu'ciz değildir; bu lafızlara ve manâlarına hakkı ile vâkıf olan-larca manen rivayet edilmesi caizdir; okunması ibadet hükmünde sayılmaz.
Şu var ki, İslâm uleması, Hazreti Peygamberin, ilâhî vahyin gelmediği bazı meselelerde ictihadda bulunduğunu ve kendi görüşü ile hüküm ver­diğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bu hususla ilgili olarak Abdulvahhâb Hallâf, islâm Teşrii Tarihi adlı kitabında şunları söylemiştir: "Hazreti Peygamber devrinde teşrîîn iki kaynağı vardır. Birisi ilâhî vahiy; diğeri ise, Hazreti Peygamberin kendi içtihadı. Herhangi bir ihtilâf, veya bir hâdise, yahutta bir sual veya fetva talebi ile teşrî'i gerektiren bir şey zuhur ederse, Allahu Ta'âlâ, elçisine, hükmü bilinmek istenen mesele hakkında hüküm getiren bir veya bir kaç âyet indiriyor; Hazreti Peygamber de vahyedilen bu âyetleri, uyulması gerekli (vâcib) bir kanun olarak müslümanlara teblîğ edi­yordu. Eğer teşrii gerektiren bir hâdise olur, fakat Allahu Ta'âlâ bu hâdise ile ilgili hükmü beyan edecek bir âyet vahyetmezse, Hazreti Peygamber bu hükmün bilinmesi için ictihadda bulunuyor ve içtihadının ona sağladığı ne­tice ile hüküm veriyordu; yahut sual veya istiftaya icabet ediyordu. İctihad eseri olarak ondan sâdır olan bu hüküm veya cevap, ilâhî vahye istinad eden kanun gibi, uyulması gereken bir kanun oluyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de vârid olan ahkâm âyetlerini ve bunların sebeb-i nüzul ile ilgili müfessir rivayetlerini tetkik edenler, her Kur'ânî hükmün, teşrii gerektiren bir hâdise dolayısıyle vazolunduğumı görürler. Bu husus, Allahu Ta'âlâ'nın şu âyetlerinden açıkça anlaşılır:
"(Ey Muhammedi) Sana, içinde savaş yapılan haram ayı soruyorlar. (Onlara) de ki: Bu ay içinde savaş yapmak büyük suçtur...
"Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. (Onlara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günâh, hem de faydalar vardır; fakat günâhları fay­dalarından daha büyüktür..." Bunun gibi, bazı tereke üzerinde vu-kubulan ihtilâflar sebebiyle veraset, bazı karı koca arasındaki geçimsizliğin isnad ve iftiraya varması (kazf) sebebiyle li'ân ahkâmı vazolunmuştur.
Bunun gibi, ahkâm hadîslerinin ve hadîsçilerin bu hadîslerin sebeb-i vürûdu ile ilgili rivayetlerinin tetkikinden de anlaşılır ki, Hazreti Pey­gamberin içtihadına dayanan bütün hükümler, bir ihtilâf hakkındaki ka­zası, bir hâdise hakkındaki fetvası ve bir suale cevabıdır. Meselâ, bazı sa­habeden rivayet edildiğine göre, demişlerdir ki: Yâ Rasûlallah! Suyu tuzlu olan denizdeyiz. Yanımızda abdest almaya yetecek kadar tatlı su yok. Deniz suyu ile abdest alabilir miyiz? Hazreti Peygamber, bu suale şöyle cevap ver­miştir: "Deniz suyu temiz ve ölüsü (balığı) helâldir".
Bundan anlaşılıyor ki, Hazreti Peygamber devrinde vazolunan ahkâmın hepsinin de kaynağı vahy-i ilâhî ve ictihad-ı nebevi olup, ortaya çı­kışları, onları gerektiren teşrî'î ihtiyacın zuhuru üzerine mebnîdir. Hazreti Peygamberin, birinci kaynağa göre vazolunan ahkâma nisbetle vazifesi, bu ahkâmı getiren âyetlerin tebliğ ve tebyînidir. Çünkü bu vazîfe, Allahu Ta'âlâ'mn şu emirleri iktizasındandır: "Ey Peygamber! Rabbından sana indirilen (âyetler) i teblîğ et. Eğer bunu yapmazsan, Rabbının peygamberliğini teblîğ etmemiş olursun"
"Sana da, insanlara, kendilerine indirileni açık-layasın diye Kur'ân'ı indirdik.
