Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.MEDİNEWEB FORUM GENEL.::. > Edebiyat > Güzel Sözler-Deyımler-Nükteler

Konu Kimliği: Konu Sahibi medinelii,Açılış Tarihi:  21 Mayıs 2008 (02:02), Konuya Son Cevap : 21 Mart 2013 (14:49). Konuya 4 Mesaj yazıldı

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 21 Mayıs 2008, 02:02   Mesaj No:1
Medineweb Sadık Üyesi
medinelii - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:medinelii isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1808
Üyelik T.: 11 Mayıs 2008
Arkadaşları:0
Cinsiyet:
Yaş:42
Mesaj: 657
Konular: 89
Beğenildi:4
Beğendi:0
Takdirleri:10
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart osman nuri topbas hocaefendi...

osman nuri topbas hocaefendi...

osman nurı topbas efendımız, cok kıymetlı zamanın kutlu evlıyalarındandır. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] dan kendisini gorebılır ve sohbetlerını dınleyebılırsınız.

hakteala razı olsun kendısınden....

BİRR ve TAKVÂDA YARDIMLAŞIN!
İnfaktan maksat, muhtacı bütünüyle sıkıntıdan kurtarabilmektir. Elbette ki herkesin bütçesi veya imkânı bunun için tek başına kâfi gelmez. O hâlde hayırda da birlik olmak ve yardımlaşmak îcâb eder. Nitekim Rabbimiz:
“…Birr ve takvâda yardımlaşın…” (el-Mâide, 2) buyurmuştur.
Yâni iyilikte ve hayır-hasenât işlerinde yardımlaşmak, Rabbimizin emridir. Bu, bilhassa ferdî iyiliklerin kâfî gelmediği hizmetlerde beraberce hareket etmek, sistemli bir çalışmayla hayrı inkişâf ettirmek ve hattâ müessese hâline getirmek demektir.
Bu bakımdan, derde dermân olacak seviyede bir güç ve imkânımızın bulunmadığı durumlarda, çevremizi de hayra teşvîk etmek sûretiyle, Rabbimizin “birr ve takvâda yardımlaşın” emrini yaşamaya gayret göstermeliyiz.
Mü’min, dâimâ hayır-hasenât arayışında olmalıdır. Kendimiz infâk edecek bir şey bulamıyorsak bile, zamanımızı ve emeğimizi infâk ederek belki hayra vesîle ve vâsıta olabiliriz.
Bugün toplumumuzda hayli yaygın bir infak anlayışı olan, sadra şifâ olmayacak cüz’î yardımlarda bulunmak sûretiyle fakiri geçiştirme, vicdânımızı tesellî etme hastalığına düşmemeliyiz.
Düşünmeliyiz ki, Rabbimiz’in bize lutfettiği nîmetlerin kaçta kaçını O’nun yolunda infâk edebiliyoruz?.. İnfak edebildiklerimiz, kendimize harcadıklarımızın yanında ne nisbette?.. Yoksa infak husûsundaki hâlimizi, toplumun seviyesiyle kıyaslayıp azıcık yardımlarla vicdânımızı tesellî mi ediyoruz? Hâlbuki mü’minler olarak her hususta kendimizi Peygamber Efendimiz ve O’nun güzîde ashâbı ile kıyaslamalıyız. Zîrâ Cenâb-ı Hak bizlere o müttakî kullarını emsal almayı emir buyurmaktadır:
(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır…” (et-Tevbe, 100)
Rabbimiz’in bizlere örnek gösterdiği sahâbe nesli, mallarından ve canlarından fedâkârlık yaparak ilk defa Mekke döneminde çektikleri sıkıntılarla îmanlarının bedelini ödediler. İkinci olarak Medîne’de defâlarca müşriklerin taarruzlarına göğüs gerip müslümanca yaşayabilmenin bedelini ödediler. Üçüncü olarak da tebliğ hizmetleriyle hidâyet nûrunu asırlara taşıyarak îman mes’ûliyetinin bedelini ödediler. Sahip oldukları bütün nîmetleri Hak yolunda seferber ettiler. Zîrâ onlar dâimâ:

“Nihâyet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) âyet-i kerîmesinin tefekkürü içinde yaşadılar. Bizler de gerçek infâk ehlinden olabilmek için sahâbe neslini örnek alıp onların bu üç vasfının muhtevâsı içinde olmaya çalışmalıyız.

