Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > .::MEDİNEWEB DİN HİZMETLERİ ALAN BİLGİSİ SINAVLARI-(DHBT).::. > DHBT-2-Sınav Konuları > Hadis Dersi

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medineweb,Açılış Tarihi:  06 Temmuz 2014 (14:27), Konuya Son Cevap : 10 Ekim 2018 (20:26). Konuya 5 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 06 Temmuz 2014, 14:27   Mesaj No:1
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:6
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:339
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Sünnet, hadis, haber

Sünnet, hadis, haber

1. Sünnetin Lügat ve Istılah Manâsı


Sünnet, lugatta, iyi olsun kötü olsun, yahut başka bir ifade ile, ister övülmeye lâyık olsun, ister kötülenmeye lâyık olsun, tarîk (yol) ve sîre müs-temirre (devamlı gidiş) manâsına gelen bir kelimedir. Bu manânın suhuletle dökülen suyun gidişinden alındığı söylenmiştir ki, senne aleyhi'l-mâ'e iba­resi, bu manâya uygun olarak "suyu yavaşça döktü" demek olur^. Araplar, takip edilen yolu ve devamlı gidişi, dökülmüş bir suyun bütün katrelerinin, sanki tek ve aynı şeymiş gibi, belirli bir yol üzerindeki gidişine benzetmişler ve bu manâda aynı kelimeyi kullanmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'de, sünnetin, zikrettiğimiz bu lügat manâsında kullanıldığını gösteren âyetler vardır: "Kendilerine hidayet gelince, insanların îman etmelerine ve Rablarından mağfiret dilemelerine, evvelkilerin sünnetinin (gidişatının), yahut çeşit çeşit azabın kendilerine gelmesinden başka bir engel yoktur"'
Aynı lügat manâsı, Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de görülür: "
"Her kim kendisine iyi bir sünnet (yol, âdet) edinirse, onun ve onunla amel edecek olanların sevabı o kimseye âit olur. Kim de kötü bir yol edinir­se, onun ve onunla amel edecek olanların günâhı da o kimseye âit olur" .
Lugatta, yukarıda zikredilen manâlarda kullanılmış olan sünnet ke­limesi, İslâm'ın bidayetinden itibaren özel bir manâ kazanmış, yine tarîk (yol) ve sîret (gidiş) manâlarını muhafaza etmiş olmakla beraber, bu manâlar, sadece Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmuştur. Ancak Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretinin, Allah'ın tebliğine memur et­tiği "dîn" ile ilgili olması dolayısıyle, kelimenin lugatta görülen "kötü" veya nıezmûm yol" manâsı, ıstılahta kaldırılmıştır; çünkü Hazreti Peygamberin sünneti söz konusu olduğu zaman, bu sünnetin zemme lâyık yol ve gidiş olması mümkün değildir; aksine bu yol ve gidiş, övülmeye ve örnek alınmaya lâyıktır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bazı âyetlerde sünnetin bu manâsını açık bir şekilde görmek mümkündür: " Sizin için, Allah'ı ve âhıret gününü arzu eden ve Allah'ı çok zikreden kimseler için, Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır. "Şüphesiz sen, insanları dosdoğru yola, Allah'ın yoluna iletirsin".
Aynı manâ, Hazreti Peygamberin şu hadîsinde de görülebilir: "Size iki şey bıraktım; bunlara sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmeyeceksiniz: Biri Allah 'm Kitabı, diğeri Rasûlünün Sünneti .
İslâm'ın başlangıcında sünnet, yukarıda açıkladığımız şekilde, Hazreti Peygamberin tarîk ve sîretine tahsis olunmakla beraber, tedvîn devrinin başlamasından ve çeşitli ilimlerin ortaya çıkıp tedvîn edilmesinden sonra, her ilmin konusu ile ilgili olması yönünden onun değişik tarifleri yapılmış ve böylece sünnet, farklı ıstılah manâları kazanmıştır:
Fıkıh usûlü âlimleri, sünneti şer'î deliller içinde incelerken, fakîhler onu, farz, vâcib, mendûb, haram, mekruh gibi şer'î ahkâmın bir çeşidi olarak mütalâa etmişlerdir. Kelâm ehli arasında ise, sünnet, bid'atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid'at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bu­lunsun veya bulunmasın, umumiyetle Hazreti Peygamberin düşünce ve dav­ranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadîsçilere göre ise sünnet, Hazreti Peygamberin söz, fiil ve tak­ririnden ibarettir. Keza onun ahlâkî sıfatları, sîreti, mağazîsi ve kendisine vahiy gelmeden önce ibadet için çekildiği Hıra mağarasmdaki yaşayışı da sünnetten sayılır. Bu manâsı ile sünnet hadîsin müradifidir.
Söz, fiil ve takrirden ibaret olduğuna işaret ettiğimiz sünnet, aynı za­manda, ilâhî vahyin iki kısmından birini teşkil eder; diğer kısmı ise, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü Allahu Ta'âlâ, Hazreti Peygamberin "kendi hevâ ve he­vesinden konuşmadığını, her ne konuşmuş ise, onun, kendisine vahyedilen bir vahiy olduğunu" beyan buyurmuştur. Bu manâyı teyîd eden Hazreti Peygamberin bir hadîsinde de, "bana Kur'ân verildi; bir de onunla birlikte onun gibisi" denilmiştir. Kur'ân'le birlikte Hazreti Peygambere verilen Kur'ân gibi vahye müstenid olan şeyin, sünnetten başka bir şey olabileceğini düşünmek elbette mümkün değildir.
Kur'ân ve sünnetin vahye müstenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark olduğuna şüphe yoktur. Kur'ân,manâ ve lafız olarak vah-yedilmiştir. Bu sebeple onun manen rivayeti veya nakli caiz değildir. Haz­reti Peygambere gönderilişinden bugüne kadar, nasıl tebdîl, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da o şekilde korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allahu Ta'âlâ bizzat tekeffül etmiş ve "Kur'ân'ı biz, evet biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz." buyurmuştur. Lafzı ve manâsı ile mu'ciz olan Kur'ân, beşer kelâmı ile kıyaslanamayacak kadar üstün vasfa sahiptir. Hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muk­tedir olamaz. Allahu Ta'âlâ bu gerçeği açık ve kesin bir ifade ile şöyle açık­lamıştır: "(Ey Muhammedi) De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir ben­zerini getirmek üzere biraraya gelseler, biribirlerine de yardım etseler, onun bir benzerim yine getiremezler." İşte bu vasıflarıyle Kur'ân-ı Kerîm, na­mazda ve namaz dışında okunması ibadet hükmünde olan bir kitaptır.