Hazreti Peygamberin ikinci kaynağa nisbetle vazifesi ise, bazen ilâhî il­hamın ifadesi, bazen de maslahatın ve teşrî ruhunun îcab ettirdiği hüküm için istinbat ve istimdad olarak ictihad-ı nebevidir. Allahu Ta'âlâ'nın Haz­reti Peygambere ilham ettiği içtihadı ahkâm, ilâhî ahkâmdan başka bir şey 4egiMir ve Hazreti Peygamberin, (Kur'ân ahkâmı gibi) bunları da söz ve fi­illeriyle tabîr etmekten başka bir tasarrufu yoktur. Allahu Ta'âlâ'nm ilham etmediği, fakat Hazreti Peygamberin tetkik ve takdiri neticesi sâdır olan «iğer içtihadı ahkâm ise, bütün söz ve manâlarıyle ahkâm-ı nebevidir.
Ancak bu ahkâmdan doğru olanlar, Allahu Ta'âlâ tarafından tasvîb edilmiş, hatalı olanlar ise, yine O'nun tarafından tashîh olunmuştur. Bedir esir-leriyle ilgili bir fidye meselesi bunun örneğini teşkil eder:
Bedir gazvesinde, müslümanlarm eline 70 müşrik esir düşmüştü. Bu sıralarda esirlerle ilgili herhangi bir hüküm de vazedilmiş değildi. Hazreti Peygamber, bu esirlere ne yapmak lâzım geldiği hakkında ictihadda bu­lundu; bazı ashabı ile istişare etti. Bunlardan Ebû Bekr, esirlerden fidye alınmasını tavsiye etti ve görüşlerini şöyle açıkladı: "Bunlar senin kavmin ve ehlinden olan kimselerdir. Onları muhafaza et; belki Allah onların tev-belerini kabul eder. Onlardan ashabını kuvvetlendirecek fidye al". Ömer İbnu'l-Hattâb ise, onlardan fidye kabul edilmemesini, hepsinin de öl­dürülmesini ileri sürdü ve görüşlerini Hazreti Peygambere şöyle açıkladı: "Seni yalanladılar ve memleketinden çıkardılar. Onları bırak, boyunlarını vurayım. Bunlar küfür önderleridir. Allah, seni onların fidyesinden müs­tağni kılmıştır". Hazreti Peygamberin içtihadı, onlardan fidye alınması is­tikametinde tecelli etti. Fakat Allahu Ta'âlâ, bu meselede doğru olan hükmü, şu âyet-i kerîme ile beyan etmiştir: "Hiçbir peygamberin, yer­yüzünde ağırlığını koymadıkça esirler alması doğru olmaz. Siz dünya malı istiyorsunuz; Allah ise, âhıreti istiyor. Allah, Azîz'dir; hikmet sahibidir"
Bir başka misal, özür beyan ederek Tebûk gazvesine iştirak etmek is­temeyenlere Hazreti Peygamberin izin vermesiyle ilgili olup, Allahu Ta'âlâ tarafından doğru olanı şu âyetle açıklanmıştır: "Allah seni affetsin; doğru söyleyenler sence belli olmadan ve yalancıları bilmeden onlara niçin izin ver­din"?
Netice olarak, Hazreti Peygamber devrinde teşrî tamamen ilâhî idi. Çünkü bu teşriin kaynağı, ya Allahu Ta'âlâ'nın Kur'ân-ı Kerîm'deki vahyi, ya da ilham-ı ilâhîye veya Hazreti Peygamberin, tetkik ve takdire dayanan içtihadı idi. Ancak bu sonuncusunda Allahu Ta'âlâ'nın murakabesi bahis ko­nusu idi: Eğer ictihad doğru olarak sâdır olmuşsa, Allah onu tasvîb, hatalı olmuşsa, Peygamberini doğru olana irşad ediyordu. Bu bakımdan ilham-ı ilâhîden sâdır olmayan ictihad-ı nebevi hükmü ile ilham-ı ilâhîden sâdır olan ictihad-ı nebevi hükmü arasında ayırım yapmaya gerek yoktur. Ancak Allahu Ta'âlâ'nm, elçisini doğru olan hükme irşad etmesinden anlaşılır ki, ilk hüküm ilham-ı ilâhîden değildir".