HAYRA VESÎLE OLAN, HAYRI YAPAN GİBİDİR
Diğer taraftan, yaptığımız infakların toplumdaki bir yarayı sarmasını, bir derde devâ olmasını temin etmeliyiz. Bu hususta tek başına kâfî gelemediğimiz durumlarda da;
“Ne yapalım, benim elimden ancak bu kadarı gelir…” deyip kenara çekilmek ve muhtâcı kederiyle baş başa bırakmak yerine;
“Acabâ bu insanı sıkıntıdan kurtarabilecek birilerini bulabilir miyim?..” düşüncesiyle arayış içine girmeli, muhtaç ile çevremizdeki imkân sahipleri arasında bir köprü vazîfesi görmeliyiz. Zîrâ hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Hayra vesîle olan, hayrı yapan gibidir.” (Tirmizî, İlim, 14)
Bu hakîkatten dolayıdır ki Hak dostları, her fırsatta insanları hayra teşvik ederek, onların hayırlarına da mânen ortak olmanın fazîletini yaşamışlardır.
Ecdâdımız bu şuurla yoğruldukları için hayır-hasenatta zirveleşmişler, toplumu bir şefkat ağı hâlinde hayır müesseseleriyle donatmışlardır. Bu meyanda, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın şahsiyet inşâsında ve fetihlerinde büyük emeği bulunan Akşemseddîn Hazretleri’nin şu hâli pek mânidardır:
İstanbul’un fethini takip eden ilk Cuma namazından sonra Ok Meydanı’nda fetih ve zafer alayı yapılmıştı. Nâil olduğu muhteşem fetihte, etrâfındakilerin yardımını hiçbir zaman unutmayan pâdişah:
“–Şühedâya rahmet-i Rahmân, gâzîlere şeref ve şân, teb’ama fahr ü şükrân…” dedikten sonra asker-sivil yüz yetmiş bin kişiye zafer hediyesi olarak mal, mülk ve arâzi dağıttı. Tam bu sırada Fâtih’in mânevî rehberi, Hak dostu Akşemseddin Hazretleri orada hazır bulunan gâzilere seslenerek şu nasihatte bulundu:
“–Ey gâzîler! Bilin ki cümleniz hakkında Âhirzaman Peygamberi; «Ne güzel askerdir onlar…» buyurmuştur. İnşâallah cümleniz mağfursunuzdur. Şimdi de gazâ malını isrâf etmeyip hayır ve hasenâta sarf edin ve pâdişâhınıza itaat ve muhabbet eyleyin!..”
Böylece İstanbul’u fetheden ordunun fazîletini yeni bir fazîletle taçlandırmak için onların hepsini şehrin îmârına ve âmmenin istifâdesi için hayır müesseseleri kurmaya teşvik etti.
Millet olarak bizler de, büyük bir fazîletler medeniyeti vücûda getirmiş bir ecdâdın torunlarıyız. Onların müstesnâ bir zarâfet, nezâket ve edep ölçüleri içinde kurdukları medeniyetin bereketli semerelerini bugün bile vakıflar, imâretler, sebiller, sadaka taşları vs. sûretinde görmekteyiz. Bizler de ecdâdımızın bu mukaddes mîrâsına sahip çıkarak, onlar gibi hayır müesseseleri kurmaya ve kurulmuş olanları da yaşatmaya gayret etmeliyiz. Önce kendi iç dünyâmızı fazîletlerle donatarak örnek teşkil etmeli; sonra da, şehîd ve gâzîlerimizin emâneti olan vatanımızı ve mukaddes değerlerimizi muhâfaza için, îmanlı, vatanperver ve seviyeli nesiller yetiştirmeliyiz. Aksi hâlde din zayıflar, nesiller zâyî olur, vatan el değiştirir. Bu mes’ûliyetlerimizin idrâki içinde infâk ehli mü’minler olmalıyız.
Velhâsıl, infak ehli bir mü’min, diğergâm insandır. Kendi kurtuluş beraatını alabilmenin, başkalarının da kurtuluşu için gayret ve himmet etmekten geçtiğini bilen insandır. Zîrâ sırf kendi menfaatini düşünen, kaba, hodgâm, bencil ve cimri bir insan tipini Rabbimiz reddediyor. Bu itibarla başkalarının mes’ûliyetini omuzlarımızda hissedebildiğimiz nisbette, kendi mesûliyetimizin hesâbını kolay verebileceğimizi hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Rabbimiz, hepimize gayret-i dîniyye ihsân eylesin. Edep ve nezâket ölçüleri içerisinde, sırf rızâ-yı ilâhîyi ümîd ederek infâk edebilmeyi gönüllerimizin huzur ve saâdet hazînesi kılsın!
Âmîn...
Dipnot: 1) Bkz. Sâmiha Ayverdi, Türk Târihinde OSMANLI ASIRLARI, İstanbul 1999, s. 227-228.
osman nurı topbas / altınoluk
medinelii
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi medinelii 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
nişan sohbetimde anlatılan örnek hadıse Serbest Kürsü sevginin_bedeli 20 8941 14 Ekim 2009 14:31
huzzam yayında Serbest Kürsü medinelii 6 2309 12 Ekim 2009 20:59
Ve RABBİM.... Allah(c.c) su damlası 9 2894 10 Şubat 2009 00:47
efsunlu.... Makale ve Köşe Yazıları medinelii 0 1534 08 Şubat 2009 20:51
bu hayata çıplak gözle bakılmaz(mış) Makale ve Köşe Yazıları KARAKÖSE 1 1808 08 Şubat 2009 20:47

Alt 21 Ağustos 2008, 12:04   Mesaj No:2
Medineweb Emekdarı
Emekdar Üye - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Emekdar Üye isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 16627
Üyelik T.: 11 Şubat 2012
Arkadaşları:2
Cinsiyet:
Yaş:47
Mesaj: 4.081
Konular: 315
Beğenildi:48
Beğendi:0
Takdirleri:149
Takdir Et:
Standart Cvp: osman nuri topbas hocaefendi...

Güzel bir yazısınıda ben ekliyim.Allah razı olsun medineli..

Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından -9- Hayırda Acele Etmek
Yıl: 2008 - Ay: Temmuz - Sayı: 269
Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde “zaman”a yemin ederek dikkatlerimizi ömrümüzün keyfiyeti üzerinde yoğunlaştırmamızı arzu etmektedir.

Zaman, iki uçlu bir bıçak gibidir. Kitap ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde değerlendirilirse cennete vuslat vesîlesidir. Diğer taraftan nefsine râm olanlar için, sanki akıp giden bir sel gibidir ki, bu selin içinde sürüklenen âvâre bir kütük olmamak îcâb eder.

