![]() |
unuttuk... [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Ne çabuk unuttuk, ne çok unuttuk... Dünya kalınası değildi, yeryüzünde karar kılamazdık ki. Geldik ve nihayet dönecek değil miydik? Şimdi hatırladığımız bu.. Ve hiç unutmayacağımız... Ne çok unuttuk, ne çabuk unuttuk Bizden önce gelenleri ve bizden önce gidenleri Güzel atlara binip giden güzel insanları Sırf ölümünü güzel eylemek için yaşayanları Ölümünü 'düğün gecesi' gören güzel bakışlıları Ne çok uyuduk göklerden habersiz. Ne çok unuttuk semaya yüz dönmeyi Ayağımızı yere sabit belledik Elimizdekileri sahiplendik Değil elimizdekilerin, elimizin bile elimizde olmadığını hatırlamak zamanı şimdi. Çok hatırlamak ve çabuk hatırlamak zamanı. Unuttuk; dünya bir gölgelikti oysa Yolcu olduğumuzu unuttuk, yolumuzun buradan geçtiğini sadece Sadece uğradığımızı şu dünyaya Yükümüzü yeğni tutmayı bilemedik. Biriktirdik, çoğalttık, artırdık ve saydık Geriye ne kaldı? Şimdi hatırladık Sermayemiz yokluktu, servetimiz acizlikti Şimdi hesapladık. Unuttuk, Yüzümüzde Rahmanın nakşı vardı Gözümüzde Cemalin bakışı vardı Gönlümüzde Bekanın aşkı vardı Şimdi, yüzümüz yerde kaldı Gözümüz yaşta kaldı Gönlümüz darda kaldı Hatırladık ve anladık ki, Bu dünyanın ötesi vardı Gelin, burada kalmayalım. Yüzümüzü Rahmanın vechine döndürelim, Gözümüzü Gufranın tecellisine çevirelim, Gönlümüze 'neylerse güzel eyleyen' Mevlamızın tesellisini devşirelim. Hatırlayalım, hatırlayalım ki, 'Hatırlamaya değer bir şey bile değil'ken Yüze geldik, varlığa vardık, dile geldik, ışığa vardık Kimsenin bizi bilmediği, kendimizi de bilmediğimiz Derin bir unutuştan alındık Hatırlandık, hatırı sayılır olduk. Fakat ne çok unuttuk ve ne çabuk unuttuk Unutuşun çocuğu olduğumuzu Varlığın uçarı kuşu olduğumuzu Kanatlarımız olduğunu, yerde kalanlardan ve arza bağlananlardan uzakta Kaderimiz olduğunu Gelip gitmenin, konup göçmenin, Ondan gelip Ona gitmenin Ne güzel olduğunu Hatırlayalım hatırlayalım ki Unutuştan alınmış ve çokça unutmuştuk Unutmayalım ki Hep hatırlandık, hep hatıra kaldık İşte o zaman enkaz altından çıkarabiliriz ruhumuzu Ve o zaman yüreğimizdeki yangın yeri İbrahimvari bir gülşene döner Ve biliriz ki, Mazlumlar mahzun olmazlar Masumlara hüzün erişmez asla Ve korku yoktur şehidlere... Senai Demirci |
99 esma 99 dua Ya Rabbi! Seni tarif etmektedir bütün güzel isimler Sen güzel isimlerini aşikar etmezsen ruhum karanlıkta kalır Esma’ül Hüsna’na şahit yaz beni. ALLAH(cc)! Sensin Allah(cc) sanadır kulluğum Sendedir çarem seninledir varlıgım Seni arar ruhum seni anar kalbim Başkasına değil sana muhtacım Başkasını değil seni çağırırım Başkası yaratılmıştır sen yaradansın Başkası devamsızdır sen daimsin ve daim eyleyensin Başkaları muhtaçtır sen ihtiyaçsızsın ihtiyaçları görensin Başka ilah yok sen Allah(cc)’sın Sen ki eşi benzeri olmayansın Sen ki bütün eksiksiz sıfatların sahibisin Cemaline çevir yüzümü başkasına rağbet ettirme kalbimi Ya Rahman! Sen öyle rahmet edersin ki rahmetinin bir cilvesi cennetim olur Rahmetinden bir parıltı sonsuz mutluluğumdur Rahmetinin bir damlası herkesin rızkına kefil olur Şu çorak gönlüme merhametini indir Şu fani ömrümü sonsuzluğa eriştir. Ya Rahim! Öylesine rahimsin ki kulağını sözüme muhatap eylersin Aklıma vahyinle tenezzül edersin Öylesine Rahimsin ki istendiğinde zaten verirsin İstenmediğinde de lütfedersin Öylesine Rahimsin ki hak edene hepten verirsin Hak etmeyene bile çok bahsedersin Öyle Rahimsin ki dünyayı bu kadar güzel eylersin Ahireti ondan daha güzel eylersin Ya Rabbi! Korkudan emin eyle beni Hüzünden azad eyle kalbimi Ateşten uzak eyle beni Hicrana düşürme kalbimi Ya Vehhab! Yokluğa sırf yok oldugu için varlık bahşedersin Nankörlerin bile rızkını kesmez inkar edenlere bile nefes verirsin Varlığım senin lütfundur senin ihsanındır Aciz varlığıma lütfunu ihsanını daim eyle Ya Rezzak! Hazinende yok yoktur ol dersin her sey olur Yarattığın her canlının rızkı senin katında saklıdır Vahyin mümin kalplerin selin akılların rızkıdır Ya Rabbi! Sana muhtaç olmak en büyük zenginliğimdir Senin fakirin eyle beni Senin verdiğinle doymak en büyük lezzetimdir Sofranda agırla beni Ya Melik! Kimsenin kimseye fayda vermediği gün hüküm senin Gökler yarılırken sahibim sensin Yıldızlar dagılırken sahibim sensin Varlığım bana ait değil varım yoğum senin Elimde olanlar benim değil sahiplendiklerim de senin Yokluğa düşürme beni an senin Darlık verme kalbime mekan senin Ya Kuddüs! Sensin kuddüs kutsiyet sendendir bundan öte laf olmaz Sen dilemezsen hiçbir şey pak sayılmaz Gönlüm sana yönelmedikçe saf olmaz Kanımı her nefeste temizlediğin gibi nefsimi arındır pak eyle Temizlenenlere muhabbet edersin gönlümü muhabbetinle temizle Ya Selam! Sensin selam sendendir selam Emrini dinler ateş ki İbrahim(as) için serin ve selametli olur İbrahim(as) gibi dostluğuna kabul eyle beni İbrahim(as) gibi ateşi gül eyle tenime Gül gibi ateşten çiçekler açtır ruhumda Selamını şebnem gibi dokundur kalbime Ya Mümin! Sen hidayetini göndermezsen kalpler nasıl mutmain olur Sen kalplere itminan vermezsen kim inandığından emin olur Sen inandırmazsan kim mümin kalır Revamın tuzağına düşürme beni nefsimin diline bırakma beni Öyle mümin eyle ki beni pişmanlıklarım beni sana döndürsün Ya Müheymin! Sensin gariplerin sığınagı Sensin kimsesizlerin dayanağı Sensin hakkı himaye eden Sensin aklımı aldanışlardan kollayan Sensin ayağımı tuzaklardan kurtaran Sen ki zayıfları kuvvetlilerin şerrinden himaye edersin Mazlumların hakkını zalimlerden almayı vaat edersin Sen ki benim en küçük, en önemsiz, En gizli arzularımı da bilir bana merhamet edersin Nefsimin aldatmalarına kanmaktan koru beni Aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan koru beni Ya Aziz! İzzet senindir sendendir izzet Sen dilersen kimse zillete düşmez Sen vermezsen kimsede izzet kalmaz Kalbim yalnız sana kanar Yakınlığınla aziz eyle kalbimi Ruhum yalnız seni arar Huzurunla aziz eyle ruhumu Halim yalnız sana aşikar Başkalarının yanında rezil etme beni Ya Cebbar! Sen ki mağrurları gururlarına esir eylersin Sen ki kibirlenenlerin boynuna kibirlerini tasma eylersin Sen ki zor kullanıp zulmedenleri vicdanlarinin pençesine hapsedersin Bir sineği vasıta eyle de Nemrutlardan kurtar beni Bir asayı vesile eyle de firavunlara galip getir beni Ebabilleri gönderde Ebrehlerin fillerinden koru kalbimi Nefsimin beni isyana zorlamasına izin verme Aklımın beni saptırmasına geçit verme Hep itaat üzre sabit kıl beni Ya Mütekebbir! Ben acizim sen Kadir’sin Ben fakirim sen Rahim’sin Ben ölüyüm sen Hayy’sın Ben çaresizim sen Ehad’sın Ben muhtacım sen Samed’sin Ben sağırım işiten sensin Ben körüm gören sensin Ben dilsizim konuşan sensin Ben yaratılıyorum yaradan sensin Ben yokum var eden sensin Ben hiçim ama emellerim büyüktür Ben yoksulum ama isteklerim çoktur Ben isterim çünkü sen büyüksün Şahit yaz büyüklüğüne bu küçük kalbimi Ya Halk! Sen ol deyince her şey oluverir Ol de olayım yarattıklarının arasında kalayım Halk ettiğin gibi ahlaklanayım Sen yarattın diye güzel olayım Hep en güzel kıvamda kalayım Ya Musavvir! Yokluğa varlık suretini giydiren sensin Hiçlige varlik boyasını çalan sen Güzeli güzel kılan ancak senin tasvirindir Sen ki yüzümü benim için biricik sevdiklerim için tanıdık eylersin Katında makbul olan güzellikle tasvir eyle suretimi Ya Gaffar! Gizli düşmanlıklarımı bilen sensin Gözyaşlarıma değer veren sensin Bilirim rahmet denizini bulandıramaz cümle günahlar Rahmetinle arındır bağısla beni Ya Fettah! Damla kadar da olsa sevabım lütfeylede cennetini aç bana Şaşkında olsa aklım kerem eyle de sana gelen yolları aç bana Ya Alim! Senin için bilmenin başı yoktur Ben ancak sonradan bilirim Senin bilmediğin bir an yoktur Ben ancak bazen bilirim Sen açık edip söylediğimi de bilirsin Sen susup kendime sakladıgımı da bilirsin Unutup kendimden sakladıgımı da bilirsin Kendi kuyularıma aklımın iplerini salarım Kendime aklım ermez sen beni benden çok bilensin Kalbimin kuytularında el yordamıyla dolaşırım