Konu Başlıkları: Sistematik Kelam Dersi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 24 Ocak 2017, 20:35   Mesaj No:1

seyfan37

Avatar Otomotik
Durumu:seyfan37 isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 56898
Üyelik T.: 24 Ocak 2017
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Mesaj: 5
Konular: 5
Beğenildi:0
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Sistematik Kelam Dersi

Sistematik Kelam Dersi

Üçüncü Kısım

Ruh ve Diğer Metafizik Kavramlar

Ruh kavramının İslâm’ın ilk asırlarında bilinmeyip felsefeyle temas sonucu Müslümanların onu tanıdığı iddianız tarihî gerçeklerle uyuşmamaktadır. Zira Hazreti Peygamber aleyhi’s-salâtu ve’s-selâmın hadislerinde ruh tabirini kullandığı görülmektedir. (21) Sizin hadis uzmanı olmamanızdan ötürü bu husustaki açıklamalarınızın bağlayıcı olmadığını hatırlatmak isterim. Zaten benim asıl vurgulamak istediğim hadislerin sıhhati meselesi olmayıp hadislerde ruhtan söz edilmesinden dolayı bu kavramın ilk dönemlerden beri bilindiği hususudur. İlk kelâm kitaplarında bu mevzunun tartışılmaması bu hususta herhangi bir itirazın vâki olmamasındandır. Sizlerin de ifade ettiğiniz üzere sistemli Kelâm öğretisini ilk geliştiren Mu’tezilî âlimler de ruhun varlığını kabul ediyorlardı. Yunanlı filozoflardan Eflatun’un ruhu kabul etmesine karşın Aristo’nun materyalist bir felsefe anlayışı mevcuttu. Onların görüşlerinin İslâm coğrafyasına aktarılmasından sonra Müslüman âlimler ruhun varlığının ispatı noktasında aklî ve naklî delilleri serdetme ihtiyacı duydular.

Son birkaç on yılda yapılan araştırmalar metafizik diye tabir edilen bir alanın varlığını ortaya koymuştur. Görme hadisesini ele alalım: Bu hadise gözün müteveccih olduğu varlıklardan yansıyan ışığın göze ulaşmasıyla başlar. Işık gözün arka tarafında bir noktada önce kimyasal sonra elektriksel sinyallere dönüşür. Bu elektrik sinyalleri beynin arka tarafında bulunan görme merkezine ulaşır. Burada bilimin izah etmede hâlâ yetersiz olduğu bir mucize gerçekleşir: Görme mucizesi… En küçük bir ışık kırıntısının bulunmadığı mutlak karanlık bu ortamda rengârenk bir dünya seyredilmektedir. Üstelik bu ortamda nöron denilen hücrelerden başka bir yapı da bulunmamaktadır. Nöronlar ise cansız ve şuursuz atomlardan oluşmaktadır. Öyleyse görme hadisesi nasıl gerçekleşmektedir ve gören kimdir. Bu muamma aklı gözüne inmemiş birçok bilim insanını asıl görenin bu nöron yumağı olmayıp onun gerisindeki bir öz olduğu kanaatine ulaştırmıştır ki o dâhi ruhun kendisidir. Aynı durum diğer duyu ve duygular noktasında da geçerlidir. Kalbinizdeki şefkat duygusunun cansız, şuursuz atomlarla açıklanması mümkün değildir. Zira mâhiyetleri farklıdır, ikisi aynı yapıda değildir ki biri diğerine kaynaklık teşkil edebilsin.