Geçip giden zamanı bir daha geri almak mümkün değildir. Zaman biriktirilemez, borç alınıp verilemez, satın alınamaz. İnsan bütün varlığını fidye olarak verse, ecel senedinin vâdesini bir sâniye bile uzatamaz, takdim veya tehir edemez.

Ebedî âlemin hazırlık safhası olan dünyâ hayatı, kısa bir sürede sahip olunan bir define gibidir. Bu yüzden hayat nîmetinin kadr u kıymetini bilip onu hakkıyla değerlendirmek îcâb eder. Zîrâ bu nîmeti zâyî etmenin telâfîsi yoktur. Zamanı, hiç bitmeyecekmiş gibi nefsânî arzular peşinde hoyratça ziyân etmek ve kulluk vazîfelerini ihmâl edip ertelemek, son nefeste kahredici bir pişmanlık olur!..

Kundakla teneşir arasında inişli çıkışlı, dar bir koridor olan ömür, alıp verdiğimiz nefeslerin yekûnundan ibârettir. Sayısı kullara meçhul, Allâh’a mâlum olan bu nefeslerin en düşündüreni, şüphe yok ki “son nefes”tir. Son nefes, nihâyete eren bir dünya hayatı ile yeni başlayan ebedî bir âlemin kavşak noktasıdır. Yine o, son derece sarp ve çetin bir geçittir. İdrak sahibi her mü’min, o geçidi derin derin tefekkür edip her hâlini bu istikâmette düzeltme gayreti içinde olmalıdır.

Hayat sahnesinin son perdesi olan son nefes, herkesin kendi âkıbetini aksettiren, buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsanoğlu kendisini en net olarak son nefes aynasında tanır. Çok kıymetli zaman parçaları olan nefeslerimizi bu fânî topraklar üzerinde tüketirken, ilâhî kameraların her an kayıtta olduğunu unutmamalıyız. Doldurduğumuz hayat kasedi birgün; “• Kitabını oku!” emri ile bize seyrettirilecek. O vakit kendimizi çok net bir şekilde yeniden tanıyacağız.

Son nefesimizin zamanı meçhul olduğundan bizi ebedî hayatta felâha erdirecek bir hesaba hazırlık için gün, bugündür. Âhiret azığımızın tedâriki demek olan amel-i sâlihler için dem, bu demdir. Hadîs-i şerîflerde, sahip olduğumuz nîmetlerden tek tek hesaba çekileceğimiz hatırlatılarak, o nîmetler husûsunda gafletten sakınmamız şöyle telkin edilmektedir:

“Kıyâmet günü hiçbir kul; ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)

“Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganîmet bil: İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayâtını!” (Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

Sadakada Acelenin Ehemmiyeti

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayırda acele etmenin ehemmiyetini kendi örnek hayatında sergilediği sayısız fazîletlerle tebliğ buyurmuşlardır. Bunlardan birini, Ukbe bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. Allah Rasûlü selâm verip namazı bitirdi ve sür’atle yerinden kalktı. Aceleyle hanımlarından birinin odasına gitti. Cemaat, O’nun bu telâşından endişe ettiler. Fahr-i Kâinât Efendimiz kısa bir süre sonra döndü. Bu acele davranışı sebebiyle ashâbının meraklanmış olduğunu gördü ve şöyle buyurdu:

“–Odamızda birazcık altın -veya gümüş- olduğunu hatırladım. Beni hayırda acele etmekten alıkoymasın diye hemen dağıtılmasını emrettim.” (Buhârî, Ezân 158, el-Amel fi’s-Salât 18; Nesâî, Sehv 104)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)

Nasıl ki namazın fazîleti ilk vaktinde edâ edilmesinde ise, infâkın fazîletlisi de geciktirilmeden ilk fırsatta yapılmasındadır. Bu nebevî ahlâk, en çok Peygamber vârisi olan Hak dostu âlim ve âriflerin hayatında mâkes bulmuştur. Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu kıssası, bu hakîkatin pek ibretli bir misâlidir:

Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey ister. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkarır ve dervişe verir. Oradakiler:

“–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” derler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verir:

“–Bir defâsında bir muhtaç mescide geldi ve; «Açım!» dedi. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Onu mescitte bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik.

Ertesi gün, yakaza hâlinde mânevî bir zuhurat olarak, o garibi sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabûl etmedi!» yazısını gördüm.

O gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sâhibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyâcını göreceğim.» diye yemin ettim.”1

İşte Cenâb-ı Hak, bâzı hakîkatleri velî kullarına fevkalâde şekillerde ayân eder. Bundan murâd, gönüllerde derin bir tesir meydana getirerek o hususta insanlara güzel bir istikâmet kazandırmaktır. Bu kıssadan da anlaşılacağı üzere bir hayrın şeref ve kıymeti, vaktinde ve geciktirilmeden yapılmasındadır.

Son Nefesten, İbretli Bir Manzara

Rebî bin Heysem -rahmetullâhi aleyh- sâlih amelleri tehir eden, nefsi tezkiye olmamış bir kişinin son nefesindeki hazin hâlini şöyle anlatır:

“Kişi ölmeden önce neye düşkün ise rûhunu o doğrultuda teslîm eder. Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; «Lâ ilâhe illâllâh!» deyip telkin verdikçe o para sayar gibi parmaklarıyla birtakım hesaplar yapıyordu.”