Kendime kendim yetmez sen bana benden çok sırdaşsın Bildiğimi bilenlerden eyle beni bilmediğimi bilenlerden eyle beni Sana malum olan ayıp ve kusurlarımla utandırma beni Ya Kabıd! Ya Basıt! Dara düşürürsün genişlik verdiğinde şükretmeyeni Genişletirsin dara düştüğünde de şükredeni takdir senindir Ya Rabbi! Sen ki imkansızı mümkün kılarsın Darda koyma beni dara düştüğümde de şükredenlerden eyle beni Sen ki asılları yanında tutarsın gölgede bırakma beni Ya Hafid! Öyle Hafid’sin ki yokluğa yuvarlarsın varlığıyla gurura düşeni Öyle Hafid’sin ki zillete düşürürsün kendisini yücelteni Gururdan azad eyle nefsimi zillete düsürme kalbimi Ya Rafi! Secdelerimle sultan eyle beni Kulluğumla şereflendir beni Katında rütbelendir beni İyiler arasında an beni Yükseklere al beni Ya Muizz! İzzetim varsa ancak senin verdigin kadardır Yalnız sana itaat etmenin izzetini ver bana İzzetine ayine et fakiri Ya Müzill! Sana boyun eğişim en tatlı sevincimdir Senin kapına gelmeyen sonsuz çaresizlikler içindedir Sana muhtaç oluşum en büyük şerefimdir Cevapsız bırakma beni Ya Semi! Yare açık yare yare açmaya yare ne hacet Feryadım duyulur aşikare dile dökmeye ne hacet Güllerim döndü hare hare küsmeye ne hacet Dil avare dudak bi çare parelenmeye ne hacet Ya Basir! Körüm körlüğüme bile Körüm gördüğüme bile Körüm gösterdiklerine bile Vaat ettiğin cennetine bile körüm Senin görmenle görür cümle gözler Aç gözlerimi Ya Hakem! Sen ki varlık ağacını yokluğun karanlık köklerinden çıkarıp vücuda getirensin Sen ki kalbimi bir nutfe gibi rahmetini rahminde besleyip büyütensin Kalbime değen sızıları ince ince söz eyle Yüzüme değen gözyaşımı damla damla rahmet eyle Dudağıma değen heceleri deste deste dua eyle Ya Adl! Sensin zulme ugrayanların dayanagı Sensin mahzun kalplerin sığınağı Senin adaletindir sığındığım senin nizamındır güvendiğim Nefsime zulmetmekten koru beni Adaletine razı eyle nefsimi Eğrilmekten koru kalbimi Rızana göre ölçülendir beni Mizanında güzel eyle akibetimi Kolay eyle sorgu sualimi Hesap verme inceliğiyle yaşat beni Zulmetmekten uzak eyle beni Zulme uğramaktan koru beni Ya Latif! Senin hükümlerin her seyin her haline inceden inceye nüfuz eder Hükmüne razi olmayı lütfet bana Lütfunu hakkımda hükmün eyle Hükmünü hakkımda latif eyle Ya Şükür! Sen ki bana iman verdin dalalette bırakmadın Bense sana şükrümde hep eksik yetersiz kaldım Şükrünün lezzetini her dem tattır kalbime dilime Şükredebilmek bile senden gelen bir nimettir Bu nimetin şuuruna erdir fakiri Ya Aliyy! En güzel sıfatlar bile seni nitelemeye yetmez Senin lütfunun şulesidir bütün güzel sıfatlar En mükemmel vasıflar bile seni vasfetmeye yetmez Senin cemalinin gölgesidir bütün mükemmel vasıflar Sen her türlü tasavvurun ötesindesin Sen her türlü hayalin üzerindesin Sıfatlarına hayaller erişemez yüceliğine akıl sır ermez Senin lütfunla ulviyet kazanır alemler Senin tenezzülünle mertebeler kazanır insan, cin ve melekler Aczime yüce kudretinle medet eyle Fakrıma ulvi yakınlıgınla imdat eyle Sen ki içimin içinde olup bitenleri bilirsin yakinlığına al beni Sen ki yüceler yücesisin senden başkasina boyun eğdirme beni Ya Kebir! Cümle efkar dar kalır senin kibriyanı anlamaya Cümle sözler sığ kalır senin büyüklüğünü anlatmaya Bir seni büyük bilenlerden eyle beni Büyüklüğünü bilmekle genişlet fikrimi Kibriyanı anlayacak akılla donat beni Celalini görmekle genişlet kalbimi Ya Hafiz! Hıfzının hazinesinde alem bir noktadan ibarettir Hıfzının ayinesinde ay ve güneş sönük bir parıltıdan ibarettir Bahar kışa döner birgün gün akşama çıkar Sabahlar sendendir koru beni sabaha eriştir Yıldızlar söner birgün dağlar yerinden oynar Gökler senindir koru beni kapına yetiştir Göklerde ölür birgün yer yerinden oynar Her yer senindir koru beni menzile eriştir Kuşlar dağılır birgün denizler kaynar ufuklar senindir Koru beni ötelere eriştir İsmim unutulur birgün sesim boşlukta çınlar Yakınlıklar sendendir Koru beni yakınlıgına eriştir Defterim açılır birgün günahlarım çok tutar Takdir senindir koru beni affını yetiştir Sözüm biter birgün sessizlik uzar kelam senindir Koru beni müjdeni yetiştir Ya Mukit! Sen ki herkesin her ihtiyacını her an görüp gözetirsin Sana ayandır her türlü niyet ve hareketim Sen ki sonsuzluk istediğini kalbime ilham edersin Sana malumdur bütün dualarım ve isteklerim Sen ki zayif ve acizleri yetim ve yoksulları kollayıp gözetirsin Sana aşinadır acizliğim ve yetimliğim Sen ki öncelikle yoksullara keremde bulunmayı seversin Sana aşikardır sevapça yoksulluğum ve eksikliğim Niyetlerimi güzelleştir ihlasa eriştir beni Ömrümü ebede bitiştir cennetine yerleştir beni Yoksulluğumu rahmetine ayine eyle baskasına el açtırma Günahlarımı gufranına bahane eyle yüzümü kara çıkarma Ya Hasib! Emellerim hesaba gelmez arzularım sayıya dökülmez Defterimden yanlışlarımı çıkar ki hesabım kolay olsun İhtiyaçlarımın en küçüğüne hayallerimin hiçbirine elim yetişmez Kalbimin sızılarını topla ki hesaba gelir bir duam olsun Ya Kerim! Ya Rabbi! Kereminle güzel eyle her halimi Kereminle sevindir kalbimi Sen ki en çok acizlere ve zayıflara ikram eylersin Sen ki hiç sebepsiz hiç hesapsız kerem eylersin Sen ki bir avuç tohumda bir bahçenin ağacını saklarsın Cennetine al hiç bitmeyen ikramına eriştir beni Kerem et bu acize az sevabını çok eyle Ya Rakib! Ömrümün her anında seni anmak dilerim Lakin halim el vermez unuturum Kalbime zikrini yerleştir uyandır beni Ölüm anımı seni anarak yaşamak isterim Lakin mecalim yetmez susarım Dualarımı katına eriştir yandır beni Hesap günü seni razı etmeyi arzu ederim Lakin sevabım yetmez korkarım Yaptıklarımı hayra eriştir iyilerle andır beni Ya Mücib! Arza hacet yok halim sana ayandir Söze gerek yok sessizliğim sana beyandır Ya Vasi! Varlık sensiz darlanır Ya Vedud! Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için bakar yüzler yüzlere Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için güneş doğar günlere Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için baharın gelir her yere Sen sevdiğin ve sevdirdiğin için kelamın deger dillere Ya Mecid! Yakınlıgın ulviyetine engel değil ki Bana akla hayale gelmez güzellikler bahşedersin Ulviyetin yakınlıgına engel değil ki Bana benden de yakın olduğunu her daim söylersin Ya Bais! Zerrelerimi topla bir bir dağıldıklarında Hayat ver yeniden onlara ulaştır en sevdiklerimin yanına Ya Şehid! Seni görür gibi yaşamak en güzel haldir Senin gören oldugunu görmek en güzel tecellidir Ya Hakk! Ancak sana yönelmek kuluna haktır Kıblenden saptırma beni Ancak sana edilen dualar kuluna haktır Mahrum bırakma beni Ancak senden dilemek kuluna haktır Sahipsiz bırakma beni Ancak sana dayanmak kuluna haktır Çaresiz bırakma beni Ancak sana varan yollar kuluna haktır Yoldan çıkartma beni Her seyden çok seni sevmek kuluna haktır Yetim bırakma beni Bela hakkımdaki hükmün haktır Ya Rabbi hak ettiğimle değil lütfunla ağırla beni Ya Vekil! Aczimi sana şefaatçi ederim Kudretini dayanağım eylerim Fakrımı sana elçi ederim Rahmetini sığınagım eylerim Ya Kaviyy! Aczimi bilip dergahına geldim İyyakenagbudü ve iyyakenestain Fakrımı bilip senden istedim İyyakenagbudü ve iyyakenestain Havl senindir kuvvet senin Kavi olan ancak sensin Ya Metin! Demir emrinle parçalanırken nefsimin elinde bırakma beni Daglar sana boyun eğmişken şeytanın aldatmacalarına kandırma beni Denizler izninle yarılırken sebeplerin arasında oyalama beni Dilim sana içtenlikle yakarırken sözlerimden fazlasıyla anla beni Ya Veliyy! Sana tevekkül ettim vekilim sensin Sana iman ettim sahibim sensin Sana sığındım sırdaşım sensin Sana güvendim veliyyim sensin Sana bağlandım dostum sensin Sana tutunuyorum bütün varlığımla Kimsenin yere yıkmasına izin verme beni Ya Hamid! Hamid sensin hamd sanadır Diller senin hamdinle tatlanır Her nefes sana minnetle verilir ve alınır Sana sonsuz övgümü biricik övüncüm eyle Minnet altında ezdirme kalbimi Ya Muhsi! Hadsiz acz ve zaaf içindeyim Düşmanlarım pek yaman incitenim sayısızdır Sana şükrüm yetersiz arzularım