Metafizik bir alanın varlığını gösteren mühim hususlardan biri de rüya olgusudur. Zira rüya esnasında göz, bakılan nesne ve göze ulaşan ışık bulunmaksızın görme gerçekleşmektedir. Materyalist felsefeciler rüya hakîkatini bilinçaltı kavramıyla açıklamaya çalışmaktadırlar. Oysa bilinçaltı ancak rüyada yönelinen unsurları izah etme noktasında geçerli olabilir. Bununla beraber rüya olgusunun varlığı, göz ve diğer görme unsurları olmaksızın görmenin gerçekleşmesi noktasında bilinçaltı kavramı açıklayıcı değildir. Ayrıca rüyada yalnızca görme duyusu değil işitme, tad alma, koklama ve diğer bütün hissiyatlar da mevcuttur. Bu hissiyatların ait olduğu uzuvlar işlevsiz halde ve onlara ulaşan algılar mevcut bulunmadığı durumda iken böyle bir olgunun yaşanması ancak asıl algılayanın maddî bedenin gerisinde bulunan bir öz oluşuyla açıklanabilir. (22) Rüyanın dini deliller noktasında irdelenmesine gelince: Yusûf Sûresi’nin önemli bir esasının gelecekten haber veren rüyalar olduğu, aynı sûrenin kırk birinci âyetinde Yusûf aleyhisselâmın arkadaşlarının rüyalarını tabir ettiği; Saffât Sûresi’nin yüz ikinci âyeti İbrâhîm aleyhisselâmın rüyada ilâhî bir emre –oğlunu kurban etme emrine- muhâtap kılındığı; Fetih Sûresi’nin yirmi yedinci âyetinde Hazreti Muhammed aleyhi’s-salâtu ve’s-selâmın Mescid-i Harâm’ı ziyâret edeceklerine dair rüyasının tecelli etmesinden söz edildiği görülmektedir.

Buraya kadar anlatılanlar hâricinde Fizikçilerin karanlık madde ve karanlık enerji olarak isimlendirdikleri varlık formları da tespit edildi. (23) Bu olgular tamamıyla algı alanımızın dışında bulunduğu ve yalnızca onların varlığından haberdar olabildiğimiz için bu isimleri aldılar. Evrenin kütlesinin yaklaşık %94’ü bu karanlık madde ve enerjiden oluşmaktadır. Bu buluş evrenin yalnızca görebildiğimiz maddî yapıdan oluştuğunu iddia eden materyalist bilim anlayışını kökünden yıkmıştır. Maddeci felsefeleri iptal eden diğer bir buluş da “anti madde”nin keşfiydi. Anti maddeye ait parçacıklar maddî parçacıklarla aynı kütleye ancak ona zıt özelliklere sahiptirler. Evrenimize ait elektron negatif, anti elektron ise pozitif elektrik yüküne sahiptir. (24)

İsrâ Sûresi’nin seksen birinci âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Sana ruh hakkında soruyorlar. Deki: ‘O Rabbimin emrindendir…” Bu âyette geçen ruh kavramına vahiy manası verdiğiniz görülmektedir. Oysa bir kelimenin zâhirinden sapmak için kat’i bir delile ihtiyaç vardır. Bazı âyetlerde vahiy meleği için “rûhu’-l Emîn, Rûhu’l-Kudüs” gibi tabirlerin kullanılması bu iddianıza delil teşkil etmez. Zira sizin de bildiğiniz üzere Kur’ân-ı Hakîm’de müşterek lafızlar sıkça kullanılmaktadır. Zaten sizlerde birinci aktardığımız ruh kavramına vahiy, diğerlerine vahiy meleği manasını vererek bu durumu kabullenmiş olmaktasınız. Ayrıca aktardığımız âyetteki ruhtan murad vahiy olsaydı bu durum “Sana vahiy hakkında soruyorlar…” şeklinde hiçbir karışıklığa veyanlış anlamalara meydan verilmeyecek şekilde ortaya konulabilirdi. Dolayısıyla İsrâ Sûresi’ndeki bu âyette geçen ruh kelimesine zâhirî anlamından farklı bir mana verebilmek için daha kesin delillere ihtiyaç duymaktasınız.

Hazreti Cebrâîl aleyhisselâm için ruh tabirinin kullanılmasının iki mühim sebebi vardır: Birincisi ruhlar ve melâike metafizik unsurlar olarak benzer kanunlara tabidirler. İkincisi, ruhların hayatın özü olması gibi Hazreti Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği vahiy de mânevî yaşamın özü durumundadır. Aradaki bu benzerliklerden dolayı ruh kavramı anlam aktarılması cihetiyle bu büyük melek için de kullanılmıştır.