Yâni insan ekseriyetle, “sonra yaparım” diye ertelediği hayırlara, o “sonra”larda da kolay kolay fırsat bulamaz. Bunun içindir ki ârifler; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” hakîkatinin hikmetine ermişlerdir. Zîrâ yarını olmayan bir gün her an gelebilir.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam gelerek, hangi sadakanın sevâbının daha büyük olduğunu sordu.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:

“–Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerinde, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, (veya bunun zıddına) daha çok zengin olmayı arzularken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de; «Falana şu kadar, filâna bu kadar.» demeye bırakma. Zîrâ o mal, zâten vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât, 11)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Kişinin (sağlıklı iken) hayatında bir dirhem sadaka vermesi, ölümü esnâsında yüz dirhem sadaka vermesinden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvud, Vasâyâ, 3/2866)

Şeyh Sâdî, âdeta bu hakîkatlerden ilhamla şöyle nasihat eder:

“Âhiret azığını hayatında kendin tedârik et! Çünkü sen öldükten sonra akraba hırsa kapılır; senin rûhun için hiçbir iyilikte bulunmazlar. Altını, nîmeti elinde iken bugün sen ver! Sen öldükten sonra bunlar elinden çıkar, sahip olamazsın!

Azığını öbür dünyâya kendi götüren kimse, devlet topunu çelmiş demektir. Sırtımı beni düşünerek ancak kendi tırnağım kaşır, başkası kaşımaz.

Ne gibi servetin varsa avucunun ortasına koy. Verilecek yerlere ver! Veremezsen, yarınki pişmanlıktan dişinle elinin arkasını ısırırsın.”

Hakîkaten malı-mülkü vakit varken infâk etmeyip, onu mânevî terbiyeden mahrum yetişen ve nasıl harcayacakları meçhûl olan mîrasçılara bırakmak, ağır bir âhiret hesâbı yüklenmek olur. Bu ise, selîm bir aklın kârı değildir.

Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri ne kadar hikmetlidir:

“Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

Ölünce iflâs eden varlıklı insanlar, bir hayâl âlemi olan dünyâda kendini zengin zannedip de ölümle hakîkat sabahına uyandıklarında, elde avuçta hiçbir şey kalmadığını gören ebediyet mahrumlarıdır. Asıl zenginlik, ecel ile iflâs etmemektir. Bilâkis ebedî devlet ve servete mazhar olabilmektir.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sâhibi olmak, rüyâda defîne bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.”

“Ölüm meleği, gâfil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse, gerçekte sâhibi olmadığı bir mal için dünyâda çektiği sıkıntılara hayretle âh vâh eder ve bin pişman olur. Lâkin iş işten geçmiş, her şey bitmiştir.”

Toprak altına girdikten sonra, fakir ne olmuşsa, zengin de o olur. Orada kim ne yaptıysa, karşısında bulur. Bu dünyâdan gidenler, ister köle, ister pâdişah gibi gitsinler, oradaki bütün sermâyeleri, ne götürdülerse odur. Orası; sapla samanın ayrıldığı, başlarda gezen zorba ayakların ayaklar altına düştüğü, nice kölelerin sultan, nice sultanların köle olduğu, Hak rızâsına uygun kullanılmayan dünyevî makam, mevkî ve rütbelerin sıfırlandığı, nice mahrumların hazînelere kavuşup nice gâfil zenginlerin de ebediyet fukarâsı ve mahşer dilencisi olduğu bir yerdir. Orada yalnızca Hakk’a sâdık kulların sadâkatlerinin ve selîm kalplerinin faydası vardır.

Bu hususta Merhum Necip Fâzıl’ın şu îkâzı ne kadar hikmetlidir:

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!

Mezarda geçer akça neyse, onu biriktir!..

Cenâb-ı Hakk’ın dünya hayatında insanoğlunu imtihan ettiği en çetin hususların başında can, mal ve evlât gelir. Bunlar hayra kullanıldığında nîmet iken, şerre kullanıldığında ıztırap sebebidirler. Bize hakkı hak olarak gösterecek, nîmetleri nîmet olarak bildirecek olan, ancak dînin sesidir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Ey îmân edenler, sizi ne mallarınız, ne evlâtlarınız Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni(m ömrümü) yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden evvel size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın…” (el-Münâfikûn, 9-10)

Dünyâyı gafletle ziyân edenlerin hâlini de âyet-i kerîme şöyle tasvîr eder:

“Onlar orada: «–Ey Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar(ıp dünyâya geri gönder de) daha önce yaptıklarımızın yerine, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler. (Allah onlara iki şey sorar.) «–Biz size, düşünüp ibret alacak kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size îkâz edici (peygamber) de gelmedi mi? Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Fâtır, 37)

İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle nasihat eder:

“Ey oğul! Şimdi düşün ki vefât ettin ve dünyâya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün! O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki, bugünün bir ânını bile boşa geçirme! Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.”

O hâlde ömür takviminden açılan her yeni günü, bize verilmiş yeni bir mühlet olarak telâkkî edip hayır işlemekte acele etmeliyiz.

Herkes Pişmanlık Duyar...

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biz ümmetini îkaz sadedinde:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiç kimse yoktur.” buyurmuştur.

“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlallâh?” diye sorulduğunda:

“–(Ölen), muhsin (ihsan sâhibi, iyi) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Yâni sâlih kimseler bile, dünyada sâhip oldukları nîmetleri niçin Allah yolunda daha fazla sarf etmedik diye pişmanlık duyacaklardır. Gâfillerin nedâmetini ise ifâde etmeye kelimeler âciz kalır.