hesapsızdır Fıtratımın diliyle yalvarıyorum dualar ediyorum İsteyenlerin ve istenenlerin sayısını bilen ancak sensin Kalbime yoldaş eyle merhametini Ya Mübdi! Sen ki her şeyi misilsiz ilkin yaratansın Yaradışını her an yenileyen ve yeniden yaratacak olansın Sevabımın yokluğunu rahmetine vesile kıl Elemimin çokluğunu lütfuna sebep kıl Günahımın bolluğunu affına bahane kıl Ya Muid! Ten kafesinden çıkınca sana varır ruhlar Sende son bulur sonlar Ya Muhyi! Çürüyüp toz olmuş kemiklerin hatırını yalnız sen sorarsın Ölmüşlere ve unutulmuşlara yalnız sen hayat bagışlarsın Ölümümü ebedi dirilişime başlangıç eyle Ya Mumit! Ölüm uzak değil bedenden bilirim ki ölümde senden Faniyim fani olanı istemem Acizim aciz olanı istemem Ruhumu rahmana teslim eyledim ben Ölümüm son değil başlangıçtır bilirim Sonsuzluğa baslangıcımı iman üzre eyle Ya Rabbi Ya Hayy! Her diri senden alır dirliğini Diriliğimi diriliğine ayine eyle Ölüm bile senin ihya etmenle diridir Ölümümü ebedi hayata bahane eyle Ya Kayyum! Yokluğa düşürme kalbimi yanında tut sevdiklerimi Unutuşlara gömme yüzümü nazarında tut güzelliğimi Ya Vacid! Varlığını anlatmaya var sözü yetmez Varlar seninle vardır Varlığını anlamaya varlığım yetmez Varlık sana şükrandır Varlığının öncesi yok senin önceler seninle vardır Varlığına son yok senin sonralar seninle vardır Varlığına bahane yok senin an seninle vardır Beni bensiz bırak beni sensiz bırakma Ya Macid! İzzet sahiplerinin olanca izzeti sana aittir Övülenlerin bütün güzellikleri sana aittir İyilerin bütün iyilikleri sana aittir Sevap sahiplerinin bütün sevapları sana aittir Vereceklerine karşılık değildir olamaz ibadetim Ancak verdiklerin içindir cennetine al beni Ya Vahid! Kalbim her şeye bağlanır ayrılığın ardından ağlamaklıdır Sen ki birsin başkalarına koşturup yorma beni Ruhum her gelene sevdalıdır Gidenlerin gidişiyle yaralanır Sen ki birsin çoklukta bırakıp ağlatma beni Kaygılarım bin türlü korkularım dağlar kadar Sen ki birsin yokluga düşürüp unutma beni Sözüm kimseye geçmez kuvvetim kıl kadar Sen ki birsin boynu bükük çaresiz bırakma beni Bir seni bir bilirim işte kapına geldim başkalarına bırakma beni Ya Kahhar! Sen öyle Kahhar’sın ki kahrında lütfun çok kahrında acelen yok Sen öyle Kahhar’sın ki kahrında adalet var kahrına sınır yok Düşmanımız çok aczimiz nihayetsizdir Kahrınla helak eyle zalimleri Ya Samed! Doğurmadın doğrulmadın dengin yok benzerin de haşa Herkes sana muhtaç her şey sana muhtaç Sen muhtaç değilsin hiç kimseye ve hiçbir şeye asla Ben sahip olduğuma da muhtacım sahip olmaya da Sen her şeyin sahibisin ama sahip olmaya bile muhtaç değilsin Sana muhtaçlıgım en büyük zenginliğimdir Senden başkasına muhtaç eyleme beni Senin dergahında fakrım en güzel vesilemdir Senden baskasına el açtırma beni Ya Kadir! Öyle kadirsin ki kudretin olmasa Var diye bir şey olmaz yok zaten anılmaz Sen ki varsın yokluktan korkmam Sen ki kadirsin aczimden utanmam Sen ki rahimsin fakrımdan sıkılmam Aczime kudretinle medet eyle Fakrıma rahmetinle imdat eyle Ya Muktedir! Senin kudretine sınır çizilmez Çünkü kudretine aczin zerresi deymez Senin kudretine göre zor yada kolay olmaz Senin kudretine göre her şeyde bir şeyde fark etmez Sen ki her şeyi bir şey gibi kolayca yaratırsın Toprakta bırakma beni Sen ki bir şeyi her şey gibi özenle yaratırsın Unutuşta bırakma beni Ya Mukaddim! Sen her şeyi varlığından önce takdir edersin Sen her işin başını ortasını ve sonunu bilirsin Ben sevdiklerimi sen var ettikten sonra sevdim Sen ise sevdiklerini benden önce sevdin ve sevdiğin için var ettin Ben kendimi sen var ettikten sonra bildim Sen ise beni var olmamdan önce bilirdin Ugradığım her yerde zaten sen vardın Tanıdığım her yeni alemi başından beri tanırdın Kalbimin ilk atışından önce bana yar idin Ben kendimi sevmeye geç kaldım Mukaddim sensin dilediğini dilediğine üstün kılarsın Sensin mukaddim dilediğini öne alır dilediğini sona bırakırsın Önce yaptıklarımı sonra yapacaklarımı bağışla Başka ilah yok ancak sensin Allah(cc) Ya Muahhir! Zaman senindir Dilediğin işi öncelersin dilediğini ertelersin İzzet senindir Dilediğini yanına alır dilediğini uzak eylersin İrade senindir İstediklerimi şimdide verir sonraya da bırakırsın Hüküm senindir Dilersen başkalarını bana tercih eder Dilersen beni başkalarına tercih edersin Hayat senindir Dilersen ecelimi acilen verirsin dilersen tehir edersin Takdir senindir Dilersen cezami hemen verir Dilersen tövbe edeyim diye geciktirirsin Beni başkasına tercih et başkasını bana tercih etme Beni benden al beni senden uzak etme Rahmetini öncele gazabını ertele Pişman olmama izin ver ecelimi tehir eyle Ya Evvel! Senin varlığın evvelden evvel Senindir sırrını kavrayamadığım ezel Sen öncelerden de öncesin Senindir zaman sen öncesizsin Her şeyin aslı senin katındadır Her işin başı senin yanındadır Yokken bana sahip çıkan sensin Benden önce beni anan sensin Önceleri yoktum sen var eyledin Sonraları unutulucam sen an beni Ya Ahir! Sensin sonraların sonrası nihayetin yok senin Her şeyin sonu senin yanında Her işin sonucu senin lütfunla Seninle sona erer hasretlerim Sende son bulur beklemelerim Seninle güzelleşir sonum sende gerçek olur umutlarım Seninle sonsuzlaşır an senin müjdenle genişler zaman Seninle gelir yarınlar seninle var olur sonralar Senin lütfunla varlık evine konuk oldum Bugün var yarın yokum Sonumu sonsuzluk eyle akibetimi hayr eyle kabrimi gülizar eyle Ecel geldiğinde müjdeni söyle Ya Zahir! Her şeyin yüzünde kudret ve rahmetiyle görünen sensin Her şey kendini gösterdiğinden çok seni gösterir Sen zahir olmasan ışık kör kalır Seni görür gibi yaşamakla güzelleştir halimi Senden baskası şahit olmaya deymiyor Zuhuruna şahit olanlardan eyle beni Seni anlatan kelimeler hiç bitmiyor Ayetlerine şahit yaz beni Gözlerim seni görmeye yetmiyor Kalbimde görünür eyle kendini Ya Batın! Sen herkese gizli kalırsın Hiçbir şey sana gizli kalamaz Dipsiz kuyular derin kurutulmuşluklar Uçsuz bucaksiz ufuklar Işıgın erişemediği derinlikler sana ayandır Kalbimin sızıları ruhumun arzuları aklımın sırları sana aşikardır Sen ki hiçbir tasavvurun erişemeyeceği gizliliktesin Aklımı hikmetinin inceliklerine aşina eyle Sırlarını arayışımı en tatlı heyecanım eyle Sen ki irade ve hikmetinle her şeyin iç yüzünde saklısın Nefsimi iradene ram eyle Sen ki her şeyin içine ve aslına hükmedersin Kalbimi en güzel hallerle hallendir Varlık senin izzet ve azametine perdedir Sırlarını aç perdeleri indir Ya Vali! Nefsimle beni sınayan sensin Ömrümü eksiltende artıranda sensin Ömür senin dilediğindir Malımı azaltanda çoğaltanda sensin Elimdekiler senin verdiğindir Sen dilemedikçe ben dileyemem Dilediğim sensin dilediğim senin dilediğindir Sen ki kainata zerre zerre hükmedersin Kalbimi kalp eyle dininde sabit kıl Sen ki her an her ihtiyaca kafi gelirsin Fakrıma medet eyle katında şefaatçi kıl Ya Müteali! Sen bütün yüceliklerden yücesin Yüceler yücesi sensin Sensin ulviler ulvisi sensin perdelerin gizlediği Sensin görünenlerin gösterdiği Sensin kainat kitabının hecelediği İyiliklerin sahibi sensin her dilin yücelttiği sensin Ufukların sahibi sensin Sen Mütealsin Her şeyden ala, her kusurdan müberra, her noktadan paksın Sonsuz kusurlu bu fakir Her kusurum senin kemalini anlamam içindir Kusurumu kemaline erişme vesilesi kıl Sen Mütealsin Her şeyin üzerinde her yüceliğin ötesinde Her eksiklikten münezzehsin Sonsuz fakr içinde bu fakir Fakrım senin rahmetini tatmam içindir Fakrımı rahmetine yetişme vesilesi kıl Müteal sensin sonsuz acz içinde bu fakir Aczim senin kudretine dayanmam içindir Aczimi kudretine sığınma vesilesi eyle Müteal sensin, İlah sensin, Rab sensin Kulluğumu rızanı kazanma vesilesi eyle Ya Berr! Yoktum yokluğumun farkında değildim İyilik ettin var eyledin beni Anılmıyordum anılmaya değer değildim İyilik ettin insan eyledin beni Bilmiyordum bilmediğimi bilmiyordum İyilik ettin kendini bilir eyledin beni İnanmıyordum senin farkında değildim İyilik ettin inanlardan eyledin beni Kimsesizdim kendime