Vahye müstenid olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerden iba­ret olan sünnete gelince, onu Kur'ân-ı Kerîm'den ayıran en büyük özellik, lafzan vahyedilmiş olmamasıdır. Bu sebepledir ki, sünnetin lafızları Kur'ân lafızları gibi mu'ciz değildir; bu lafızlara ve manâlarına hakkı ile vâkıf olan-larca manen rivayet edilmesi caizdir; okunması ibadet hükmünde sayılmaz.
Şu var ki, İslâm uleması, Hazreti Peygamberin, ilâhî vahyin gelmediği bazı meselelerde ictihadda bulunduğunu ve kendi görüşü ile hüküm ver­diğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bu hususla ilgili olarak Abdulvahhâb Hallâf, islâm Teşrii Tarihi adlı kitabında şunları söylemiştir: "Hazreti Peygamber devrinde teşrîîn iki kaynağı vardır. Birisi ilâhî vahiy; diğeri ise, Hazreti Peygamberin kendi içtihadı. Herhangi bir ihtilâf, veya bir hâdise, yahutta bir sual veya fetva talebi ile teşrî'i gerektiren bir şey zuhur ederse, Allahu Ta'âlâ, elçisine, hükmü bilinmek istenen mesele hakkında hüküm getiren bir veya bir kaç âyet indiriyor; Hazreti Peygamber de vahyedilen bu âyetleri, uyulması gerekli (vâcib) bir kanun olarak müslümanlara teblîğ edi­yordu. Eğer teşrii gerektiren bir hâdise olur, fakat Allahu Ta'âlâ bu hâdise ile ilgili hükmü beyan edecek bir âyet vahyetmezse, Hazreti Peygamber bu hükmün bilinmesi için ictihadda bulunuyor ve içtihadının ona sağladığı ne­tice ile hüküm veriyordu; yahut sual veya istiftaya icabet ediyordu. İctihad eseri olarak ondan sâdır olan bu hüküm veya cevap, ilâhî vahye istinad eden kanun gibi, uyulması gereken bir kanun oluyordu. Kur'ân-ı Kerîm'de vârid olan ahkâm âyetlerini ve bunların sebeb-i nüzul ile ilgili müfessir rivayetlerini tetkik edenler, her Kur'ânî hükmün, teşrii gerektiren bir hâdise dolayısıyle vazolunduğumı görürler. Bu husus, Allahu Ta'âlâ'nın şu âyetlerinden açıkça anlaşılır:
"(Ey Muhammedi) Sana, içinde savaş yapılan haram ayı soruyorlar. (Onlara) de ki: Bu ay içinde savaş yapmak büyük suçtur...
"Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. (Onlara) de ki: İkisinde de insanlar için hem büyük günâh, hem de faydalar vardır; fakat günâhları fay­dalarından daha büyüktür..." Bunun gibi, bazı tereke üzerinde vu-kubulan ihtilâflar sebebiyle veraset, bazı karı koca arasındaki geçimsizliğin isnad ve iftiraya varması (kazf) sebebiyle li'ân ahkâmı vazolunmuştur.
Bunun gibi, ahkâm hadîslerinin ve hadîsçilerin bu hadîslerin sebeb-i vürûdu ile ilgili rivayetlerinin tetkikinden de anlaşılır ki, Hazreti Pey­gamberin içtihadına dayanan bütün hükümler, bir ihtilâf hakkındaki ka­zası, bir hâdise hakkındaki fetvası ve bir suale cevabıdır. Meselâ, bazı sa­habeden rivayet edildiğine göre, demişlerdir ki: Yâ Rasûlallah! Suyu tuzlu olan denizdeyiz. Yanımızda abdest almaya yetecek kadar tatlı su yok. Deniz suyu ile abdest alabilir miyiz? Hazreti Peygamber, bu suale şöyle cevap ver­miştir: "Deniz suyu temiz ve ölüsü (balığı) helâldir".
Bundan anlaşılıyor ki, Hazreti Peygamber devrinde vazolunan ahkâmın hepsinin de kaynağı vahy-i ilâhî ve ictihad-ı nebevi olup, ortaya çı­kışları, onları gerektiren teşrî'î ihtiyacın zuhuru üzerine mebnîdir. Hazreti Peygamberin, birinci kaynağa göre vazolunan ahkâma nisbetle vazifesi, bu ahkâmı getiren âyetlerin tebliğ ve tebyînidir. Çünkü bu vazîfe, Allahu Ta'âlâ'mn şu emirleri iktizasındandır: "Ey Peygamber! Rabbından sana indirilen (âyetler) i teblîğ et. Eğer bunu yapmazsan, Rabbının peygamberliğini teblîğ etmemiş olursun"
"Sana da, insanlara, kendilerine indirileni açık-layasın diye Kur'ân'ı indirdik.
Hazreti Peygamberin ikinci kaynağa nisbetle vazifesi ise, bazen ilâhî il­hamın ifadesi, bazen de maslahatın ve teşrî ruhunun îcab ettirdiği hüküm için istinbat ve istimdad olarak ictihad-ı nebevidir. Allahu Ta'âlâ'nın Haz­reti Peygambere ilham ettiği içtihadı ahkâm, ilâhî ahkâmdan başka bir şey 4egiMir ve Hazreti Peygamberin, (Kur'ân ahkâmı gibi) bunları da söz ve fi­illeriyle tabîr etmekten başka bir tasarrufu yoktur. Allahu Ta'âlâ'nm ilham etmediği, fakat Hazreti Peygamberin tetkik ve takdiri neticesi sâdır olan «iğer içtihadı ahkâm ise, bütün söz ve manâlarıyle ahkâm-ı nebevidir.
Ancak bu ahkâmdan doğru olanlar, Allahu Ta'âlâ tarafından tasvîb edilmiş, hatalı olanlar ise, yine O'nun tarafından tashîh olunmuştur. Bedir esir-leriyle ilgili bir fidye meselesi bunun örneğini teşkil eder:
Bedir gazvesinde, müslümanlarm eline 70 müşrik esir düşmüştü. Bu sıralarda esirlerle ilgili herhangi bir hüküm de vazedilmiş değildi. Hazreti Peygamber, bu esirlere ne yapmak lâzım geldiği hakkında ictihadda bu­lundu; bazı ashabı ile istişare etti. Bunlardan Ebû Bekr, esirlerden fidye alınmasını tavsiye etti ve görüşlerini şöyle açıkladı: "Bunlar senin kavmin ve ehlinden olan kimselerdir. Onları muhafaza et; belki Allah onların tev-belerini kabul eder. Onlardan ashabını kuvvetlendirecek fidye al". Ömer İbnu'l-Hattâb ise, onlardan fidye kabul edilmemesini, hepsinin de öl­dürülmesini ileri sürdü ve görüşlerini Hazreti Peygambere şöyle açıkladı: "Seni yalanladılar ve memleketinden çıkardılar. Onları bırak, boyunlarını vurayım. Bunlar küfür önderleridir. Allah, seni onların fidyesinden müs­tağni kılmıştır". Hazreti Peygamberin içtihadı, onlardan fidye alınması is­tikametinde tecelli etti. Fakat Allahu Ta'âlâ, bu meselede doğru olan hükmü, şu âyet-i kerîme ile beyan etmiştir: "Hiçbir peygamberin, yer­yüzünde ağırlığını koymadıkça esirler alması doğru olmaz. Siz dünya malı istiyorsunuz; Allah ise, âhıreti istiyor. Allah, Azîz'dir; hikmet sahibidir"