Behlül Dânâ Hazretleri’nin; “–Yeraltında en çok ne vardır?” sorusuna, yine kendisi cevap vererek; “–Mevtâların «eyvâh, vah-vah ve keşke»leri vardır!” buyurması da bu hakîkatin bir ifâdesidir. Öyleyse bizler de nedâmet günleri gelmeden evvel Hak rızâsının bulunduğu her işe koşmalı ve boş şeylerle vakitlerimizi ziyan etmekten sakınmalıyız. Her günümüzü son günümüzmüş gibi uyanık bir gönülle yaşayıp bilhassa zamanımızı dolu dolu geçirmenin şuuruna ermeliyiz.

Cenâb-ı Hak, zamanı doğru kullanma husûsunda ekseriyetle hüsran içinde olan kullarının, bu hüsrandan kurtularak ilâhî ikramlara nâil olabilmeleri için şöyle buyurmaktadır:

“Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş! Hep Rabb’ine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)

Yâni ibâdet ve hayırlı işlerin biri bittiğinde hemen diğerine koşmak, herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“İbâdetlerin kabul ediliş alâmetleri, o ibâdetlerden sonra hemen başka ibâdetlere girişmek, birbiri ardınca hayırlara koştukça koşmaktır.”

Yine Mevlânâ Hazretleri’nin tâbiriyle:

“Ecel, verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.”

Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler, elbette zâlimlerdir.” (el-Bakara, 254)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurur:

“Faydalı işler görmekte acele ediniz. Zîrâ yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar; dînini küçük bir dünyâlığa satar.” (Müslim, Îmân 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)

Dolayısıyla fırsat eldeyken hayırda acele edip âhiret azığı tedârik etmeye bakmak her mü’minin hedefi olmalıdır. Dünyânın geçici zevk u safâlarına, aldatıcı yaldızlarına kanmamak, burada sahip olunan malın, rüyâda bulunmuş bir defineden farksız olduğunu unutmadan hakîkî ve ebedî hayata hazırlanmak îcâb eder.

Kişinin Gerçek Malı Âhirete Gönderdiğidir

Peygamber Efendimiz’in âilesi bir koyun kesmiş ve etini infâk etmişlerdi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- koyundan geriye ne kaldığını sorunca:

“–Sâdece bir kürek kemiği kaldı.” denildi. Bunun üzerine Efendimiz, gerçek servetin ne olduğuna dâir nebevî bakış açısını şöyle ifâde buyurdu:

“–Desenize bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Abdullah bin Şihhîr -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tekâsür Sûresi’ni okuyordu. Sûreyi okuyup bitirince şöyle buyurdu:

«Âdemoğlu, malım malım deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var!?»” (Müslim, Zühd, 3-4)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de, kıyâmet gününden bir manzarayı şöyle tasvîr ederler:

“Allah, sizin her birinizle tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Önüne bakacak; karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde artık (hiçbir şeyiniz yoksa bile) bir hurmanın yarısıyla da olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz (söyleyip gönül alarak) kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10, Rikâk, 31, Tevhid, 36)

Demek ki kişinin hayır veya şer nâmına âhirette karşısına çıkacak her şey, bu dünyâda yapıp ettiklerinin tecessümünden ibârettir. Bunun içindir ki Yüce Rabbimiz biz kullarını şöyle îkaz buyurur:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın! Allah’tan korkun, muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)

Şeyh Sâdî buyurur:

“Akıllı insanlar mallarını, paralarını öbür cihâna giderken yanlarında götürürler. (Yani önceden Allah yolunda infâk ederler.) Ancak hasislerdir ki, hasretini çekerek burada bırakır giderler.”

Hasislik İlletinden Kurtul!..

Cimrilik edip infaktan uzak durmak, âhiret hayatını tehlikeye atmaktır. Âyet-i kerîmede Rabbimiz:

“Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın...” (el-Bakara, 195) buyurarak biz kullarını îkaz eder.

İnfak edilmeyen mal ve nîmetler, vefâsız arkadaş gibidir. Gün gelip ömür sermâyesi tükenince o, vefâsızlığını gösterip sahibini yalnız ve muhtaç hâlde bırakır. Malından ve imkânlarından vefâ umanlar, onları Allah yolunda infak ederek karşısına çıkması için önceden âhirete gönderenlerdir. Bunun için de nefsin cimriliğinden kurtulmak îcâb eder. Nitekim âyet-i kerîmede ebedî kurtuluş için cimriliği yenmenin zarûreti şöyle ifâde buyrulur:

“…Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerin ta kendileridir.” (el-Haşr, 9)

Ancak iblis, insanın istikbâlini karartmak için çeşitli hîlelere başvurarak kalplere vesvese tohumları atar. Rızkı veren Allah olduğu hâlde bu hususta insanın aklını çelmeye çalışır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lutuf va’deder...” (el-Bakara, 268)

Şeytanın bu hîlesini çok iyi bilen Halîfe Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- vâlilerine dâimâ diğergâmlık ve cömertliği tavsiye ederek onları şöyle uyarırdı:

“Sakın sizi sıkıntı ve darlığa düşme ihtimâliyle korkutup iyilikten vazgeçirmek isteyen cimriyi, büyük işlere karşı azminizi gevşetecek korkağı ve zulme saparak size ihtirâsı iyi gösterecek hırs sâhibini istişâre meclisinize sokmayın!”