dost arıyordum İyilik ettin dostun eyledin beni Yetimdim sahibimi arıyordum İyilik ettin rahmetine çağırdın beni Hatalıyım pişmanlık duyuyorum İyilik ettin kapına çağırdın beni Yüzüm yok kimseye yaranamıyorum İyilik ettin dergahına aldın beni Günahım çok senden utanıyorum İyilik ettin gufranına boğdun beni Senden iyilik istemeye ne hacet İstememi isteyişin zaten iyiliğin değil mi Senden istemeye ne hacet Vermek istemeseydin istemeyi vermezdin ki Ben sustum Ya Rab sen söyle iyiliğimi Ya Tevvab! İste kapina geldim Edemedigim bütün tövbeler için sana tövbe ediyorum İşte dergahına vardım Dileyemediğim bütün özürler için senden özür diliyorum Sana dönüyorum çünkü gidecek başka kapı bilmiyorum Beni nasıl kabul etmezsin ki kapına Çünkü söyle dediğini biliyorum “Allah(cc)’ın kabulünü vaat ettiği tövbe O kimselerin tövbesidir ki cahillikle bir suç işlerler ve çarçabuk tövbe ederler” Bunları söylemekle cahillik ettimse tövbe Ya Rab İste çarçabuk tövbe ettim Sen tövbe edenleri seversin bilirim Ya Müntekim! Sen ki isyana ve inkara pek şiddetli karşılık verirsin İntikamın haktır senin Sen ki mazlumların ahını işitir ezilenlerin halini görürsün Cehennemin haktır senin Sen ki dilediğine rahmet eyler dilediğine azab edersin Adaletin haktır senin Nefsimi isyandan uzak tut Nefsimin eline bırakma beni Kalbimi nisyandan uzak tut En güzel hale kalp eyle kalbimi Zalimden ve zulümden uzak tut Adaletine razı eyle beni Rahmetini ver gazabından uzak tut Lütfuna muhatap eyle beni Ya Afüvv! Sen affedicisin sen affetmeyi seversin Sen severek affedersin Senin merhametli nazarın nice günahları silip süpürür Senin affının gölgesinde bütün günah defterleri yanıp kül olur Sen affetmeyi öyle çok seversin ki Günahımı dilersen affedecegini biliyorum diye de affedersin beni Sen öyle nezaketle affedersin ki Kendi hafızamdan da silersin günahlarımı mahcup etmezsin beni Hatalıyım itiraf ediyorum kusurluyum kabul ediyorum İsyanım çoktur biliyorum çok unuttum utanıyorum Unuttuğumu da unuttum şimdi hatırlıyorum Aldandım affını umuyorum Ya Rauf! Yokluğumda bile hatırımı sorup var eyleyensin Sen ki bütün şefkatlilerden şefkatlisin Cemalinle iltifat et bana refetinle muamele et bana Ya Malikü’lmülk! Mülk senindir mülkünde dilediğini eylersin Senindir mülk dilediğini mülküne dahil edersin Bedeni senin mülkündendir Hücre hücre tek sahibim sensin Kalbim senin elindedir İsyanda da itaatte de tek sahibim sensin Sözüm senin verdiklerindendir Sustuğumda da konuştuğumda da tek sahibim sensin Ruhum senin emrindir Hayatımda da ölümümde de tek sahibim sensin Yokluğumda da varlığımda da tek sahibim sensin Mülkünün haricinde bir yer yok ki çıkayım Başka kapı yok ki çalayım yanına al beni Ya Zü’l-celal Ve’l-ikram! Keremin öyle bol ki senin Bir çiçeğin güzelliğinde baharın ihtişamını gizlersin Keremini celalinle gösterirsin Lütfun öyle çok ki senin Bir damla suya bin hayat bahşedersin Lütfunu ihtisamla açık edersin Görünmen öyle açık ki senin Zuhurunun şiddetinden gözlerden gizlenirsin Cemalini kereminle gösterirsin Sen ki en sevgilini(asv) bana elçi eylersin En sevgilini(asv) en sevgili eyle bana Karanlıklarımı dağıt nur eyle beni Ya Muksit! Hak senin yanındadır Haklıların hakkı senin katındadır Her muhtaca payını veren senin adaletindir Payıma düşene razı eyle beni Fazlından fazla fazla ver bana Ya Cami! Sen ki İbrahim’in(as) kuşlarını dağ başlarından geri toplayansin Az olan sevaplarımı da topla hesap günü geldiğinde İyilikten yana ne varsa senin katındadır Yetersiz olan iyiliklerimi topla hesap günü geldiğinde Yokluğu varlığın alnına şebnem eyleyen sensin Kerem et beni ve kardeşlerimi de cem eyle iyiler meclisinde Ya Ganiyy! Öyle Ganiyysin ki lütfunu hak etmek gerekmez İhsanina layık olmak gerekmez Elim istediklerime yetişmiyor kalbimin emelleri hiç bitmiyor Hayallerime kainat dar geliyor dilime sadece dua değiyor İstesem ancak senden isterim İyyakenestain iyyakenastain Ya Mugni! Bütün zenginlikler senin ikramındır Elimizde olanlar değil sadece elimizde senin ihsanındır Sahip olduklarımız değil sadece varlıgımız da senin ikramındır Her zenginin zenginliği senden başkalarına el açtırma beni Yalnız sana karşı fakir olanlardan eyle beni Fakirlik korkusundan azad eyle nefsimi Neyim varsa senin verdiğini bilenlerden eyle beni Kainata dilenci eyleme kalbimi Senin nazlı bir misafirin olarak ağırla iki dünyada beni Ya Mani! Sen mani olursan kimse manileri kaldırası degil Sen engelleri kaldırırsan hiçbir şey engel olası değil Ben bana gerekeni bilmem Hakim sensin Men eyle bana verme neler engelse sana gelmeme Ya Darr! Zarar da fayda da senin iznindedir Zarara izin vermende bir hikmetledir Sen hakkımda zarar murad etmezsin İyilik senden kötülük nefsimdendir İyiliğe mecalim yok sen iyileştir beni Zarar da görünse faydadır taktir ettiğin Kendime faydam yok zarardan kurtar beni Ya Nafi! Yokken var edişin bana öyle bir fayda ki Kömürü elmasa çeviren simya gibi Vicdanıma sakladığın sır öyle bir cevher ki Adem’in(as) pişmanlıgını açık eden dua gibi Kalbime koyduğun muhabbet öyle değerli ki İbrahim’e(as) ateşi serin eyleyen sır gibi Bana bahsettiğin hayat öyle bir Kevser ki İsa’nın(as) ölüleri dirilten dokunuşu gibi Tenime verdiğin afiyet öyle bir merhem ki Eyyub’un(as) yaralarını iyileştiren deva gibi Gözlerime değen nazarin öyle bir ışık ki Yunus’u(as) üç karanlıktan çıkaran nur gibi Yüzüme tebessümü koyan yaradışın öyle güzel ki Yusuf’u(as) yüzüne tutulan ahime gibi Bana vaat ettiğin cennet öyle bir müjde ki Muhammed’in( asv) canlar okşayan tebessümü gibi Her hayır senin elindendir katında hayra eriştir beni Her menfaat senin taktirindedir rahmetinden menfaatlendir beni Her fayda senin izninle gelir lütfundan faydalandır beni Sensiz benden bana çare yok bana iyiliğin gerek Sensiz kimseden kimseye fayda yok bana kalbi selim gerek Ya Nur! Sen ki varlik aleminin nurusun Sendendir çehrelerden parlayan nur Sendendir göze bakış veren sır Sendendir gönle neşe veren sürur Seninle nurlanır kalbim seninle aydınlanır aklım Nurunu yağdır bana Ya Hadi! Sensin kalplerimize Hak yolunu gösteren Sensin vicdanımıza Hakkı aşina eyleyen İnayetini kar eyle bana hidayetini yar eyle bana Yolunu yol eyle bana lütfunu bol eyle bana Ya Bedi! Hiçligi varlıkla taçlandiran sensin Varlığı yokluktan çıkarıp süsleyensin Sen ki her şeyi eşsiz bir güzellikte yaratırsın Eşsiz yakınlığına al beni Sen ki her işi özenle ve incelikle tamamlarsın İnceden inceye sev beni Ya Baki! Ne zaman lezzet alsam tükenince elem çekerim Lezzetleri daim eyleyen sensin Ne zaman kavuşsam ardından ayrılığı beklerim Kavuşmaları sahici eyleyen sensin Ne kadar çok sevdam varsa o kadar çok veda beslerim Kalbime ebedi sevdalar düşüren sensin Ömrüm kisa elim yetişmiyor kalbim kandır Baki olan ancak sensin Beka bahşet imanıma Ya Varis! Yok bildiklerim senin nazarındadır Yitirdiklerim senin katındadır Bitirdiklerim senin yanındadır Unuttuklarım senin hatırındadır Unutulmuşları sonunda sen anarsın Gidene de kalana da Varis sensin Ebedi kavuşmaklar ver bana Ya Resid! Ya Rab sensin hakiki biricik mürşit Yönümü sana çevir yolumu sana getir Ya Sabur! Eyyub’a(as) sabrı sen öğrettin Eyyub’a(as) sabrı sen verdin Sen ki sabrı için Eyyub’u(as) översin Sensin Sabur asıl sabreden sensin Sabur sensin sabredenleri seversin Sabrın öyle ki ben kuluna hilmin çok Sabredersin ki cezalandırmak ta acelen yok Sabrın var ki pişman olacaklara mühletin çok Sabrın öyle ki sabretmeyenlere bile sabırsızlıgın yok Sen ki bütün sabredenlerin sabır sebebisin Muhabbetine mahzar olan sabilinden eyle beni ~ AMIN ~ Senai Demirci |