Bir başka misal, özür beyan ederek Tebûk gazvesine iştirak etmek is­temeyenlere Hazreti Peygamberin izin vermesiyle ilgili olup, Allahu Ta'âlâ tarafından doğru olanı şu âyetle açıklanmıştır: "Allah seni affetsin; doğru söyleyenler sence belli olmadan ve yalancıları bilmeden onlara niçin izin ver­din"?
Netice olarak, Hazreti Peygamber devrinde teşrî tamamen ilâhî idi. Çünkü bu teşriin kaynağı, ya Allahu Ta'âlâ'nın Kur'ân-ı Kerîm'deki vahyi, ya da ilham-ı ilâhîye veya Hazreti Peygamberin, tetkik ve takdire dayanan içtihadı idi. Ancak bu sonuncusunda Allahu Ta'âlâ'nın murakabesi bahis ko­nusu idi: Eğer ictihad doğru olarak sâdır olmuşsa, Allah onu tasvîb, hatalı olmuşsa, Peygamberini doğru olana irşad ediyordu. Bu bakımdan ilham-ı ilâhîden sâdır olmayan ictihad-ı nebevi hükmü ile ilham-ı ilâhîden sâdır olan ictihad-ı nebevi hükmü arasında ayırım yapmaya gerek yoktur. Ancak Allahu Ta'âlâ'nm, elçisini doğru olan hükme irşad etmesinden anlaşılır ki, ilk hüküm ilham-ı ilâhîden değildir".
Abdulvahhâb Hallâftan naklettiğimiz bu görüşler de, Hazreti Pey­gamberden sâdır olan ve dîne taalluk eden sünnetin, Allahu Ta'âlâ'nın kont­rolü altında teşekkül ettiğini ve dolayısıyle vahiy mahsûlü olduğunu teyîd
eder. Bundan dolayıdır ki sünnet de, Kur'ân-ı Kerîm ile birlikte uyulması gereken bir kaynak olarak tarîf ve tavsîf edilmiştir. Bu hususta Kur'ân-ı Ke-rîm'de şu emirler yer almıştır: "Allah'a ve Peygambere itaat edin ki rahmet olunasınız" '. "Kim Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur."
"(Ey Muhammedi Onlara) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz ki Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın. Allah, Gafûr'dur; Rahîm'dir" "(Ve yine) de ki: Allah'a ve Rasûle itaat edin; eğer yüz çe­virirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez" "Peygamber size neyi verirse, alın- neden sizi nehyederse, ondanda sakının. Allah'tan korkun" onuZikrettiğimiz bu âyet meallerinde Hazreti Peygambere itaat, AUahu Ta'âlâ'ya itaatla birlikte zikredilmiş, bu itaatlar arasında hiçbir ayırım ya­pılmamış, hattâ Peygambere itaatin Allah'a itaat demek olduğu, bir âyette apaçık belirtilmiştir. Peygambere itaatla ilgili bu emirlerin, onun sünnetine râci olduğu, ona itaatm, onun sünnetine itaat manâsına geldiği hiçbir şe­kilde inkâr edilemez. Bu mütalâa bizi şu neticeye ulaştırır: Nasıl Allah'a ita­atla Peygamberine itaat arasında hiçbir fark yoksa, Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'deki emirlerine itaatla, Peygamberin sünnetle vârid olan emirlerine itaat arasında da hiçbir fark yoktur. Şu var ki insan, yegâne Hâlık ve Hâkim-i mutlak olan Rabbma bir kul olarak ibadet eder; fakat O'nun, yine kendisi gibi kulu olan Peygamberine ibadet etmekle mükellef değildir; yahut başka bir ifadeyle, Peygamber ibadet olunan bir varlık değil, fakat insan olarak o da Allah'ın bir kuludur ve o da, diğer insanlar gibi Allah'a ibadet etmekle mükelleftir. Ancak Allah onu, insanlar arasından seçip çı­kararak kendisine peygamber veya elçi yapmış ve ona, bir vahiy mahsûlü olarak, kendi kelâmından ibaret olan Kur'ân-ı Kerîmi indirmiştir. Tıpkı bunun gibi, dînini ikmal etmek için Peygamberine sünneti de vahyetmiş ve bütün insanlara, Kur'ân ve sünnetle bir bütün teşkîl eden islâm içinde ya­şayabilmelerini sağlamak için, Peygamberine itaat etmelerim emretmiştir. Şu farkla ki, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân, bütün harf ve ke­limeleriyle Allah kelâmı olduğu halde, yalnız manâ yönünden vahyedilen sünnet, Peygamber kelâmıdır ve kıraati Kur'ân gibi ibadet sayılmaz.
Sünnetin Kur'ân'la birlikte İslâm'ın temel kaynağı olduğu gözönünde bulundurulursa, gerek dînin tamamlanmasında ve gerekse bu dînin kısa bir zaman içerisinde bütün Arap ülkesine yayılmasında sünnetin ne derece büyük rol oynadığı kolayca anlaşılır.
Bilindiği gibi ilk İslâm Devleti, müslüm anların 622 senesinde Mekke'den hicret etmelerinden sonra Medine'de kurulmuştur. Fakat bu dev­let, ilk kurulduğu sıralarda, Medine'nin ancak bir kısmına hâkimdi; diğer ve daha büyük kısımlarında ise, müşrik Araplar ve yahudiler yaşıyordu. Kur'ân, Medine'de yeni bir devletin temellerini atarken, bu Araplarda hâlâ câhiliye devrinin bedevi hayatı hüküm sürüyordu. Bunların bir hükümetleri, veya kaza'î bir mercileri yoktu; aşiretler halinde yaşadıkları ve bu aşiretler de zamanla kabilelerden ayrıldıkları için, aralarında bir kan bağı ve ailevî bir karabet bulunuyordu.
Mekke'de İslâmiyetin doğuşu ve Medine'de yeni bir îslâm Devletinin kuruluşu, o zamana kadar bedevî hayatı yaşayan ve sonra müslüman olan kabileleri yeni bir hayat sistemine bağladı. Bir taraftan evlenme (izdivaç), boşanma (talâk), alımsatım (bey1), öldürme (kati), hırsızlık (sirkat) ve daha bir çok meselede İslâm toplumunun harekât hattı çizilirken, diğer taraftan, Mekke'de kısaca temas edilen itikad ve amele âit dînî meseleler yeniden ele alındı ve kesinleştirildi.
Müslümanlar, bu yeni sisteme kendilerini çabuk alıştırmışlardır. Bu intibak, kısa bir zaman içerisinde o kadar süratli olmuştur ki, bu gün dahî buna şaşmamak mümkün değildir. Maamafîh, bunun sebebini, îslâmiyetin, o günün insanına aşılamış olduğu rûh ile, o insanın bu dîne olan bağ­lılığında ve bu bağlılığın samimiyetinde aramak gerekir. Çünkü bir kız çocuk dünyaya getirmenin yüzkarası olarak telâkki edildiği, meşru aile bağ­larının koparılıp atıldığı, içki, kumar ve ribâmn, bütün ferdlerin benliğini kemirip bitirdiği bir toplumun, bu kadar âni bir dönüş yaparak çok kısa bir zaman içerisinde ülkeler fethedecek derecede benlik kazanmasını izah ede­cek başka sebepler bulmak imkânı yoktur. Yeni kurulan bu devletin hu-dudları, kısa bir zamanda, bir taraftan Şimalî Afrikayı atlayıp Endülüs'e, diğer taraftan, Ceyhun ve Mâverâ'unnehr'e; yine bir taraftan Bombay ve Deybil'e, diğer taraftan Ermeniye ve daha ilerisine kadar uzanmıştı. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde onlara böyle bir fetih imkânı hazırlayan kuvvet başka ne olabilirdi? Rumlar ve fiirsler gibi harp sanatını bil­miyorlardı; yine onlar gibi çeşitli silâhlara ve büyük ordulara sahip de­ğillerdi. Bildikleri belki de tek şey, göçebe halinde yaşarlarken, biribirlerine baskınlar yapmak ve biribirlerinin hayvanlarını çalmaktı; kısacası âdi yağ­macılıktı. Eğer bunlar, câhiliye Araplarımn bir nevi sanatı sayılabüirse, el­bette ki böyle bir sanatla dünyalar fethetmek mümkün değildi.