Enbiyâ Sûresi’nin doksan birinci âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “İffetini koruyan Meryem’e ruhumuzdan üfledik. Onu ve oğlunu âlemlere bir mucize kıldık” Bu âyete vahiyle ilişkili anlam yüklemeniz tutarlı görünmemektedir. Zira Meryem Validemizin peygamber oluşu düşüncesini destekleyecek Kur’ân’î bir delil mevcut değildir. Ayrıca âyetin bağlamı onun nübüvveti mevzusu olmayıp Hazreti İsâ aleyhisselâmın babasız doğum mucizesidir. Bu âyette mecâz-ı mürsel sanatı kullanılmıştır ki ruh üflenen cenin halindeki İsâ aleyhisselâmdır. Ayrıca incelediğimiz bu âyeti Nisâ Sûresi’nin yüz yetmiş birinci âyeti şöyle tefsir etmektedir: …Meryem oğlu İsâ Mesîh ancak Allah’ın elçisidir. Allah’ın Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve ondan bir ruhtur…” Bu âyette Hazreti İsâ aleyhisselâm için Yüce Allah’tan bir ruh ifadesinin kullanılmasından ötürü bu bağlamdaki âyetlere farklı bir mana verilmesi caiz değildir. Değindiğimiz üzere Hazreti Mesîh aleyhisselâmın Allâhu Teâlâ katından bir ruh olduğunun özellikle vurgulanması onun hayatının asıl öznesi olan ruhunun sebepleri aşan mucizevî bir şekilde bedenine ilkâ edilmesinden ötürüdür.

Meleklerin Mâhiyeti

Melekleri hayat ve şuurdan yoksun kanunlar derecesine indirmeye çalışmaktasınız. Oysa Kur’ân-ı Hakîm onları bütünüyle hayat ve şuur sahibi varlıklar olarak tanıtmaktadır. Bu anlatımları sembolik olarak nitelerken herhangi bir delil sunma endişesi taşımadığınız göze çarpmaktadır. Kur’ân’da bazı sembolik anlatımların bulunması doktrinimize aykırı düşen her anlatımı sembolik olarak tanımlama hususunda bizleri haklı çıkarmaz. Üzerinde ittifak edilen bir husus şudur ki; hakîkî manasıyla alınmasına bir engel bulunmadığı sürece bir lafız hakîkî manasıyla alınır. Sembolik anlatımlar mecâza dayanır ki mecâza yönelmek için karine gereklidir.

Varlık âleminde her şey hayata bakar ve ona hizmet eder bir tarzda yaratılmıştır. Dağlar, denizler, ovalar, bulutlar, rüzgârlar; madde ve enerji gibi unsurlar, elementler, madenler; hava, su, ateş, toprak gibi varlıklar hayata hizmet için seferber edilmiştir. Yeryüzünde en basit unsurlardan dâhi kesretle hayat ve hayat sahibi varlıklar var edilmektedir. Toprağın bir yüksük kadarlık kısmında milyonlarca mikroorganizmanın yaşadığı bilinmektedir. Çürüyen, kokuşan maddelerden dâhi hayat fışkırtılarak yeryüzünün dâimî canlılığı sağlanmaktadır. Yeryüzünde hayat bu denli önemsenir ve diğer bütün unsurlar hayata vesile kılınırken koca semâvât âlemlerinin hayattan yoksun bırakılması hikmete aykırıdır. Semâvat âlemlerinde hayatı gözlemleyemiyor olmamız onların farklı yapıda ve farklı boyutlara sahip olmasındandır. Bununla beraber insanoğlunun ışık tayfında mevcut ışınımların çok sınırlı bir kısmını görebildiğini unutmamak gerekir. (25)

Furkân Sûresi’nin yirmi ikinci âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Melekleri görecekleri gün uo gün mücrimlere müjde yoktur.” Bu âyeti dünyada meleklerin görülüp görülemeyeceği bağlamında ele almaktasınız. Ancak bu âyetin melâikenin yalnızca kanunlar olarak nitelendirilmesi düşüncesiyle çeliştiğini gözden kaçırmışsınız. Zira kanunlar gözle görülemez. Âhiret kanunlarının görülebileceği şeklinde bir iddianız mevcutsa bunu sağlam delillerle kanıtlamanız icap eder.