Sevaplar biriktirilebilir mi? [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Ayağımızı kaydıran tuhaf bir bahanedir. Sanki çok büyüktür sermayemiz. Harcansa bitmeyecek gibidir kazandıklarımız. Ucundan kıyısından tırtıklanmasına razı olur gibiyiz. Ben sizin adınıza itiraf ediyorum. “Nasılsa çokça sevabım var, azıcık eksilse de, kenarından yense de çok şey kaybetmem herhalde…” Böylece birikmiş (mi?)sevaba güvenip günahın avuçlarına bırakırız kendimizi. Sormadığımız soru ise uzaktan dudak büküp seyreder bizi: “İyi de sevap biriktirilebilir mi? Üste üste konulabilir mi iyilikler?” Bir şeyi biriktirmemiz için harcadığımızın kazandığımızdan az olması gerekir değil mi? Bir şeyleri üst üste koyabilmek için elimizde kalanın elimizden çıkanlardan çok olması beklenir değil mi? Bir iyilik edebilmemiz için bedenimiz için yapılan harcamalar, dünyamızın ayakta durması için gerekli masraflar, bizim ürettiğimiz iyilikten çok çok fazladır. Mesela, bir an sadece bir defalık “Elhamdülillah…” diyerek nefesimizle, sesimizle ürettiğimiz şükür için, yıllar öncesinden peygamberler gönderilmiş olması, onların sözünün ve sesinin yüzyıllar içinde milyonlarca güzel insanın akıl almaz çileleriyle bize ulaştırılmış olması gerekmiştir. Ayrıca, o andaki şükrü üretebilmemiz için bize doğduğumuz (hatta doğumumuzdan da önce) andan itibaren sayısız nimet verilmesi, sevdiklerimizle ve hatıralarımızla o an’a taşınmış olmamız gerekir. O an şükrettiğimiz şeyi tadacak zevk, duygu, dil, damak, dudak, mide, göz, koklama gibi sayısız yeteneklerimizin hazır edilmiş olması gerekir. Hiçbirimiz az önce hiç olduğumuz, biraz sonra da yokluğa düşeceğimizi bildiğimiz bir sürpriz “an”ın içinde lezzetleri tadamayız. Alışıklıktır lezzetleri büyüten. Tanıdıklıktır mutlulukları derinleştiren. Gafletle de olsa hiç bitmeyecek sanmakla mümkün olur sahici bir hazzın dudağına dokunmak. Yaşadığımız her sıradan an sıra dışı hazırlıkların zirvesinde sunulur bize. Ayrıca, tek bir şükre yetecek nefesimiz verilirken, güneşin tepemizde duruyor, yıldızların üzerimizde bekliyor, dünyanın altımızda dönüyor olması da gerekir… Bize yapılan yatırımlar karşısında üretebildiklerimize bir bakabilseydik, hiç şüphesiz işten atılası bir işçi gibi yerin dibine girmek isterdik. Dil ucuyla olsun ürettiğimiz bir şükür için kâinat bir uçtan bir uca hazır ediliyor ayağımızın altında. Üretim hızımız tüketim hızımıza kıyasla öyle az ki… Hadi bütün zamanlarımızı iyilik üretmeye harcıyoruz diyelim. Ne kadar kaliteli ürün ortaya çıkardığımız sorgulanmalı değil mi? Ne kadar sahici söyledik “Elhamdülillah”ı meselâ? Anlamına kendimizi ne kadar kattık? Hem sonra, “Elhamdülillah…”diyebilenler arasında olmak da bir nimet değil mi? “Elhamdülillah” diyebilen azlardan olma nimetine, “Êlhamdüilllah”ına karşılık ebedî karşılıklar bekleme ayrıcalığına karşılık yeni “Elhamdülillah”lar demeler borçlandığımız ortadayken, ürettiğimiz şükürleri stokladığımızı söyleyebilir miyiz? Ürettikçe daha çok hamd borçlanmıyor muyuz bize hamd etmeyi öğreten ve hamd edilesi nimetler veren Tedarikçimize? Üst üste koyabilmek için sevaplarımızı elimizden kalanın elimizden çıkandan fazla olması gerekiyor. Ya iğrenç bir gıybetin yangınında kül etmişsek elimizdekileri? Ya amansız hasetlerin seline kaptırmışsak depoladıklarımızı? Ya ürettiklerimizin hepsi de defolu diye pazara bile sürülmemişse? Nasıl olur da sevabımıza güveniriz şu halde? Hele de ucundan kıyısından tüketilebilecek kadar garanti sanmakla yeni bir kötülük ürettiğimizi bile bilmeyecek kadar gafilsek, nerede sermayemiz, nerede biriktirdiklerimiz? Her anın dizi dibinde sevap müflisi bir yoksul gibi, yüzümüz yerde, boynumuz bükük dua etmeliyiz, dua etmeliyiz, dua etmeliyiz. Rabbimizin katında bize saklanmış merhameti ve bağışı, kendi biriktirdiklerimizden daha çok, daha çok, daha çok bilmeliyiz. |
Ben Sustum Sen Söyle Sensizliğimi... [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Ey yâr, susuşum sözümü esirgemekten değil. Sana değen sözleri çoktan yitirdim; dudağım avare, dilim perişan. Aklım ermiyor ki, sustuğumu bileyim. Kalbim ayılmıyor ki sana hitap edeyim. Kelimelerin sıcağı kaçmış, hece hece küllenmişler; sükût lehçesinde aç susuz bir mülteciyim şimdi. Seni taşa benzettiler. Öyle dilsiz, öyle hayatsız, öyle duygusuz diye. Değirmende konuşan taş değil midir peki? Acıyı öğütüp ekmek eyleyen senin dönüşün değil mi? Sen değil misin kabrimi bekleyen sadık yâr? Dillerin sustuğu yerde sen değil miydin ısrarla adını söyleyen unutulanların? Sen değil misin nice dertlinin derdini hiç itirazsız dinleyen? Sahiden taş mı kesildin? Oysa, sen sözlere efsûn bağışlayan dudaksın. Nefesi boşluğun hapsinden kurtarırsın. (Belki de her ses bir mahpusun kırılmış zincirlerinin şakırtısıdır.) Sana değdiği yerde dirilir sessizlik. Sana vuruldukça hece hece kanatlanır suskunluk; şiirlerin ufkuna yükselir söz, öykülerin kuytularında giyinir. Sen, dağı delen Ferhat’sın; söz ki dağı kar gibi eritir de Şirin yâri sımsıcak kucaklar. Sen Aslı’ya Kerem’sin; ses ki çatlak dudaklardan sızan kevserdir. Sen Kerem’in Aslı’sın; söz ki tek bir hecesi bizi varlığın koynuna saklar; “Ol!”sözü hatırına yokluk varlığa yüz bulur. Taşın sözü yok mudur ey yâr? Taş dediğin konuşur. Zamanın dudağıdır. Çatlaklarından acılar sızar; kuytularında çocuk gülüşleri gibi neşeler saklar. Taş dediğin susar. Zamanın dilidir; bir bakışında nice gürültüyü susturur; anlamsız telaşları dağıtır, hoyrat koşturmaları durdurur. Kadîm zamanlar içinden sızıp gelen bir kan gibidir taş; nabzımızı doldurur. Taş zamanla eskimez mi? Sen zamansın, ey yâr, gelir ve gidersin. Saatlerin kadranında uslu uslu gezinirsin amma saçlarımı değil sadece kemiklerimi dağıtırsın. Usulca sokulursun odama; “tik-tak”, sadece “tik-tak”, eşyalarımı değil sadece beni de benden çalarsın; elbisemi değil sadece tenimi de soyarsın. sevdiğimle arama ayrılıklar koyansın. Sen çoğaldıkça ben azaldım; seni tükettim derken ben tükendim. Sen zamansın, ey yâr, pek kıskançsın. Taş kesilmişsin ki sana vefasız dediler. Tanımazmışsın beni. Adımı bile anmazmışsın. Güzellikten hiç anlamazmışsın. Mehtabı kucaklayan sen değil misin her defasında? Günün ilk ışıkları sana koşmadı mı her sabah? Nice surlarda masum bebekleri bekleyen sendin. Nice sütunlarda fısıltılı dualara fısıltını ekleyen sensin. Köprülerde kemerlerde yâri yâre kavuşturan senin ****netin değil mi? Çeşmelerden serin sulara yol veren senin serinliğin değil mi? Dereler boyu suların elinden tutup şarkılar söyleyen sen değil misin? Aslında kendi taşını dikiyor değil mi insan? Her gün bir önceki günde bırakırız bedenimizi. Her yeni günün sabahında eskimiş bedenlerini yüklenir gibi insan. Sanki yakamızda çocukluk fotoğrafımızı taşır gibi yürürüz yeni zamanlara. Kendi cenazesini kaldırır gibidir insan. Baktığımız her yüzün ardında eskimiş yüzler saklıdır. Şimdiki bedenimiz daha öncekilerin başını bekleyen konuşkan bir taştır. Ölmüş yanlarımızı hatırlatır. Bir taş gibi ağırlaşır gözlerimizin karası. Var-yok arası bir titreyişe dönüşür nefesimiz. İki nefes ortasında dikilir taşımız. Taştan taşa koşar bakışımız. Hatıralarda saklı, solgun fotoğraflara nakışlı yüzler üzerine uzanır gölgesi. Sen değilsin; taş benim ey yâr. Kendimi taşımaya mecâlim yok. Kendime söyleyecek sözüm yok. Kabrimden kalbine taşınıyorum ey yâr. Suskunluğum taş olmaklığımdan. Sözsüzlüğüm sözümü taşa devrettiğim için. Bağrımda ağır ve soğuk bir suskunluk.. |