Bütün bunlar bir yana, müslümanları fetihlere sevkeden ve onları bu fetihlerde başarılı kılan tek bir kuvvet vardı; bu kuvvet de îman kuvveti idi ve başlıca iki kaynaktan fışkınyordu: Kitâb ve Sünnet.
Bilindiği gibi Kitâb, Allah tarafından Hazreti Peygambere indirilen ve İslâm'ın bütün esaslarını içerisinde toplayan Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ise, yu­karıda manâ ve mahiyetini açıklamaya çalıştığımız Hazreti Peygamberi söz ve fiilleridir.
Sahabe, Hazreti Peygamber devrinde, İslâm dînine taalluk eden me­seleleri Kur'ân-ı Kerîm'den Peygamber vasıtasıyle alıyordu. Çok defa, nazil olan âyetler mücmeldi; müslümanlar, onları anlamakta güçlük çekiyor ve Hazreti Peygambere başvurarak bu âyetlerin açıklanmasını, ifade etmek is­tediği manânın iyice ortaya konulmasını istiyorlardı. Meselâ Kur'ân, na­mazın muayyen vakitlerde mü'minler üzerine yazılmış bir farz olduğunu bil-dirmiş sık sı^ da, müslümanlara namaz kılmalarını emretmiştir. Sahabe her ne kadar bu emirlerin zahirî manâsını anlamış ise de, namazın nasıl kılınması gerektiğini, hangi vakitlerde ve kaç rik'at kılınacağını öğrenmek için Hazreti Peygambere başvurmuştur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususlar açıklanmamıştı. Hazreti Peygamber de, farz kılınan namaz va­kitlerinin beş adet, öğle ikindi ve yatsı namazlarının dörder, akşam namazının üç, sabah namazının ise, iki rik'at olduğunu açıklamış, nasıl kı­lınması gerektiği hususunda da, arkasında cemaatla namaz kılan müslümanlara "benim kıldığım gibi kılınız" demiştir. Buhârî"nin bir başka rivayetinden öğrendiğimize göre, Allah'ın Rasûlü (s.a.s.) de, Cebrâ'îl (a.s.)'in arkasında namaz kılmak suretiyle namazın âdâb ve erkânını ondan öğrenmişti'.
Keza Kur'ân-ı Kerîm, "Ey îman edenler! Cuma günü namaz için ses-lenildiğinde, alışverişi bırakarak Allah'ın zikrine koşun." âyetiyle Cuma namazını müslümanlara farz kılmış, fakat bu namazın nasıl kılınması ge­rektiğini açıklamamıştır. Hazreti Peygamber ise, Cuma namazının iki rik'at kılınacağını ve bir de hutbe îrad edileceğini beyan etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, müteaddit defalar, müslümanlarm zekât vermeleri ge­rektiğini bildirmiş , fakat müslümanlar, hangi mallarından ne miktar zekât vermeleri gerektiğini öğrenmek için Hazreti Peygambere baş­vurmuşlardır. Oda, emvalin bazısından zekât alınacağım, diğer bazısı için ise, zekât vermek gerekmediğini onlara açıklamıştır. Meselâ mâşiye tabir edilen deve, koyun ve inek gibi bazı hayvanlardan zekât alındığı halde, yine aynı sınıfa giren at, eşek ve katır gibi hayvanlardan zekât alınmamıştır.
Kur'ân-ı Kerîm, gücü yetenlere haccı farz kılrruş Hazreti Pey­gamber ise, hac vaktini, hac kıyafetini, tavafı, Arefe ve Muzdelife'deki hac ile ilgili amelleri açıklayarak, müslümanlara, hac farizalarını açıklandığı şe­kilde îfa etmelerini emretmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'den, Hazreti Peygamber tarafından açıklanmadan îfa edilmesi mümkün olmayan buna benzer daha birçok örnek zikretmek müm­kündür. İşte Hazreti Peygamberin Kur'ân-ı Kerîm'deki mücmel ve gayr-i mufassal âyetlerle ilgili bu açıklamaları sayesindedir ki, İslâm dîni ta­mamlanmış ve Allahu Ta'âlâ da Dînin tam olarak tatbîk edilebilmesini sağ­lamak için, Kitabında, Peygamberine itaatla ilgili emirlerini sık sık tek­rarlamıştır. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, Hazreti Peygamberin Kur'ân-ı Kerîm'le ilgili bu çeşit açıklamaları, kendi istek ve arzusu ile değil, fakat Rabbınm bu hususta kendisine yönelttiği emirlerle vukubulmuştur. Meselâ Nahl sûresinin 44'üncü âyetinde "Sana da, insanlara, kendilerine in­dirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik." buyurulmuş yine aynı sûrenin 64'üncü âyetinde "Biz sana Kitab'ı, hakkında ihtilâfa düştükleri şeyi in­sanlara açıklaman için ve inanan kimselere hidayet ve rahmet olmak üzere indirdik." denilmiştir.
İşte, yukarıdan beri zikrettiğimiz ve açıklamaya çalıştığımız deliller şu gerçeği açıkça ortaya koymuş olmaktadırki, Hazreti Peygamber, gerek Dînin tatbiki ve gerekse çeşitli müşkillerin halli maksadıyle davamlı olarak açıklamalar yapmış, ashabını karşılaşabilecekleri her duruma karşı 1$ a-rarak emirler verip nehiylerde bulunmuş ve onları câhiliye devrinin ko-kuşuk ahlâkından arındırmaya ve bozuk düzeninden uzaklaştırmaya çalışmıştır. İşte, onun bu maksatla yaptığı açıklamalar, ashabına yönelttiği uyarılar, va'z ve nasîhatlar, yukarıda tarifini verdiğimiz sünnetin, geniş bir külliyat olarak vücut bulmasını ve Kur'ân-ı Kerîm yanında, müslümanlarm her konuda kendisine dâima başvuracakları Dînin vazgeçilmez bir kaynağı olmasını sağlamıştır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medineweb 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Medinewebli önlisans İlahiyat 1.sınıf öğrencileri... İlahiyat Öğrencileri İçin Genel Paylaşımlar nurşen35 87 29103 23 Mayıs 2015 21:53
Gülmek isteyenler tıklasın :))) Videolar/Slaytlar Kara Kartal 3 3900 10 Mayıs 2015 16:16
Cumartesi Anneleri’nin ahı/Can Dündar İslami Haberler Medineweb 0 2562 10 Mayıs 2015 16:13
Ayın Üyesi ''zeynepnm'' Ayın Üyesi 9Esra 13 8194 30 Nisan 2015 14:29
Müzemmil suresi bize ne anlatıyor Tefsir Çalışmaları Medineweb 0 3035 19 Nisan 2015 15:45