İnsanlarda Yüce Allah’ı inkâr ederek özgürleşme ve soyut olup gözle görülemeyen mefhumları reddetme eğilimi vardır. Buna rağmen insanlığın çoğunluğunun ve özellikle semâvî din mensuplarının melâikenin varlığı hususunda ittifak ettikleri görülmektedir. Hiçbir numûnesi gözlenmeyen böyle bir meselenin ortak bir inanç mevzusu olarak günümüze kadar ulaşması mümkün değildir. Bu meselenin insanlık âleminde yüz tevâtür derecesinde kuvvetli bir ittifakla nakledilmiş olması meleklerin bazı mümtaz şahsiyetler tarafından görülmüş olduğunu gösterir. Zariyât Sûresi’nde şöyle buyrulmaktadır:”İbrâhîm’in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi? Hani onlar İbrâhîm’in huzuruna girmişlerdi de ‘Selâm sana!’ demişlerdi. İbrâhîm ‘Size de selâm!’ demişti ve içinden ‘Bunlar tanınmamış bir topluluk.’ Diye geçirmişti. İbrâhîm sonra ailesine giderek semiz bir buzağı eti getirdi. Onu önlerine sürerek ‘Yemez misiniz?’ dedi. Yemediklerini görünce içine bir korku düştü.Onlar İbrâhîm’e ‘Korkma!’ dediler ve onu çok bilgili bir oğul ile müjdelediler.” Bu âyetlerde ki anlatımın sembolik olarak ele alınması mümkün değildir. Bu durumda meleklerin söz ve hareketlerinin tevili imkân dâhilinde olsa da Hazreti İbrâhîm aleyhisselâmın söz ve hareketleri için aynı durum söz konusu değildir. Zira malûmunuz üzere Allah elçiliği görevini îfâ eden bir kimsenin ruh sağlığının yerinde olması gerekir.

Kabir âlemi

Kabir âlemi, dünya ve ahiret âlemleri arasında bulunan kendisine özgü husûsiyetleri bulunan bir âlemdir. Bu âlemin varlığı âyetlerle sâbittir. Nûh Sûresi’nin yirmi beşinci âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Hatalarından dolayı suda boğuldular da ateşe sokuldular…” Bu âyette ifade edilen ateşe sokulma hadîsesinin ahiret âlemleriyle bir ilgisi bulunmamaktadır. Zira “uğrikû” ve “udhilû nâran” ifadelerinin arasındaki “fâ” harfi “fâ-i ta’kibiyye” dir. Dolayısıyla Kur’ân’da geçmiş zaman sigasının gelecek anlamında kullanıldığı yerler söz konusudur düşüncesiyle bu âyeti ahiret azabına hamletmek doğru değildir. Zira geçmişin gelecek anlamına hamledilmesi için âyetin kendisinde (şer’î) veya onun karşılığı olan dış âlemde (aklî) karîne bulunması gerekir. Meselâ “Güneş dürüldüğü zaman!” (13) âyetinin gelecek zamana delâleti Güneş’in henüz dürülmemiş ve enerjisinin giderilmemiş olmasıdır. Oysa bu âyetteki karîne azabın hemen gerçekleştiği noktasındadır. Ayrıca aksine delil olmadıkça atıf harfleri aynı siga ve görevdeki cümleleri birbirine bağlar. Dolayısıyla “uğrikû” ifadesi hakîkî anlamda geçmiş zaman sigasında alınmış ise aksi bir delil olmadıkça “udhilû nâran” ifadesi de hakîki anlamda geçmiş zaman sigasında alınmak zorundadır. Kısacası âyetteki “fâ-i ta’kibiyye” ve atfın her iki tarafının aynı zaman sigasında bulunma zorunluluğu bu âyetteki ateşe girme hadîsesinin geçmişte vuku bulduğunu gösterir.