Abdulvahhâb Hallâftan naklettiğimiz bu görüşler de, Hazreti Pey­gamberden sâdır olan ve dîne taalluk eden sünnetin, Allahu Ta'âlâ'nın kont­rolü altında teşekkül ettiğini ve dolayısıyle vahiy mahsûlü olduğunu teyîd
eder. Bundan dolayıdır ki sünnet de, Kur'ân-ı Kerîm ile birlikte uyulması gereken bir kaynak olarak tarîf ve tavsîf edilmiştir. Bu hususta Kur'ân-ı Ke-rîm'de şu emirler yer almıştır: "Allah'a ve Peygambere itaat edin ki rahmet olunasınız" '. "Kim Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur."
"(Ey Muhammedi Onlara) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Allah, Gafûr'dur; Rahîm'dir" "(Ve yine) de ki: Allah'a ve Rasûle itaat edin; eğer yüz çe­virirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez" "Peygamber size neyi verirse, alın- neden sizi nehyederse, ondanda sakının. Allah'tan korkun" onuZikrettiğimiz bu âyet meallerinde Hazreti Peygambere itaat, AUahu Ta'âlâ'ya itaatla birlikte zikredilmiş, bu itaatlar arasında hiçbir ayırım ya­pılmamış, hattâ Peygambere itaatin Allah'a itaat demek olduğu, bir âyette apaçık belirtilmiştir. Peygambere itaatla ilgili bu emirlerin, onun sünnetine râci olduğu, ona itaatm, onun sünnetine itaat manâsına geldiği hiçbir şe­kilde inkâr edilemez. Bu mütalâa bizi şu neticeye ulaştırır: Nasıl Allah'a ita­atla Peygamberine itaat arasında hiçbir fark yoksa, Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'deki emirlerine itaatla, Peygamberin sünnetle vârid olan emirlerine itaat arasında da hiçbir fark yoktur. Şu var ki insan, yegâne Hâlık ve Hâkim-i mutlak olan Rabbma bir kul olarak ibadet eder; fakat O'nun, yine kendisi gibi kulu olan Peygamberine ibadet etmekle mükellef değildir; yahut başka bir ifadeyle, Peygamber ibadet olunan bir varlık değil, fakat insan olarak o da Allah'ın bir kuludur ve o da, diğer insanlar gibi Allah'a ibadet etmekle mükelleftir. Ancak Allah onu, insanlar arasından seçip çı­kararak kendisine peygamber veya elçi yapmış ve ona, bir vahiy mahsûlü olarak, kendi kelâmından ibaret olan Kur'ân-ı Kerîmi indirmiştir. Tıpkı bunun gibi, dînini ikmal etmek için Peygamberine sünneti de vahyetmiş ve bütün insanlara, Kur'ân ve sünnetle bir bütün teşkîl eden islâm içinde ya­şayabilmelerini sağlamak için, Peygamberine itaat etmelerim emretmiştir. Şu farkla ki, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân, bütün harf ve ke­limeleriyle Allah kelâmı olduğu halde, yalnız manâ yönünden vahyedilen sünnet, Peygamber kelâmıdır ve kıraati Kur'ân gibi ibadet sayılmaz.
Sünnetin Kur'ân'la birlikte İslâm'ın temel kaynağı olduğu gözönünde bulundurulursa, gerek dînin tamamlanmasında ve gerekse bu dînin kısa bir zaman içerisinde bütün Arap ülkesine yayılmasında sünnetin ne derece büyük rol oynadığı kolayca anlaşılır.
Bilindiği gibi ilk İslâm Devleti, müslüm anların 622 senesinde Mekke'den hicret etmelerinden sonra Medine'de kurulmuştur. Fakat bu dev­let, ilk kurulduğu sıralarda, Medine'nin ancak bir kısmına hâkimdi; diğer ve daha büyük kısımlarında ise, müşrik Araplar ve yahudiler yaşıyordu. Kur'ân, Medine'de yeni bir devletin temellerini atarken, bu Araplarda hâlâ câhiliye devrinin bedevi hayatı hüküm sürüyordu. Bunların bir hükümetleri, veya kaza'î bir mercileri yoktu; aşiretler halinde yaşadıkları ve bu aşiretler de zamanla kabilelerden ayrıldıkları için, aralarında bir kan bağı ve ailevî bir karabet bulunuyordu.