Alt 06 Temmuz 2014, 14:28   Mesaj No:2
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:6
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:339
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sünnet, hadis, haber

2. Söz, Fiil ve Takrir


Yukarıda manâ ve mahiyetini açıklamaya çalıştığımız sünnet, Hazreti Peygamberden söz, fiil ve takrir olarak sâdır olmuştur. Gerek usûlcülerin ve gerekse hadîsçilerin ıstılahında es-Sunnetu'l- Kavliyye (kavlî sünnet) de denilen söz, Hazreti Peygamberin herhangi bir mesele hakkındaki şifahî be­yanından ibaret olup işitmeye müteallik olması dolayısıyle sahabînin (Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu) yahut (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu işittim) gibi ibarelerle naklettiği hadîsleridir.
Es-Sunnetu'l-Fi'liyye (fiilî sünnet), Hazreti Peygamberin, namaz, oruç, hac, zekât vb. çeşitli ibadetlerindeki davranışlarına âit sahabe tarafından görülüp nakledilen haberlerdir ve görmeye müteallik olması dolayısıyle sahabîler tarafından (Nebiy (s.a.s.)'in şöyle yaptığını gördüm) ve benzeri ibarelerle nakledilmiştir.
Es-Sunnetu't-Takrîriyye (takrîrî sünnet) ise, huzurunda sahabî ta­rafından söylenen bir sözü, veya işlenen bir fiili, Hazreti Peygamberin red-detmeyip sükût etmesi, yahut onu güzel karşılaması ve tasvîb etmesiyle olu­şan sünnettir. Her ne kadar Hazreti Peygamber tarafından işlenmemiş bir fiil olsa bile, herhangi bir sahabînin işlediği fiilin, onun tarafından tasvîb görmesi veya güzel karşılanması, sahabînin o fiili naklederek ondan haber vermesiyle, o da sünnet vasfını kazanmış olmaktadır. Böyle bir sünnetin naklinde sahabînin genellikle şu ifadeyi kullandığı görülür: yr (Nebiy (s.a.s.)'in huzurunda şöyle yaptım Yahut (Nebiy (s.as.)'in hu­zurunda bulan kimse şöyle yaptı) Sahabî bu veya buna benzer bir ibareyi zikrettikten sonra, Hazreti Peygamberin, hu­zurunda yapılan veya söylenen şeyi reddetmediğine de işaret eder ki, onun Hazreti Peygamber tarafından tasvîb edildiğini gösterir. İşte, es-Sunnetu'l-Kavliyye, es-Sunnetu'l-Fi'liyye ve es-Sunnetut-Takrîriyye olmak üzere üç şe­kilde tezahür eden ve sahabî tarafından nakledilen bu sünnete, hadîsçilerin ıstılahında hadîs adı verilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 06 Temmuz 2014, 14:29   Mesaj No:3
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:6
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:339
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sünnet, hadis, haber