Dilimi değdirdiğim yere kalbim yetişir mi? [CENTER][CENTER][Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Korkuyorum. Dilim kolayca dolanıyor süslü kelimelere. Büyük laflar damağımın her yanına yapışmış gibi. Dudağımdan sözler yâr yüzünden düşen yaşmak gibi kayıveriyor göğe. Göğsünde taşıdığını bilmiyor gibi, içinde büyüttüğünü tanımıyor gibi heceler. Ayrılık sözleri dilimden eksik olmuyor. Ölümü sıkça anıyorum belki. Hasret, hüzün, keder, sızı, sancı, ağrı, ölüm, ayrılık, özlem birer kelime sadece... Dile dokunduğunda acıtmıyor, kulağa vurduğunda can yakmıyor. Bunlar sözler, sadece sözler, sadece sözler. Ağzımda kolayca yankılanıyorlar. Bir çok kulağa çarpıyorlar. Belki bir kaç kalbe de iniyor. Havada asılı duruyor sesler. Harflerin zincirine tutunuyor sözler. Dört harf “ölüm ve sadece iki hece. “Ölüm” derken, kelimenin tam ortasında dil damağa değiyor. Bitirdiğinde dudak dudağa kavuşuyor. “Ölümmmm.. Buluşuyor dil ve damak. Isınıyor dudaklar, kavuşuyor. Kolay ölüm... bu kadar kolay. Demesi kolay.. Ya olması ölümün. Ya dudakları soğutması. Eşiğinde durmak son nefesin nasıl bir tükenmişlik. Nice bir yangındır ömrün bir nefese daha yetmemesi.. Ölümün kendisini ruhunla hecelediğin oldu mu? Ayrılığı kıvrana kıvrana içtin mi hiç? Hasretin tam ortasında kala kalıp zamanın kırık cam parçaları gibi gırtlağına battığını hissettin mi? Korkuyorum. Yalancı olmaktan korkuyorum. Dilimi değdirdiğim yerlere kalbimi yetiştirememekten korkuyorum. Dudaklarıma vuran sözlerin tenimde iz bırakmadan savrulması yalancı eder mi beni? Ya herşeyimi yitirmiş ve geriye sadece sözlerim kalmışsa? Kuru sözler, boş sözler, süslü sözler, içinde kalp olmayan kalp sözler... Ölümün yüzüne yüzünü değdiren ne çok yüzler oldu. Güldü mü ölüm onların yüzüne? Gözleri ölümün gözleri olunca neyi gördüler? Hangi hasretler koşuştu dudaklarına? Yarınlar var diye yarım kalmış işler, sonra söylerim diye söylenememiş sözler, sırası değil diye gecikmiş sevmeler ölümün eşiğinde kimbilir nasıl haykırdı? Ölüm anında susan dudak söyleyeceklerinin hepsini söyleyememişti. Ölümün kollarında açık kalan eller, sahip olunacakların hepsini bitirmiş miydi? Sözleri yok ölümün. Ne söylüyorsa gözleriyle söylüyor. Bir ölünün gözlerine yığıyor tereddütlerin hepsini. Sessizce iniveren kirpiklerin ucuna savuruyor geç kalmışlıkların hepsi. Sanki ruhunu dudakları arasındaki ince çizgiye biriktirmiş gibi ölümler, hem hiç konuşmuyor hem hep konuşuyor. Hayat gibi değil ölüm. Az konuşuyor. Heceleri sessiz. Sözleri keskin. Benim gibi sözlere tutunma sevdası yok ölümün. Ömür boyu suskun. Bir kez konuşur ve konuştuğunda en büyük sözünü söyler. Ne kadar konuşsam ve yazsam, ancak ölümün sözünü ederim. Ölümün sözü, ölümün kendisi değil. Bir beden ki, ölümün kırık hecesidir her daim. Hücre hücre ölüme yazgılıdır içinde yürüdüğüm bu gövde. Zamanın her “tik-tak”ı uzaklıkların sinsi habercisidir; çatlaklar açar aramızda, içimizde. Hayat, aslında hep ölümü anlatır dinleyene. Hayat ölümle berbat olsun diye değildir bu. Ölümün eşiğinde yaşanan bir hayat daha çok anlam arar kendine, daha çok heyecan bulur da o yüzden. Ölümü bilirsen çerçeve çizersin kendine. Bildiğin, beklediğin bir son varsa, hayatı som bir altın gibi işlemeye koyulursun. Ucunu açık sanırsan, oyalanmaya durursun, hoyratça savurursun, oyuna dalarsın. Rüyanın rüya olduğunu bile unutacak sahte bir uyanıklık içinde uyursun. Uyanamazsın. Buraya yazıyorum: en güzel, en içten yazımı öldüğümde yazmış olacağım.. En sahici nasihatimi, en umulmadık haykırışımı cenazem söyleyecek sana. Hayata nokta koyduğumda yüreğine çelikten sözler dikmiş olacağım. Çelikten sözler.. Ezsen de unutkanlığınla, kalbinin odacıklarında bir yerde suskun bir tohum gibi patlamayı bekleyecek. Hiç beklemediğin anda çiçekler açacak, buruk meyveler sunacak. Sen sus ey ölüm.Ben sana hece hece yaklaştıkça, sen bigâne kal. Ben kelimelerle yoluna tuzak kurdukça, sen suskunlukların ardına kaç. Ben ele avuca sığdırmaya çalıştıkça seni, sen perdeler ardına saklan. Sen sus ki, bana söz söylemek kalsın.Yalan sözler. Kuru sözler. Ağız dolusu. Dil bulaşığı. Yüreksiz sözler. Sözler kalsın. Yalanı dilimden uzak eyle Rabbim! Senai Demirci.... |
Ah!...Senai Demirci... [CENTER]Ah! [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Sahi mi? Yani, sayısız günahlar işlediğim halde, hiç günah işlememiş sayılacağım öyle mi? -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Ciddi misiniz? Oysa, bana kalsaydı, ben kendimi bile bu kadar kolay affedemezdim. Dostlarımdan bile öyleleri var ki, bir hata ettim diye beni defterden sildiler. Artık görüşmüyorlar. Ben de çoğu arkadaşıma ilk hatasını görür görmez küstüm. Hiç hata etmemişler gibi davranmam çok zor onlara. Oysa siz... -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Daha önce tövbe etmediğim günahlarım da var benim. Özür dilemeyi unuttuğum hatalarım var. Yanlış olduğu halde, yanlışlığını kabullenmediğim bir sürü yanlışım var. -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Nasıl yani? İçimde azıcık bir pişmanlık olsa bile, özür dilemiş mi sayılıyorum? Dilime varmayan içimdeki “ah!”lar da tövbe diye mi kabul ediliyor. Yüzümün kızarması da… Öyle mi? -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Ben... Şimdi.. Tövbe etsem... Olur mu ki? Yani, şimdi hatırladıklarım için özür dilesem hepsine tövbe mi etmiş olacağım? Hepsinden affedilebilir miyim sahiden? -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Doğru ya, “hiç günah işlememiş gibi” diyorsunuz. Hiç günah işlememiş gibi olmak için hepsinin bağışlanmış olması gerekli. Hımm; anladım.Peki, ya yeniden günah işlersem? O zaman sözümden dönmüş olacağım. İyice günaha dalacağım. En iyisi, en sonunu beklemek özür dilemek için. -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -O günahtan da tövbe edebilirim yani.. Özür dilemek için her zaman fırsatım var demek! Ama neden bu cömertlik? Niye bu kadar bağışlayıcılık? -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Sevildiğimi bileyim ha! Hata edebileceğim baştan biliniyordu ama yine de var edildim. Günah işleyeceğim belliydi ama yine de nefes veriliyor bana. Özür dilerim umuduyla.. Her sabah güneş, ben özür dilerim belki diye mi geliyor dünya ufkuna? Yeter ki, özür dileyecek içtenlikte olayım. Huzura geleyim. Günahsızlığıma güvenip huzurdan kaçmamdan ise, günah vesilesiyle de olsa huzura gelmemi iyi bir şey sayıyorsunuz. Boynumu bükmem, mahcup olmam, gözlerimin yaşarması bu kadar mı önemli sizin için? Günahsızlıktan bile önemli ha! -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -İçimde bir ateş bir ateş ki, hiç sormayın! Yanıyor, yakıyor. Yanıyor, yakıyor. Söner mi, dersiniz? -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Hiç günah işlememeye içten niyetlenirsem olur öyle mi? Ama şaşırırsam başka.. Unutsam da yeni imkanlar var önümde. Kredim bitmiyor hemen. Yeter ki o içtenliği bir an hissedeyim. Yani, hiç günahsız bir bebek gibi, hiç hatasız bir dost gibi tatlı bir mahcubiyetle yaşamamı istiyorsunuz. Beyaz bir sayfayı hiç kirletmeme ihtimamını kuşanayım yeter; öyle mi? -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.” -Özür diliyorum Rabbim... Bin özür; milyonlar özür... Çok utanıyorum; çok mahcubum. çok, çok... N’olur, affet beni, affettiğini bildir. Affedildiğimi hissedeyim. Söz veriyorum (veriyorum mu ki?) bir daha asla! Bir daha asla, bir daha asla, bir daha asla, bir daha asla... -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Hiç günah işlememiş gibi mi gerçekten... Yani, günah işleyip de affedilmiş bile değil. Sanki hiç işlememiş gibi! Hiç! Hiç! Hiiççç! Affedildim mi şimdi? Yeni baştan adam sayılıyorum ha! Sıfırdan başlıyorum demek! -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Hatalarım hiç yüzüme vurulmayacak demek! Hatırlatılmayacak bana. Unutturulacak. Hatırlayıp da utanmayayım diye. Hatırladığım olursa da, içimdeki sızıyla bir daha özür dileyeyim diye. Defterimden de silinecek, hafızamdan da. Hatta, affedildiğimi bile hatırlamayacağım. Ne güzel bir bağışlama bu. Bağışlayan bağışladığını bağışladığına fark ettirmiyor bile. -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Hiç günahsızlar nasıl yaşarsa, öyle mi yaşamam gerekiyor bundan böyle? -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Efendim? -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Sesiniz, sesiniz, ne güzel sizin! Bir daha söyleseniz! Bir daha! Sözünüzden de güzel sesiniz. Müjdenizden bile tatlı söyleyişiniz. N’olur, bi’daha konuşsanız! -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Yüreğime su serptiniz! Ne kadar serinledim bir bilseniz. -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. -Efendim, siz ne güzel müjdecisiniz! Fakiri sevindirdiniz. -Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir.” -Efendim, Siz.. Siz.. Siz... Siz... Siz... Ne güzel elçisiniz! Niye buraya kadar zahmet ettiniz? Ah! |