Mekke'de İslâmiyetin doğuşu ve Medine'de yeni bir îslâm Devletinin kuruluşu, o zamana kadar bedevî hayatı yaşayan ve sonra müslüman olan kabileleri yeni bir hayat sistemine bağladı. Bir taraftan evlenme (izdivaç), boşanma (talâk), alımsatım (bey1), öldürme (kati), hırsızlık (sirkat) ve daha bir çok meselede İslâm toplumunun harekât hattı çizilirken, diğer taraftan, Mekke'de kısaca temas edilen itikad ve amele âit dînî meseleler yeniden ele alındı ve kesinleştirildi.
Müslümanlar, bu yeni sisteme kendilerini çabuk alıştırmışlardır. Bu intibak, kısa bir zaman içerisinde o kadar süratli olmuştur ki, bu gün dahî buna şaşmamak mümkün değildir. Maamafîh, bunun sebebini, îslâmiyetin, o günün insanına aşılamış olduğu rûh ile, o insanın bu dîne olan bağ­lılığında ve bu bağlılığın samimiyetinde aramak gerekir. Çünkü bir kız çocuk dünyaya getirmenin yüzkarası olarak telâkki edildiği, meşru aile bağ­larının koparılıp atıldığı, içki, kumar ve ribâmn, bütün ferdlerin benliğini kemirip bitirdiği bir toplumun, bu kadar âni bir dönüş yaparak çok kısa bir zaman içerisinde ülkeler fethedecek derecede benlik kazanmasını izah ede­cek başka sebepler bulmak imkânı yoktur. Yeni kurulan bu devletin hu-dudları, kısa bir zamanda, bir taraftan Şimalî Afrikayı atlayıp Endülüs'e, diğer taraftan, Ceyhun ve Mâverâ'unnehr'e; yine bir taraftan Bombay ve Deybil'e, diğer taraftan Ermeniye ve daha ilerisine kadar uzanmıştı. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde onlara böyle bir fetih imkânı hazırlayan kuvvet başka ne olabilirdi? Rumlar ve fiirsler gibi harp sanatını bil­miyorlardı; yine onlar gibi çeşitli silâhlara ve büyük ordulara sahip de­ğillerdi. Bildikleri belki de tek şey, göçebe halinde yaşarlarken, biribirlerine baskınlar yapmak ve biribirlerinin hayvanlarını çalmaktı; kısacası âdi yağ­macılıktı. Eğer bunlar, câhiliye Araplarımn bir nevi sanatı sayılabüirse, el­bette ki böyle bir sanatla dünyalar fethetmek mümkün değildi.
Bütün bunlar bir yana, müslümanları fetihlere sevkeden ve onları bu fetihlerde başarılı kılan tek bir kuvvet vardı; bu kuvvet de îman kuvveti idi ve başlıca iki kaynaktan fışkınyordu: Kitâb ve Sünnet.
Bilindiği gibi Kitâb, Allah tarafından Hazreti Peygambere indirilen ve İslâm'ın bütün esaslarını içerisinde toplayan Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ise, yu­karıda manâ ve mahiyetini açıklamaya çalıştığımız Hazreti Peygamberi söz ve fiilleridir.
Sahabe, Hazreti Peygamber devrinde, İslâm dînine taalluk eden me­seleleri Kur'ân-ı Kerîm'den Peygamber vasıtasıyle alıyordu. Çok defa, nazil olan âyetler mücmeldi; müslümanlar, onları anlamakta güçlük çekiyor ve Hazreti Peygambere başvurarak bu âyetlerin açıklanmasını, ifade etmek is­tediği manânın iyice ortaya konulmasını istiyorlardı. Meselâ Kur'ân, na­mazın muayyen vakitlerde mü'minler üzerine yazılmış bir farz olduğunu bil-dirmiş sık sı^ da, müslümanlara namaz kılmalarını emretmiştir. Sahabe her ne kadar bu emirlerin zahirî manâsını anlamış ise de, namazın nasıl kılınması gerektiğini, hangi vakitlerde ve kaç rik'at kılınacağını öğrenmek için Hazreti Peygambere başvurmuştur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususlar açıklanmamıştı. Hazreti Peygamber de, farz kılınan namaz va­kitlerinin beş adet, öğle ikindi ve yatsı namazlarının dörder, akşam namazının üç, sabah namazının ise, iki rik'at olduğunu açıklamış, nasıl kı­lınması gerektiği hususunda da, arkasında cemaatla namaz kılan müslümanlara "benim kıldığım gibi kılınız" demiştir. Buhârî"nin bir başka rivayetinden öğrendiğimize göre, Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) de, Cebrâ'îl (a.s.)'in arkasında namaz kılmak suretiyle namazın âdâb ve erkânını ondan öğrenmişti'.