3. Hadîsin Lügat ve Istılah Manâsı


Hadîs, lugatta kadîm'in zıddı cedîd (yeni) manâsına geldiği gibi, haber manâsına da gelir ve bu kelimeden türeyen bazı fiiller, haber vermek ve nakletmek gibi manâlarda kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'in "Demek onlar, bu söze inanmazlarsa, arkalarından üzülerek kendini helak edeceksin." mealindeki âyetinde geçen hadîs kelimesi, söz veya haber manâsında kul­lanılmış olup bu kelime ile Kur'ân kasdedilmiştir. Duhâ sûresinin 11 inci âyetinde geçen ve bu kelimeden türeyen fehaddis fiili ise, anlatmak veya haber vermekten emir sığasında kullanılmış ve "Rabbının nimetini şük­rederek anlat." manâsı kasdedilmiştir.
Daha sonraları, kelimenin kullanılışında bazı gelişmeler olmuştur. Umumî manâsında herhangi bir değişiklik görülmemekle beraber, dînî çev­relerde bazı haber çeşitlerine isim olarak verilen özel bir manâ kazanmıştır. Ibn Mes'ûd'tan nakledilen bir haberde bu manâ açık bir şekilde görülür. İbn Mes'ûd demiştir ki: "En güzel söz, Allah'ın Kitabı'dır."
Nihayet hadîs lafzı, Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmuş ve onunla ilgili bütün haberlere hadîs denilmiştir. Ebû Hureyre tarafından so­rulan bir soruya Hazreti Peygamberin verdiği cevapta bu kelime, bizzat Hazreti Peygamber tarafından bu manâda kullanılmıştır. Ebû Hureyre, Hazreti Peygambere: " yâ Rasûlallah! Kıyamet günü senin şefaatine nail olacak en mes'ûd kimse kimdir?" diye sorduğu zaman, Rasûlullah (s.a.s.) ona şu cevabı vermiştir: "Senin hadîse karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadîs hakkında hiç kimsenin bana senden Önce soru sormayacağını tahmin etmiştim. Kıyamet günü benim şefaatime nail olacak en mes'ûd kimse, hulûs-ı kalble lâ ilahe illa'llah diyen kimsedir"
Alıntı ile Cevapla
Alt 06 Temmuz 2014, 14:30   Mesaj No:4
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:6
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:339
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sünnet, hadis, haber

4. Hadîs ve Sünnet Arasındaki Fark


Hadîs kelimesi, umumiyetle ve yukarıda da açıkladığımız gibi, Hazreti Peygamberin sözlerine ıtlak olunmakla beraber, İslâm uleması tarafından kelimenin delâlet ettiği manâ yönünden bazı farklı görüşler de ileri sürülmüştür. Buna göre, bazı usûl ulemasının tarifinde hadîs, Hazreti Pey­gamberin söz, fiil ve takrirlerine ıtlak olunmuştur ki, bu manâsıyle kelime, aynı manâda kullanılan sünnetin karşılığıdır. Bazı hadîs uleması ise, hadîs lafzını, yalnız Hazreti Peygamberin sözlerine değil, sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen mevkuf ve maktu haberlerede ıtlak etmişlerdir; bu bakımdan kelime, haber'm. de müradifidir. Bazıları ise, yukarıda işaret olunduğu üzere, hadîsi yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözlerde kul­lanmışlar, başkalarından gelen sözlere de haber demişlerdir. Bu takdirde hadîsle haber arasında belirli bir farkın bulunduğu kolayca anlaşılır.
Hadîsçiler arasında yaygın olan görüşe göre hadîs, nübüvvetten önce ve nübüvvetten sonra Hazreti Peygamberden rivayet edilen bütün söz, fiil ve takrirlerden ibarettir; ancak müslümanlaruı uymakla emrolundukları sünnet, bu üç şekilde sabit olan ve dîne taalluk eden hadîslerdir. Buna göre, eğer Hazreti Peygamberin sünneti, ondan söz olarak sâdır olur ve hadîs ola­rak bize intikal ederse, bu hadîsin tasdîki gerekir. Eğer hadîs, îcab, tahrîm veya ibaha yönünden teşrî'î olursa, keza ona uymak gerekir; çünkü pey­gamberlerin nübüvvetlerine delâlet eden âyetler, onların, Allahu Ta'âlâ'dan naklen haber verdikleri şeylerde masum olduklarını gösterir. Bu bakımdan onların haberleri doğrudur ve haktır. Esasen nübüvvetin manâsı da budur. Bunun içinde, Allahu Ta'âlâ'nm, peygamberlere gaybtan haber vermesi de yer alır. Bu haberi alan peygamber, onu insanlara nakleder. Zâten pey­gamberin vazifesi, halkı davet ve Rabbının risaletini onlara tebliğ etmektir.
Hazreti Peygamberin sünneti fiil olarak sâdır olur ve bu fiil bize kadar intikal ederse, bu fiile uymak gerekir. Uyulması Hazreti Peygamber tarafından emrolunan bazı fiiller daha vardır ki, bunların da ayrı bir özel­likleri vardır. Meselâ "benim namaz kıldığım gibi kılınız" sözü, fiilî bir sün­nete uyulmasını emreden kavlî bir sünnettir.
Hazreti Peygamberin takrirleri de yine onun hadîsi içerisinde yer alır. Meselâ Hazreti Âişe'nin kızlarla oynamasını, yahut bayram günlerinde cariyelerin şarkı söylemelerini ikrarı, bu cümleden olarak zikredilebilir. Bunların hepsi de hadîsten addedilir ve gaye, dîn adına istidlal olunacak hü­kümlerin tesbîtidir; bu ise, ancak Hazreti Peygamberin söz, fiil ve tak-rirleriyle mümkün olur.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, hadîs içerisine, Hazreti Peygamberin nübüvvetten evvelki haberleri de girer. Henüz nübüvvet gelmeden önce, meselâ Hıra mağarasında ibadetle meşgul olması, sîretinin güzelliği, ahlâkının yüksekliği, doğruluğu, okuyup yazma bilmeyen bir ümmî oluşu gibi, onunla ilgili haberler, onun nübüvvetinin delili sayıldığı gibi, hepsi de müslümanlar için birer ibret ve örnek vesikası teşkil ederler. Şu var ki, nü­büvvetten önceki haberler, Hazreti Peygamberi tanımak ve ona inanmak içindir; bunlarla amel etmek gerekmez
Alıntı ile Cevapla
Alt 06 Temmuz 2014, 14:31   Mesaj No:5
Medineweb Emekdarı
Medineweb - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medineweb isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 13301
Üyelik T.: 04 Şubat 2011
Arkadaşları:6
Cinsiyet:erkek
Yaş:37
Mesaj: 4.833
Konular: 926
Beğenildi:339
Beğendi:0
Takdirleri:62
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: Sünnet, hadis, haber