Senai Demirci-Fatma:Kalbi Kıyamda [CENTER]Fatma: Kalbi kıyamda... [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Yürüyebilseydi, bu kadar yakınıma gelebilir miydi? Tutsaydı ayakları, adım atabilseydi meselâ, gönlümüze bu kadar teklifsiz girebilir miydi? Kasları o amansız kıpırtısızlığa doğru eriyor olmasaydı, kaçıp gider miydi yoksa bizim gibi? Çağrıldığı yerden uzakta mı gecelerdi avuçları? Beklendiği köşelerden ıraklara mı düşerdi sesi, nefesi? Kalkabilseydi tekerlekli sandalyesinden, terk eder miydi tercihe en lâyık yerleri? Köşesinde oturuyor Fatma. Buruk bir şiir gibi. Epeydir eski kapakları arasında mahcup bekleyen sahaf kitabı gibi. Dağ başında bir koyakta unutulmuş bir göze sanki. Dupduru. Zayıf. Ama kaynıyor. Akışıyor. Yolunu ancak garip aşıkların bildiği bir dağ evi gibi. Sadece kuşların bildiği adresinde. Oturuyor. İnsan aklının varlık üzerindeki duruşunu temsil edercesine… Dini lüzumsuz bilgilere boğan, gereksiz ayrıntılarla bulandıran, kul ile Rabbi arasına çetrefilli cinnetler sokan, Kitab’ın duruluğunu tuhaf tekniklerle bulandırmaya yeltenen “çok bilmiş”gillerin Fatma’nın ümmiliğinden öğrenecekleri çok şey var… Utanmayı unutmamışlarsa, benim gibi yüzlerini yerde saklayacakları kesin. Çok şey bilmenin o ****l kabını kırıp kalplerine azıcık nefes aldırabilirlerse, göz yaşlarının gecikmişliğine yanacakları kesin. İstanbul’u tarif ediyor Fatma… Bin bir zahmetle, sadece bir kerecik geldiği İstanbul’un kalbine ilk görüşte giren o: “Çok sıcaktı. Bir de nem vardı. Sanki terliyordu İstanbul. Tabii ya, içinde Eyyub Sultan yatınca, Fatih’ler yatınca, sen olsan sen de terlersin…” Tarif edemediğim o ses o sabah çağırınca, Berat (Demirci) hocamın közlenmiş mantarlı kahvaltısını bile gözden çıkarıp köyüne kadar vardık. Annesi karşıladı kapıda. Hiç şaşırmadı. “Biliyordum sürpriz yapacağınızı.” dedi. O köşede, kitapları yanı başında, mealiyle okuduğu Kur’ân’ı başucunda karşıladı bizi Fatma. Nasılsa bilemez de ben de araya nasihat sokuştururum diye sorduğum sorulara verdiği karşılıklar, benim ve dostlarımın dilini bir anda felç ediverdi. Sustuk ve ağladık sadece. Konuşmaya mecalim olduğunda, Fatiha’dan açtım bahsi: “-‘Din’ ne demek Fatma?” “-‘Borç’ demek hocam.” “-‘Din günü’ peki?” “-Herkesin borçlu olduğu gün… Herkes borç içinde. Her an her şey her şeyden borç istiyor, borç alıyor. Herkes borçla var oluyor. Ödünç yaşıyor.” “-Öyleyse ‘Mâlik’ ne demek söyleyebiliriz artık…” “-Kimseye borcu olmayan. Herkesin borç aldığı. Herkesin varlığını ödünç aldığı… Asıl Sahip.” “-Demek ki, kim kime ne veriyorsa hepsi O’ndan alıp da veriyor. Şu ‘borç günü’nde hepimiz her teşekkürü O’na borçluyuz. Yani… Elhamdülillah…” Bütün şarkıları yarım bırakıyor Fatma’nın sesinde saklı o yumuşacık bilgelik. Sözlerin hemen hepsi kuru kalıyor içine doğru kanayarak büyüttüğü hikmet deryasının yanında. O da bildiğimiz gençlerden işte. Tek farkı, yürüyememesi. Sadece 22 yaşında. Onlu yaşlarından bu yana giderek gücünü kaybeden kaslarıyla fiziksel olarak hızla yaşlanmanın dramını yaşamış. Önce ayak uçlarına basa basa da olsa yürümeler. Sonra dizlerinde zorlanmalar. Gençleştikçe ihtiyarlama. Çaresiz oturup kalma. Yaşı ilerledikçe aczin arttığı o ihtiyarlık günlerini gencecik yaşında tamamlamak nasıl bir duygu olsa gerek? Ayrılırken, tembihledim. “Sana gelen herkese her gün sadece bir ayet bir de hadis anlatacaksın.” İtiraz etmedi. Fırsat bulduğumda ben de alıyorum ayet ve hadis haberlerimi Fatma’dan. En son “Bugünkü ayetiniz Kevser Sûresinin hepsi olsun…” dedi. Fizik Tedavi seansını bekliyordu. Araya tarif edemeyeceğim tatlılıktaki o gülüşünü kattıktan sonra ekledi: “Benim Kevser’im annem! Ya sizinki?” Durdum sadece. Sustum. Göğsüme doğru iniveren soğuk hançeri bir yerinden yakalamaya çalıştım. Nasıl gafletti bu? Onca yıl oku oku da, bir kere olsun “Sana Kevser’i verdik…”diyen Rabbinin sözünü üzerine alınma… Neydi sahiden Kevser’im benim? Neydi? Fatma’nın ziyaretine birlikte gittiğimiz sevgili dostum Ahmet Bulut, Hilal TV’deki Namazla Diriliş programında yayına bağlayınca en sık gördüğü rüyayı anlattı Fatma. Program konuklarını da seyircileri de gözyaşlarına boğan rüyayı belki ben hiç göremeyeceğim: “Namaz kılarken kıyama kalktığımı görüyorum hep. Uzun uzun kıyamda duruyorum. Namazı kıyamla kılınca kendini önce rükuda, sonra secdeye doğru küçülttükçe küçültüyorsun.. Öyle güzel oluyor ki… (O tatlı gülüşler giriyor araya yine.) Sanki Rabbim beni sevindirmek için rüyamda hep ayağa kaldırıyor…” Söz verdim. Ben de kıyamlarımı uzun tutacağım… Hem sadece kalıbımı değil kalbimi kıyama kaldıracağım. |
Cvp: Senai Demirci-Fatma:Kalbi Kıyamda Çok etkileyici imiş gerçekten teşekkürler Verda_naz... |
Cvp: Senai Demirci-Fatma:Kalbi Kıyamda bu güzel paylaşım için Allah(c.c) razı olsun |
Ben var ya ...Ben... "Allah beni yaratırken bana niye sormadı? Belki de ben insan olmaya itiraz edecektim. Bu sınavda bulunmak istemeyecektim. Şimdi de intihar edip oyundan çıkmama izin vermiyor?" Bu soruyu çok duydum. Duymadan önce de sorduğumu hatırlıyorum. İnsanı bir anda bıçak sırtında bırakıyor o soru. Yokluğun kıyılarına savrulduğunu görüyorsun birden. Hiçliğin soğuk nefesini ense kökünde hissediyorsun. İtirazın en keskini bu. Çoklarının varlığın sıcacık koynunda uyuttuğu kaygıları dürtüyor, şüpheleri uyandırıyor. Bir defa, "ben" diyorsan, orada dur... Çünkü sen "ben" demeye sana sorulmayan o var edilme kararından sonra başladın. Var edilmeden önce "ben" dediğin sen yoktu ki sana (yani "ben" dediğin kişiye) bir şey sorulsun. "Ben" deme ayrıcalığı sana verildi. Hiç hak etmediğin halde hediye edildi. Sen "ben" diye var olmadan önce, sana soracağı bir "ben"in olsaydı, yine sana sorulmadan var edilmiş "ben"in olmuş olacaktı. İtiraz ettiğin anda, zaten itiraz ettiğin şeyi, yani "ben"i elinde bulacaktın. Ne garip! Sana sorulsaydı olmamış olmasını isteyeceğini söylediğin şeyin isteyip istemeyeceğinin sana sorulması için olmuş olmasını istiyorsun. "Ben" olmaya itiraz etme fırsatını yakalamak için bile "ben olsaydım!" diyorsun. Söylediğini tekrarlayalım birlikte: "Ben olsaydım, ben olmak istemezdim!" Üstelik anladığım kadarıyla, "ben" demekten de hayli memnun gibisin. "Ben" diyebilmene hiç itirazın yok. Tam tersi, yeterince "ben" diyemediğin için kızgınsın. "Niye bana sormadı?" derken, "ben"inin daha önceden, hatta var edilmeden önce ciddiye alınması gerektiğini söylüyorsun. Daha açıkçası, "ben"in henüz var bile değilken görülsün, hesaba katılsın, kale alınsın istiyorsun. Demek ki sen "ben" demeye öteden beri heveslisin. Var edilirken fikrin sorulmadı diye alındığın o "ben"den memnun olmalısın ki, "bana sorulsaydı!" diyorsun. "Ona/şuna/buna/sana sorulsaydı!" demiyorsun. Başkasının hakkında karar vermesine razı olmayacağın kadar dokunulmaz biliyorsun "ben"ini. Zaten itirazın da, sözüm ona sana değil başkasına sorulmuş olması. Fikrin alındığında, önemsendiğin için mutlu olacağını açıkça söylediğin o "ben"ini şimdi niye beğenmiyorsun? İyi ki de "Niye beni yaratırken bana sormadı!" diye sorabiliyorsun. İyi ki. Ya tersi olsaydı? Takdirine itiraz ettiğin, kararını eleştirdiğin o Allah, seni "ben" diyebilecek halde yaratmasaydı eğer, "Allah beni niye böyle yoklukta bıraktı?" "Allah beni yaratmama kararını niye bana sormadı?" diye sorabilecek miydin? İyisi mi, sen sen ol, "ben" diyebildiğine, "ben" diye bilindiğine şükret. Ömrünü ikiye ayıralım mesela: BÖ ("Ben"den öncesi) ve BS ("Ben"den sonrası). "Ben" diyebildiğin andan sonra sana verilmediğini düşündüğün, senden eksildiğini, senden esirgendiğini sandığın şeyleri bir kenara koy. (Ki "Bana sorsaydı, ben belki var olmak istemezdim" itirazının sebebi bu sorunlar olmalı.) Bir de, "Ben" diyebilmeden, diye bilinmeden önce, sana verilmeyeni bir kenara koy. Hangisi daha büyük bir eksiklik? "Ben"den önce yoksun. Yokluğunun sen bile farkında değilsin. Eksikliğini kimse dert edinmiyor. Aranıp sorulmuyorsun bile. Hiçbir yerde ciddiye alınmıyorsun. Yoksun ve yok sayılıyorsun. Küçümseniyorsun. Hakaretler görüyorsun. Hesaba katılmıyorsun. Olsan da bir olmasan