Ğâfir Sûresi’nin kırk altıncı âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Onlar sabah-akşam ateşe sunulurlar. Kıyâmet kopunca da ‘Firavun ve ailesini azabın en şiddetlisine sokun!’ denilecek.” Bu âyette geçen ateşe sunulmayı dünyevî azap yani dünya hayatında yaşanan sıkıntılar olarak tevil etmeye çalışmışsınız. Oysa âyette azap değil ateş kelimesi kullanılmıştır. Ayrıca sizlerin de bir vesileyle ifade ettiğiniz gibi (26) Kur’ân’daki bir kelimeye hakîkî anlamı hâricinde bir mana yüklemek için karîne lâzımdır. Bu âyette kullanılan “en-nâr” kelimesini azap olarak tevil etmek için herhangi bir delile istinad etmiş değilsiniz. Ayrıca âyette yer alan “Onlar ateşe sunulurlar/sunuluyorlar.” Cümlesinde yer alan “yu’radîne” fiili şimdiki/geniş zaman sigasındadır ki onu geçmiş zamana hamletmek için dâhi delil gereklidir. Oysa sizlerin tekellüflü tevilleriniz hâricinde herhangi bir delile dayanmadığınız görülmektedir.

Kabir âlemi hakkındaki değerlendirmelerinizden mühim gördüğüm biri üzerinde durmak istiyorum: Âhirette sorgu gerçekleşmeden önce kabirde kişiye azap edilmesinin ilâhî adâletle bağdaşmayacağını öne sürüyorsunuz. Oysa kabirde de kısmî ve icmalî sorgulamanın olduğu bilinmektedir. Ayrıca bazı âyetlerden Yüce Allah’ın bazı günahların cezasını kabirden de önce dünya hayatında verebileceği anlaşılmaktadır. Bunun çok misalleri mevcuttur ki onlardan biri şöyledir: Arâf Sûresi’nin yüz elli ikinci âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Buzağıyı tanrı edinenlere Rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir zillet yetişecektir. ..” Ayrıca sorgudan önce azap hakkındaki itirazınız ile Ğâfir Sûresi’ndeki ilgili âyetin tefsirinde Firavun ve ailesinin sunulduğu ateşin dünyevî azap olduğu iddianızın birbiriyle çeliştiğini belirtmek isterim.

Nebî ve Velilere Gaybın Bildirilmesi

Ehl-i Sünnet’e göre hiçbir kul gaybı kendi çabasıyla bilemez. Ancak Yüce Allah bazı gaybî hakîkatleri dilerse kullarına bildirebilir. Kasas Sûresi’nin yedinci âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Mûsâ’nın annesine şöyle bildirdik( vahiy/ilham ettik): ‘Onu emzir, onun hakkında korkarsan onu denize bırak. Deniz onu sahile çıkarsın da onu bana da ona da düşman olan biri alsın. Muhakkak ki biz onu (Mûsâ’yı) sana geri döndüreceğiz ve onu gönderilen elçilerden kılacağız (mine-l mürselîn).’ “ Bu âyeti tamamıyla annelik içgüdüsü noktasında açıklamaya çalıştığınız görülüyor. Oysa hiçbir anne içgüdüyle bebeğinin yaklaşık yarım asır sonra peygamberlik vazifesiyle görevlendirileceğini bilemez.

Abdülhamid Selman Kaya
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi seyfan37 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Sistematik Kelam Dersi Sistematik Kelam seyfan37 0 2180 24 Ocak 2017 20:39
Sistematik Kelam Dersi Sistematik Kelam seyfan37 0 1291 24 Ocak 2017 20:38
Sistematik Kelam Dersi Sistematik Kelam seyfan37 0 1194 24 Ocak 2017 20:35
Sistematik Kelam Dersi Sistematik Kelam seyfan37 0 1452 24 Ocak 2017 20:33
Sistematik Kelam Dersi Sistematik Kelam seyfan37 0 1797 24 Ocak 2017 20:28