Nefsin cimriliğinden ve şeytanın vesveselerinden kurtulabilenler, aynı zamanda infak ettiklerinin zâyî olmadığını, âhirette kendilerini bekleyen saâdet sermâyeleri hâline geldiğini de çok iyi idrâk ederler. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Haklarında yeminle söz söyleyebileceğim üç haslet vardır; iyi belleyiniz: Sadaka vermekle kulun malı eksilmez. Uğradığı haksızlığa sabredenin Allah şerefini artırır. Dilenme kapısını açan kimseye Allah, fakirlik kapısını açar…” (Tirmizî, Zühd, 17)

Mevlânâ Hazretleri, infâkın malı eksiltmeyip bilâkis bereketlendirdiği hakîkatini ne güzel ifâde eder:

“Allâh’ın yarattığı yeryüzüne, temiz, sağlam tohum ekilsin de, o bitmesin; imkân var mı?”

“Fânî ve gelip geçici olan bu yeryüzü, çeşitli ekinler, meyveler ve mahsûller vermekten vazgeçmezse, yeryüzünden daha geniş olan mânâ âlemi nasıl olur da mahsûl vermez?”

“Dünya toprağının mahsûlü hadsiz hesapsızdır. Bir tanenin bile mahsûlü yedi yüzdür. Buna dikkat et de, öbür tarafın mahsûlünün ne kadar olacağını anla! Mal, sadaka vermekle eksilmez; hayırda bulunmak, malı zâyî olmaktan korur!”

İbâdet ve muâmelâtın paha biçilmez sermayesi olan dünya hayatının her ânı, ebediyet mücevherleri ve âhiret tohumlarıdır. İnsan, bu âhiret tohumlarını dünyâ tarlasına ekerek ukbâda bunların mahsullerini toplar. Lâkin bu kıymetli tohumları nefsânî arzuların girdapları içinde ve selde sürüklenen kütükler misâli şaşkınlıkla ziyân ederse, o tohumlar, cehennem mahsulleri hâline gelir. Böyle bedbahtlara ne yazık! Kitap ve sünnetin rûhâniyeti ile tezyin edilen zamanlar ise ebedî cennet bahçelerinde yeşerecek olan saâdet tohumlarıdır.

İnfâk edilmeyen mal, vefâsız bir arkadaş gibiyken, infâk edilen mal, hayırlı ve sâdık bir dost gibidir. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Servet bir müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun!” (Ahmed, III, 21)

“(Kıyâmet günü) hesap görülünceye kadar herkes sadakasının gölgesinde olacaktır.” (İhyâ, I, 626)

Übeyd bin Ümeyr -rahmetullâhi aleyh- de bu hakîkati şöyle îzah eder:

“İnsanlar kıyâmet günü çok çetin bir açlık, susuzluk ve çıplaklık içinde haşredilecektir. Ancak Allah için yedireni Allah doyuracak; Allah için içireni Allah içirecek ve Allah için giydireni yine Allah Teâlâ giydirecektir.”

Kıyâmetin o zor gününde selâmete erenleri Rabbimiz şöyle müjdeler:

“Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infâk edenler yok mu, işte onların Rableri katında ecir ve mükâfâtları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.” (el-Bakara, 274)

Velhâsıl, infâkı bir tabiat-ı asliye hâline getirip her ânımızda bütün imkânlarımızdan infak gayreti içinde bulunmamız, zamanın kıymetini bilip hayırda acele etmemiz gerekir. Rabbimiz; “• Fecre andolsun ki” buyuruyor ve her fecir vakti, ömür takviminden bizlere yeni bir yaprak açıyor. Bu ömür yaprağını nasıl dolduracağız? Ne kadar kendimiz için çalışacağız, ne kadar diğergâm olup mahrum ve yalnızların yanıbaşında bulunacağız? Kirâmen Kâtibîn melekleri bugünkü kıyâmet dosyamıza neler yazacak? İşte mü’min, bu hakîkatleri rakîk bir kalp ile muhâsebe ederek zamanını en hayırlı amellere sarf etmelidir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu:

“(İlâhî mahkemede) hesâba çekilmeden evvel nefislerinizi hesâba çekiniz.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27) tâlimâtını kendine hayat düstûru edinmelidir.

Bizim de huzûr-i ilâhîye selîm bir kalple çıkabilmemiz için, ömür senedimizin vâdesinin dolacağı gün ve sonrası için hazırlıklı olmamız zarûrîdir.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in buyurduğu gibi:

“Âhirette nereye gitmek istiyorsanız hazırlığınızı ona göre yapın!”

Hazret-i Ebû Bekir Efendimizin şu duâsına gönülden “âmîn” diyerek sözlerimize son verelim:

“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun.”2

Âmîn!

Dipnotlar: 1) Bkz. Darîr Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, haz. S. Yıldırım - N. Yılmaz, İstanbul 2001, s. 157. 2) Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 103.
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Mart 2013, 13:09   Mesaj No:3
Meal Gurubu Üyesi
Medineweb Emekdarı
Nesli_Nur - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Nesli_Nur isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 20510
Üyelik T.: 01 Ekim 2012
Arkadaşları:24
Cinsiyet:
Mesaj: 1.012
Konular: 166
Beğenildi:76
Beğendi:1
Takdirleri:187
Takdir Et:
Cevap: osman nuri topbas hocaefendi...

Namazı yüzüne çarpılanlar

Yapılan her ibadet, adeta cennete giriş vizesi gibi görülmeli ve bu ulvi ruh heyecanı içinde itina ile ifa edilmelidir. İtina göstermeden kılınan namazlar, insan için pişmanlık vesilesi olacaktır.

Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurur: “Kişi, rükû ve secdesini tam yaparak, namazı güzel bir şekilde eda ederse namaz o kişiye: ‘Beni muhafaza ettiğin gibi Allah da seni muhafaza etsin!’ der. (O) Namaz yükseltilir. Kişi rükû ve secdesini tam olarak yapmaz, namazını güzelce eda etmezse namaz ona: ‘Beni zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin!’ Der. Namaz, eski elbisenin dürüldüğü gibi dürülüp adamın yüzüne çarpılır.” (Camiu`s-Sagir)

Ayet-i kerimede buyrulur: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. (Gafletle kılarlar.)” (Maun; 4-5)

Hızlıca yatıp kalkanlar

Ağırdan alarak, namazı son vaktine kadar geciktirmek ve kerhen kalkarak, vazife savar gibi hemen farzını kılıvermek, -Allah muhafaza buyursun- insanı, münafıklığa götüren kötü bir haslettir.

Alâ bin Abdurrahman anlatıyor: “Bir öğleden sonra, Enes bin Malik’in yanına gitmiştik. Enes, biz varınca hemen kalkarak, ikindi namazını kıldı. Namazını bitirince kendisine namazı erken kıldığını söyledik. O da niçin böyle erken kıldığını anlatarak şöyle dedi: “Rasulullah sallallahu aleyhi vesellemin şöyle buyurduğunu işittim: ‘O münafıkların namazıdır! O münafıkların namazıdır! O münafıkların namazıdır! Onlardan biri oturur, oturur, tam güneş sararıp batmaya yüz tutunca, şeytanın iki boynuzu arasına girince kalkar, kuşun yem toplaması gibi hızlıca dört defa yatıp kalkar, namazda Allah’ı da pek az zikreder.” (Muvatta, Kur’an-ı Kerim, 46; Müslim, Mesacid, 195)

Namazı koruyan dinini korumuş olur

Hazret-i Ömer radıyallahu anhu, valilerine şöyle nasihat etmiştir: “Benim katımda en mühim işiniz namazdır. Kim onu koruyup vakitlerine dikkat ederse dinini korumuş olur, kim de onu yerine getirmeyip yitirirse dinini de kısa zamanda yitirir.” (Muvatta, Vukutu’s-Salat, 6)

Tabiinin önde gelen tefsir ve kıraat âlimlerinden Mücahid rahmetullahi aleyhi diyor ki: “Abdullah bin Zübeyr radıyallahu anhu, ibadette hiç kimsenin erişemediği bir noktaya erişmişti. Bir defasında, tavaf mahallini sel basmıştı, halk bir hafta tavaf yapamamıştı. Abdullah ise bir hafta boyunca Kâbe’yi yüzerek tavaf etti.” (Ali el-Muttaki, XIII, 471/37228; Zehebi, Siyer, III, 370)

Her zaman ve mekânda ibadet hassasiyeti

Müslümanlar, ibadetlerine gösterdikleri titizliği, savaş zamanlarında dahi muhafaza etmişler ve böylece Allah’ın yardımına mazhar olmuşlardır. Venedikli Travijani, Yıldırım Bayezid’in kahraman ve muzaffer ordusunu şöyle tasvir eder: “Osmanlı ordusunda bizde olduğu gibi şarap, kumar ve fuhuş gibi şeyler yoktur. Onlar, hiç aksatmadıkları askeri talimlerine ilaveten, Allah’ın büyük ve yüce ismini devamlı zikrederler, gece ve gündüz ibadetle meşgul olurlar. Bu sebeple de daima galip gelirler.”

Bayezid Camii, bir cuma günü ibadete açılmış ve orada ilk namazı, Fatih’in oğlu II. Bayezid Han kıldırmıştır. Bu hadiseyi Evliya Çelebi şöyle anlatır:

“Caminin inşası tamamlanınca, bir cuma günü, büyük bir merasimle ibadete açıldı. Bayezid-i Veli buyurdular ki:
- Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terk etmemiş ise şu mübarek vakitte o imam olsun! Derya misali cemaat içinden kimse çıkmayınca, Bayezid Han mecbur kalarak:
- Elhamdülillah! Savaşta ve barışta, biz bu sünnetleri hiç terk etmedik! Dedi ve kendisi imam olup namazı kıldırdı.”
Osmanlı sultanlarından VI. Mehmed Reşad, saraydaki hanedan çocuklarını yetiştirmek üzere “Muallime-i Selatin: Sultanların Hocası” tayin ettiği Safiye Hanım’a, ilk olarak şunu emretmiştir: “Namaz kılmayanlara, oruç tutmayanlara yedirdiğim tuz ve ekmeği haram ediyorum. Bu iradem, hoca hanım tarafından, talebe şehzade ve hanım sultanlara söylensin.”

Dünyevi makam ve mevki, o insanlara ibadet hassasiyetini unutturmamış, her işlerinin başına namaz ve oruç gibi ahiret azığı olacak gayretleri yerleştirmekten geri bırakamamıştır.

İbadetler hususundaki titizliğin en canlı misallerinden biri de Kafkasların şanlı mücahidi Şeyh Şamil’e aittir. O, 1829’daki Gimri savunmasında, birçok süngü, kılıç ve kurşun yarası almıştı. Göğsünden girip sırtından çıkan bir süngü ciğerini parçalamış, ayrıca kaburgaları ve sağ köprücük kemiği kırılmıştı. Cerrah olan kayınpederinin tedavileri neticesinde, altı aya yakın bir zamanda ancak kendine gelebildi. Yaralandığı günden itibaren, 25 gün boyunca komada yatan bu genç mücahid, yirmi beşinci günün sonunda kendine gelip gözlerini açınca, başucunda annesini buldu. Ona söylediği ilk sözü: “Anacığım! Namaz vakti geçti mi?” oldu.