5. Haberin Lügat ve Istılah Manâsı


Lügat yönünden herhangi bir şey veya bir mesele ile ilgili olarak nak­ledilen bilgi manâsına geldiğini söyleyebileceğimiz haber, hadîs ilminde, hadîs kelimesinin müradifî olarak kullanılmış ve haber denildiği zaman, Hazreti Peygamberin hadîsleri anlaşılmıştır. Bununla beraber, haberle hadîs arasında ayırım yapanlar da olmuştur. Bunlara göre hadîs, yalnız Hazreti Peygamberden nakledilen sözler için kullanılır. Haber ise, Hazreti Peygamberin dışındaki kimselerden nakledilen sözlerdir. Nitekim Hazreti Peygamberin sözleriyle meşgul olanlara mühaddis denildiği halde, tarih, kısas, hikâye ve benzeri nakillerle uğraşanlara ahbârî denilmiştir. Bazıları da, haberle hadîs arasında umûm husus mutlak bulunduğunu söyleyerek, her bir hadîsin haber olduğunu, fakat her çeşit habere hadîs de­mlemeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Buna göre, haber daha umûmî manâ ta­şımakta ve Hazreti Peygamberin sözleriyle birlikte sahabe ve tâbi'ûndan nakledilen sözler de bu manâ içine girmiş bulunmaktadır.
Haberler, ister Hazreti Peygamberin sözlerine delâlet eden hadîs şek­linde olsun, ister sahabe ve tâbi'ûn ile başkalarından nakledilen söz şek­linde olsun, rivayet yolu ile bize geliş şekilleri çok defa birbirinden farklı olur ve bu farklı durumları itibariyle değişik isimler alırlar. Meselâ bir haber, ilk kaynağından itibaren, her nesilde sayısı belirsiz kalabalık bir ce­maat tarafından rivayet edilirse, bu habere mütevâtir denir. Eğer haber, tevatür derecesine ulaşmaz ve râvileri sayılabilecek belirli şahıslar tarafından nakledilmiş olursa, bu çeşit haberler de Ahâd'tan sayılır ve haber-i âhâd adını alır. Râvileri sayılabilir olan âhâd haberlerden herhangi biri, herhangi bir nesilde en az üç kişi tarafından nakledilmiş olursa, bu haber meşhur, râvi sayısı yine herhangi bir nesilde ikiye düşerse azız, bire düşerse garîb adını alır.
Mütevâtir haberler, aşağıda da açıklanacağı üzere, râvilerinin yalan üzerinde ittifakları aklen ve âdeten mümkün olmadığı için kesinlik ifade ederler ve hadîs ilminin araştırma konusu içine girmezler. Çünkü hadîs il­minin gayesi, hadîslerin araştırılarak sahîh ve zayıf olanlarının ayırt edil­mesi ve sahîh olanlarla amel edilmesinin sağlanmasıdır. Mütevâtir ha­berler, gelişleri itibariyle sağlam ve güvenilir haberlerdir ve bu yönden araştırılmalarına gerek yoktur. Âhâd haberler ise, mütevâtirin kesinliğine sahip olmadıkları için, aralarında makbul olanlar bulunduğu gibi, merdûd olanlar da vardır ve bunların birbirinden ayırt edilmesi, râvilerinin doğruluk ve yalancılık yönünden araştırılıp rivayetlerinin değerlendirilmesine bağlıdır. Bu sebepledir ki hadîsçiler, mütevâtir dışında, rivayet yolu ile gelen bütün haberleri veya hadîsleri araştırmaya tâbi tutmuşlar ve bu u.-.lş-tırma neticesinde sahîh olanım sakîm veya zayıf olanından, yahut makbul olanını merdûd olanından ayırmışlardır. Bu da âhâd haberlerin, makbul ve merdûd olmak üzere iki kısımda incelenmeleri neticesini doğurmuştur.
îşte, bundan sonraki bölümlerde, Hazreti Peygamberden naklediten hadîslerin değerlendirilmesi yönünden hadîs ilminin en önemli ko­nularından birini teşkil eden bu taksimat gözönünde bulundurularak haber çeşitleri üzerinde ayrı ayrı durulacaktır. Burada şuna da işaret edelim ki, haber lafzının, hadîs lafzına nisbetle daha şümullü olması ve hadîs ilmi içe­risinde sahabe ve tâbi'ûndan gelen sözlerin de incelenmesi dolayısıyle, bu ki­tabımızda, hadîs lafzı yerine, onun müradifi manâsında çok defa haber lafzı kullanılmış ve meselâ haberlerin mütevâtir ve âhâd çeşitleri incelenirken, bununla mütevâtir ve âhâd hadîsler kasdedilmiştir.
Alıntı ile Cevapla
Alt 10 Ekim 2018, 20:26   Mesaj No:6
Medineweb Emekdarı
nurşen35 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:nurşen35 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 38944
Üyelik T.: 09 Şubat 2014
Arkadaşları:61
Cinsiyet:Bayan
Mesaj: 9.476
Konular: 1144
Beğenildi:4414
Beğendi:3686
Takdirleri:14203
Takdir Et:
Standart

Hz. Peygamber (s.a.s)’in sözleri, fiilleri,
takrirleri ile ahlâkî ve beşerî vasıflarından oluşan sünnetinin söz veya yazı
ile ifade edilmiş şekli. Bu mânâda hadis, sünnet ile eş anlamlıdır.