Keza Kur'ân-ı Kerîm, "Ey îman edenler! Cuma günü namaz için ses-lenildiğinde, alışverişi bırakarak Allah'ın zikrine koşun." âyetiyle Cuma namazını müslümanlara farz kılmış, fakat bu namazın nasıl kılınması ge­rektiğini açıklamamıştır. Hazreti Peygamber ise, Cuma namazının iki rik'at kılınacağını ve bir de hutbe îrad edileceğini beyan etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, müteaddit defalar, müslümanlarm zekât vermeleri ge­rektiğini bildirmiş , fakat müslümanlar, hangi mallarından ne miktar zekât vermeleri gerektiğini öğrenmek için Hazreti Peygambere baş­vurmuşlardır. Oda, emvalin bazısından zekât alınacağım, diğer bazısı için ise, zekât vermek gerekmediğini onlara açıklamıştır. Meselâ mâşiye tabir edilen deve, koyun ve inek gibi bazı hayvanlardan zekât alındığı halde, yine aynı sınıfa giren at, eşek ve katır gibi hayvanlardan zekât alınmamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm, gücü yetenlere haccı farz kılrruş Hazreti Pey­gamber ise, hac vaktini, hac kıyafetini, tavafı, Arefe ve Muzdelife'deki hac ile ilgili amelleri açıklayarak, müslümanlara, hac farizalarını açıklandığı şe­kilde îfa etmelerini emretmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'den, Hazreti Peygamber tarafından açıklanmadan îfa edilmesi mümkün olmayan buna benzer daha birçok örnek zikretmek müm­kündür. İşte Hazreti Peygamberin Kur'ân-ı Kerîm'deki mücmel ve gayr-i mufassal âyetlerle ilgili bu açıklamaları sayesindedir ki, İslâm dîni ta­mamlanmış ve Allahu Ta'âlâ da Dînin tam olarak tatbîk edilebilmesini sağ­lamak için, Kitabında, Peygamberine itaatla ilgili emirlerini sık sık tek­rarlamıştır. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, Hazreti Peygamberin Kur'ân-ı Kerîm'le ilgili bu çeşit açıklamaları, kendi istek ve arzusu ile değil, fakat Rabbınm bu hususta kendisine yönelttiği emirlerle vukubulmuştur. Meselâ Nahl sûresinin 44'üncü âyetinde "Sana da, insanlara, kendilerine in­dirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik." buyurulmuş yine aynı sûrenin 64'üncü âyetinde "Biz sana Kitab'ı, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi in­sanlara açıklaman için ve inanan kimselere hidayet ve rahmet olmak üzere indirdik." denilmiştir.
İşte, yukarıdan beri zikrettiğimiz ve açıklamaya çalıştığımız deliller şu gerçeği açıkça ortaya koymuş olmaktadırki, Hazreti Peygamber, gerek Dînin tatbiki ve gerekse çeşitli müşkillerin halli maksadıyle davamlı olarak açıklamalar yapmış, ashabını karşılaşabilecekleri her duruma karşı 1$ a-rarak emirler verip nehiylerde bulunmuş ve onları câhiliye devrinin ko-kuşuk ahlâkından arındırmaya ve bozuk düzeninden uzaklaştırmaya çalışmıştır. İşte, onun bu maksatla yaptığı açıklamalar, ashabına yönelttiği uyarılar, va'z ve nasîhatlar, yukarıda tarifini verdiğimiz sünnetin, geniş bir külliyat olarak vücut bulmasını ve Kur'ân-ı Kerîm yanında, müslümanlarm her konuda kendisine dâima başvuracakları Dînin vazgeçilmez bir kaynağı olmasını sağlamıştır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medineweb 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Medinewebli önlisans İlahiyat 1.sınıf öğrencileri... İlahiyat Öğrencileri İçin Genel Paylaşımlar nurşen35 87 29818 23 Mayıs 2015 20:53
Gülmek isteyenler tıklasın :))) Videolar/Slaytlar Kara Kartal 3 3922 10 Mayıs 2015 15:16
Cumartesi Anneleri’nin ahı/Can Dündar İslami Haberler Medineweb 0 2580 10 Mayıs 2015 15:13
Ayın Üyesi ''zeynepnm'' Ayın Üyesi 9Esra 13 8282 30 Nisan 2015 13:29
Müzemmil suresi bize ne anlatıyor Tefsir Çalışmaları Medineweb 0 3100 19 Nisan 2015 14:45