Namaz gayretinin bereketi

Çanakkale Harbi’nin devam ettiği günlerde, bir Ramazan Bayramı arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9. Tümen’in genç imamını çağırarak mahzun bir şekilde, istemeye istemeye şöyle dedi:

- Hafız! Yarın Ramazan Bayramı. Asker, toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem, vazgeçiremedim. Zira böyle bir şey, pek tehlikeli, yani düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imha fırsatı olur. Münasip bir dille bunu erata bir de sen anlatıver!

İmam Efendi, Paşa’nın yanından henüz ayrılmıştı ki, karşısına nur yüzlü bir zat çıktı ve:
- Oğlum! Sakın ola askerlere bir şey söyleme! Gün ola hayır ola; Allah ne derse öyle olur, dedi.

Ertesi sabah, herkesi hayrete düşüren ilahi bir tecelli yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allah’a kulluk aşkıyla dolup taşan mü’min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözetleyen düşman kuvvetleri, artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremiyordu. O sabah, bambaşka bir manevi heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbirler, dalga dalga semaya yükseliyordu…

Nur yüzlü ihtiyar zat, Fetih Suresi’nden bir kısım ayetleri tilavet ederken, askerlerin gönüllerinden taşan kelime-i tevhid sesleri, birer iman sayhası halinde düşman saflarından bile duyulmaktaydı.

İşte bu esnada, İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa baş gösterdi. Zira çeşitli İngiliz sömürgelerinden kandırılarak getirilmiş bulunan bir kısım Müslüman askerler, yine kendileri gibi Müslüman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbir ve tevhid seslerinden anlamışlar ve bunun üzerine isyan etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran zalim İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi, diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldı.

İslam askerlerinin sinesinde sarsılmaz bir kale olan iman, cephede dahi ibadetlerini ifa etmelerini sağlamış ve bunun neticesinde ilahi feyz ve yardım inerek, bütün orduyu kaplamıştı.

Hazret-i Peygamber aleyhissalatu vesselam, insanların sırat köprüsünden, ibadetlere verdikleri ehemmiyet nispetinde hızlı geçeceklerini bildirerek şöyle buyurmuştur: “İnsanlar cehenneme gelirler, sonra amellerine göre oradan geçerler: Onların ilk grubu şimşek hızıyla geçer, ikinci grup rüzgâr gibi geçer. Sonraki bir atlı süratiyle, sonraki bir deve binicisi süratiyle, sonraki koşarak, en sonraki de yürüyerek geçer.” (Tirmizi, Tefsir, 19/3159)

Hâsılı, ibadet ve kulluktaki gaye, kalben Allah ile beraber olabilmektir, yani marifetullah ve muhabbetullahtır. İbadetler, imanın kalpteki tezahürü kadar kişiye zarafet ve güzel ahlak kazandırır.

Şevk ve iştiyak ile yapılan ibadetler, ruhu derinleştirir ve kulu Allah’a yakınlaştırır. Kalpte merhamet ve cömertlik duygularını inkişaf ettirir. Cenab-ı Hak, böyle kullarının gören gözü, işiten kulağı olur. Yani, onların görüşleri, duyuşları, düşünüşleri ve ifadeleri, artık hep ilahi nurun cereyanından ibaret hale gelir.

Rabbimiz cümlemize nasib eylesin! Âmin!

-OSMAN NûRî TOPBAŞ-
__________________
Derdi dünya olanin dünya kadar derdi olur...
Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Mart 2013, 13:35   Mesaj No:4
Medineweb Baş Editörü
Mihrinaz - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Mihrinaz isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 14593
Üyelik T.: 15 Kasım 2011
Arkadaşları:68
Cinsiyet:Anne
Memleket:MEDİNEWEB
Yaş:43
Mesaj: 12.398
Konular: 1269
Beğenildi:11842
Beğendi:8986
Takdirleri:26241
Takdir Et:
Standart Cevap: osman nuri topbas hocaefendi...

nesli nur...osman nuri topbaşın ,eserlerini severek okudum..
derslerde kaynak kitap olarak kullnılan eserleride harika.
hele kurslarında yetişen kızlarımıza,hocalarına bayılıyorum..maşallah çok donanımlılar...
paylaşımında çok güzel..
__________________

~~~ Bilmediklerimi Ayaklarımın Altına Alsam Başım Göğe Ererdi ✒~




Alıntı ile Cevapla
Alt 21 Mart 2013, 14:49   Mesaj No:5
Medineweb Sadık Üyesi
muuskem - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:muuskem isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 21263
Üyelik T.: 02 Kasım 2012
Arkadaşları:9
Cinsiyet:-
Memleket:-
Mesaj: 676
Konular: 38
Beğenildi:32
Beğendi:6
Takdirleri:10
Takdir Et:
Standart Cevap: osman nuri topbas hocaefendi...




bende kitaplarını okuyorum...
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
Mehmet Kırkıncı Hocaefendi Vefat Etmiştir... Esadullah Taziye-İlan-Selamlaşma 2 25 Şubat 2016 17:09
Nuri Pakdil'den.... belediemin Serbest Kürsü 1 01 Ekim 2009 11:52
Musa Topbaş Hocaefendi'den Evli Hanımlara Tavsiyeler MERVE DEMİR Evlilik-Nikah Konuları 0 13 Nisan 2009 22:13
Gülen Hocaefendi'den 2 çarpıcı tespit SONSUZNUR Makale ve Köşe Yazıları 0 25 Ekim 2008 13:02
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi medinelii Alimler(Rh) 0 22Haziran 2008 17:58

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.