Hadis kelimesi, “eski”nin zıddı “yeni” anlamına
geldiği gibi, söz ve haber anlamlarına da gelir. Bu kelimeden türeyen bazı
fiiller ise haber vermek, nakletmek gibi anlamlar ifade eder. Hadis kelimesi,
Kur’ân’da bu anlamları ifade edecek biçimde kullanılmıştır. Sözgelimi, “Demek
onlar bu söze (hadis) inanmazlarsa, onların peşinde kendini üzüntüyle helâk
edeceksin.” (el-Kehf: 18/6) âyetinde “söz” (Kur’ân); “Musa’nın haberi (hadîsu
Mûsa) sana gelmedi mi?” (Tâhâ: 20/9) ayetinde “haber” anlamına gelmektedir.
“Ve Rabbinin nimetini anlat (fehaddis)” fiili de “anlat, haber ver,
tebliğ et” anlamında kullanılmıştır.

Hadis kelimesi zamanla, Hz. Peygamber’den
rivâyet edilen haberlerin genel adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kelime,
bizzat Rasûlullah (s.a.s) tarafından da, bu anlamda kullanılmıştır. Buhârî’de
yeralan bir hadîse göre Ebû Hüreyre, “Yâ Rasûlallah, kıyâmet günü şefâatine nâil
olacak en mutlu insan kimdir?” diye sorar. Hz. Peygamber şöyle cevap verir:
“Senin “hadîse” karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadis hakkında herkesten
önce senin soru soracağını tahmin etmiştim. Kıyâmet günü şefâatime nâil olacak
en mutlu insan, “Lâ ilâhe illâllah” diyen kimsedir.”[1]

Çok eskilerde doğru-yanlış, tarihi, efsanevi her
türlü haberlere hadis, bunları anlatanlara da huddas denirdi.

Hatta Kur’an-ı Kerim bizzat kendisi için
“Ahsenu’l-hadis: Sözlerin en güzeli” (Zümer: 39/23) ifadesini kullanmıştır.
Hz. Peygamber de bir hadis-i şerifinde Kur’an-ı Kerim’i “Sözlerin en güzeli
Allah’ın kitabıdır.”[2]
diye tanımlamıştır.

Ancak dini literatürde hadis önce Hz.
Peygamber’in sözü, daha sonra da O’nun söz söz, fiil ve takrirleri için
kullanılmıştır. Hatta sahabe ve tabiun söz ve fiillerine de –mevkuf ve maktu’
kayıtlarıyla da olsa- hadis denilmektedir.

Bu manada hadis yerine haber kelimesini
kullananlar; sahabe ve tabiun’a ait söz ve fiiller için eser terimini tahsis
edenler de bulunmaktadır.

Bugün en geniş çerçevesiyle hadis şöyle tarif
edilmektedir:

“Hadis, söz, fiil, takrir, yaratılış veya huyla
ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygamber’e (veya sahabe ve tabiun’a) izafe edilen
her şeydir.”[3]

Hadîs, Araplar arasında İslamdan önce de
kullanılan bir kelime olarak söz demektir. Tahdîs masdarından, haber vermek
manasında bir isimdir.

Istılah olarak, İslâm âlimleri Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ın sözlerini ifâde için kullanmışlardır. Birçok hadîsçiler, hadîs
deyince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın, münhasıran sözlerini kastetmiş
iseler de, fukahâ ve usuliyyûn ile bazı hadîsçiler, zamanla, bu kelimeyi
sünnet’le aynı manada kullanarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a nisbet
edilen söz, fiil, takrir vs. nevinden her şeye ıtlak etmişlerdir.

Hâdis kelimesini bâzı âlimler, sonradan vukûa
gelen “yeni” manasında da görmüşlerdir. Nitekim hâdis kelimesi aynı köktendir ve
sonradan olan şey demektir. Mahlûkât hâdis’tir. Çünkü Allah tarafından zaman
içinde yaratılmıştır. Bunun zıddı kadîm’dir. Öyle ise Allah’a ait olan Kur’ân
kadîm’dir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’a ait olan şey ise hadîs’tir.
Âlimler, bu sebeple, Türkçemizde, Kur’an’ı kastederek ifade edeceğimiz Allah’ın
sözü manasını Arapça olarak hadîsullah tabiriyle ifâde etmekten kaçınıp
kelamullah tabirini kullanırlar.

Hadîs kelimesi lügat manasında olmak üzere
Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok ayetlerde kullanılır.


“Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe)
dalanları gördüğün zaman onlar Kur’ân’dan başka bir sözle meşgul oluncaya kadar
kendilerinden yüz çevir.” (En’âm:
6/68).

Kezâ şu âyette de hadîs kelimesi lügat
manasındadır:


“Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer
tekrar eden Kitab’ı, sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.”
(Zümer: 39/23).

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın da hadîs
kelimesini, ıstılahî manada mükerrer seferler kullandığını görürüz. Daha önce
Ebû Hüreyre’nin hayatını anlatılırken, onun hadîs öğrenme aşkını Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ın da bilmekte olduğunu belirtmek için, Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)’nin:
“Ey Allah’ın Resûlü, kıyamet günü, sizin şefaatinizden en ziyâde kim istifâde
edecek?” sorusuna cevabı sırasında şöyle dediğini belirtmiştik:

Buhârî’nin Sahîh’inde de yer alan bu rivayette
hadîs kelimesi iki sefer kullanılmakta, bilhassa ikincisi tamamen ıstılahî mana
taşımaktadır, meali şöyle:


“Ey Ebû Hüreyre, bu haber (hadîs) hususunda
senden önce bir başkasının soru sormayacağını tahmîn etmiştim, zira senin
hadîs’e olan hırsını biliyordum.”

Şurası muhakkak ki, Ümmet, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’ın sözlerine hadîs deme âdetini Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)’dan sâdır olan bu ve benzeri kullanmalardan almış ve
ıstılahlaştırmıştır.[4]
__________________
O (cc)’NA SIĞINMAK AYRICALIKTIR
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Konuyu değerlendir
Konuyu değerlendir:

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Hadis Istılahları, Hadis Tedvini ve Talebu'l-Hadis İçin Yapılan Seyahatler BİLAL HATTAB Makale ve Köşe Yazıları 0 11 Mart 2011 23:26
Ahad Haber MERVE DEMİR İslami Kavramlar 2 08 Mayıs 2009 13:34
Sünnet, hadis, mezhep, sahabe, evliya tanımazlığa reddiyedir! nuryuzlum İslam/Dinler/Mezhepler 2 16 Nisan 2009 17:03
Sünnet Ve Hadis NUR Hadis-i Şerif 23 15 Mart 2009 20:10
Haber-i Meşhur Emekdar Üye İslami Kavramlar 0 07 Mayıs 2008 09:17

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.