da bir başkaları için. "Ben" diyemediğin için, "Benim" diyebileceğim hiçbir şeyin yok. Olamaz da! Tekrar hesapla: "Ben" dediğin ana kadar sana verilen, ben dedikten sonra sana verilmediğini düşündüklerinden o kadar fazla ki. İtiraza hiç hakkın yok. Ben verilmeseydi sana, sana verilmeyene bile itiraz edemediğin, itiraz edemediğin gibi verilmediğini bile fark etmediğin dipsiz bir boşluk olacaktı yerin... Varlık bardağının "ben" diyebilmenle doldurulan tarafı o kadar büyük ki, boş dediğin tarafı ancak o dolu tarafın, yani "ben"in sayesinde görebiliyorsun. Yoksa, ne boşluğu bilirdin, ne de eksik olduğunu fark ederdin. Hesaplarda hiç yeri olmayan, sıfır kadar bile ciddiye alınmayan bir lüzumsuzluk olurdun. Eksik olurdun. Eksikliğin bile hissedilmezdi. "Ben" diyemediğine bile itiraz edemezdin. İtiraz etmen gereken "ben"sizlik halini bana anlatamazdın. O soruyu seslendirecek dudakları bile bulamazdın. O cümleyi söze dökecek nefesin bile olmazdı. Hem sonra, "ben" olarak sen hiçlikten çıkarıldın. Ananın bile yüzüne bakmayacağı, çöpe atılsa kimsenin fark etmeyeceği bir pıhtıdan şimdi toz konduramadığın "ben" diye bil(in)diğin hale geldin. Sen sana verildin. Ben bana verildim. Hiç hak etmediğimiz halde... Hiç hakkını veremeyeceğimiz halde... Şimdi, sen, sana verilenle sana verene isyan etmeyi onurlu bir davranış sayar mısın? Sana hiç yoktan verdi diye "ben"i, o "ben"inle seni "ben" eyleyen O'na kafa tutmayı kendine yakıştırır mısın? Senai Demirci.. |
her abdest bir yemindir...! söyleyin ki ; Her Abdest Bİr Yemİndİr Aslinda Bu Eller Bİr Daha Harama GÜnaha Uzanmayacak! Bu AĞiz Harama AÇilmayacak! Bu Dİl Bİr Daha KÖtÜyÜ SÖylemeyecek,İftİra Etmeyecek, Yalan SÖylemeyecek,dedİkodu Yapmayacak! Bu Burun Denİ Arzularin PeŞİnde KoŞmayacak! Bu Kollar Harama Sarilmayacak! Bu GÖzler Harama Bakmayacak! Bu Beyİn KÖtÜyÜ Planlamayacak! Bu Kulaklar Harami Duymayacak! Bu Ayaklar Harama Adim Atmayacak! SÖz Verİyorum Allahim! Evet İtİraf Edİyorum Bunlari Yaptim,affet! Temİzle, Arit Benİ, Sen Temİzlemezsen Ben Temİzlenemem! Bana Yardim Et, Benİ Temİzle , Benİ Arit! Her Abdest Bu Anlama Gelİr Ya Da Gelmelİ Farkindamiyiz? Abdestmİ Aliyoruz? Yoksa El YÜzmÜ Yikiyoruz? Abdest Ruhumuzda Beynİmİzde BÖyle Algilaniyormu? Yankilaniyormu? EĞer Abdest BÖyle AlinmiŞsa Uzakta DeĞİl Hemen Evİnİzİn ÖnÜnde, Çok Yakininizda,hatta Evİnİzİn İÇİnde İstedİĞİnİzde Hemen BulabİleceĞİnİz Aritici, Temİzleyİcİ, Durulayici Bİr Nehİr Bulursunuz BÖyle Bİr Nehİrde GÜnde 5 Kez Yikananda Kİrden, GÜnahtan Eser Kalirmi? [URL=http://img91.imageshack.us/img91/2752/3978561098520495855da2.jpg target=_blank rel=lightbox[smf]][Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
Cvp: her abdest bir yemindir...! Suya vardığında, aslında ateşi kucaklamaya gidiyorsun. Zira suyun aslı ateştir. Suyun yapıtaşlarından biri yakar, biri yanar. Yakan ile yananın bir araya geldiği yere elini hiç endişesiz değdiriyorsan, ateşin ortasından sana serinlik lûtfeden Rabbinin takdirine güveniyorsun demektir. Bil ki, ateşi sana serinlik eyleyen, senin için suyu da paklık vesilesi eyliyor. O’na kul olmazsan yeryüzünde hiçbir su aklamaz seni. Suya vardığında, aslında avucuna gökleri sığdırıyorsun. Zira su sana indirilir. Sana indirilen senin erişemeyeceğin yerde demektir. Göklerde bulutlara bindirilen, rüzgârların önü sıra gezdirilen, yağmurlardan damla damla süzülen, ince ince alnına değdirilen lûtufla tanışıyorsun şimdi. Sana hiç erişemeyeceğin yerden nimetler indiren Rabbin, her şeyin gelip geçtiği, her bulduğunun bitip tükendiği, her güzelin bırakıp terk ettiği yerde, sana sonsuzluk çağrısı yapıyor. Eline dokunan su, tenini serinletmekle kalmıyor, sonsuz sevdalar yüklü kalbine teselliler yağdırıyor. Abdeste hazırlanıyorsun. Gövdeni kutlu bir paklığın gölgesine çekiyorsun. Sanki Leylâ vurgunu bir Mecnun gibi çölde suya kanıyorsun. Şadırvanda su şakırtısı bir vaha serinliği değil mi sana? Abdeste niyetleniyorsun. Kalbini Sevgililer Sevgilisi’nin [sas] kalbine yanaştırıyorsun. Suların bile yolunda akarak paklandığı Sevgili’nin [sas] yolunda akıyorsun. Resûl’ün [sas] pak niyetine dudağını değdirerek, suyun serinliği ile değil, rahmetle ıslanıyorsun. İşte abdeste başlıyorsun. Önce ellerini yıkıyorsun. “Terk-i dünya ile yıka ellerini!” Ellerinle biriktirdiklerinden yu kendini... Varlığının suların akışı gibi gelip gittiğini bil evvelâ. Eline avucuna sığan bir şey yok şu fani dünyada. Parmakların arasından kayıp gidiyor sevdiklerin ve biriktirdiklerin. Ne onlar sana kalıyor, ne sen onlara kalıyorsun. Bunu bil ki, eline değen abdest suyuyla, elini şerden çek; hayra yanaştır. Elini fani olanlardan çevir; sonsuza eriştir. Elinle ettiklerinden tövbe et. Dünyanın kirini avuçlarından akıt. “Anmakla yıka dilini, damağını ve dudağını!” Yalanı yıka ağzından. Boş sözden arındır dilini damağını. Tattıklarının su gibi gelip geçtiğini bil. Dudağına suyu değdiren Rabbindir. Dudağını dudağına dokunduran Rabbinin rahmetidir. Dudağının dudağına değmesi, billûr sulardan daha serindir. Suyu sana verdiği gibi suya hasret dudağı da veren O’dur. Suyun paklığını damağına değdirirken, Rabbini anmakla tatlandır ağzını. Dilini suyla serinletirken, yalan ve gıybetin, boş söz ve lakırdının tortularını da yak! “Kibirden arınmakla temizle burnunu!” Ne efsunkârdır güzel koku! Burnunun dikine gidenleri bile ardı sıra sürükler. Uzakta kalmış hatıralar, unutulmuş bahçeler ince bir kokuyla hatırlanır hemen. Burnuna değen su, cennetin kokusunu hatırlatsın sana. Burnuna çektiğin su, gülleri gül eyleyen Muhammed’in [sas] gül kokusuna yanaştırsın seni. “Yüzünü hayâ ile temizle!” Yüzün ki varlığının odağıdır, ruhunun billûr âyinesidir; abdest niyetiyle yüzüne değen su seni Rabbinin vechine yönlendirir. Abdeste niyet, yüzünü ’a teslim etmek gibidir. “Ben O’nu görmesem de, O beni görüyor!” diyenlerin işidir abdest. Kimsenin görmediği yerde, kimsenin bilmediği kuytularda, kimsenin tanık olmadığı yalnızlıklarda, sırf O’nu razı etmek için yüzünün her noktasında suların serinliğini hisseden, yüzünün her noktasını Rabbinin nazarına tutar; Rabbine teslim eder. Yüzünden sular süzülürken, sen de O’na bakarmışçasına hayânı kuşan. O’nun nazarında olduğunu bil ki, aynalardan utanma. O’nun seni gördüğünü bilerek yaşa ki, kendini kendine mahcup etme. Yüzündeki serinliği O’nun seni bildiğine tanık bil ki, başkalarını razı etme telaşından kurtar kendini. Yüzünü Rabbine teslim et. “Kollarını tevekkül ile yıka!” Yapıp ettiklerini kendinden bilme. Elini işlere eriştiren de, işlerini sonuca ulaştıran da Rabbindir. Tembellik edip elini işten çekme; çünkü tevekkül sana düşeni yapmanı gerektirir. Kibirlenip elinin işlere yettiğini de sanma; çünkü tevekkül elinden geleni yaptıktan sonrasını Rabbine havale etmeni gerektirir. Öyle yıka ki kollarını, tembellik de kibir de akıp gitsin parmak uçlarından. “Kulaklarını söz dinlemekle ve sözün güzeline tâbi olmakla yıka!” Dinlemek edebin de, öğrenmenin de başıdır. Kulağını hakka açmayan, dudağını hakka değdiremez. Dosta kulak vermeyen dost sahibi olamaz. Öyle yıka ki kulağını, boş söz ve yalandan, gıybet ve lakırdılardan temizle; güzeli duymaya ayarla. Çirkinliğe sağır ol. “Ayaklarını O’ndan başkasından vazgeçmekle yıka!” Nasılsa bir gün ayakların yerden kesilecek, adımların bitecek, bir adın kalacak yeryüzünde. İki ayağını birden yıkarken de, buraya geldiğini ama burada kalmayacağını hatırlat kendine. Sular ayaklarına değdikçe, bir yolcu edâsı dolsun yüzüne. Ayaklarını yerden kes; sırata değdir. Öylece at adımlarını. Düşmekten kork! Öylece yürü. Ateşten çekin! O’na razı ol ki, O da sana razı olsun. Senai Demirci |
Hasretle beklendiğini bilmeyen çöl kaçkınlarına… Hasretle beklendiğini bilmeyen çöl kaçkınlarına… [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...][Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Çölde devesini kaybetmiş olan bir adamın hesabını yapalım bugün. Çölden uzakta, şehrin elini uzatsan istediğini alabileceğin caddelerinde yürürken bu sorunun gerçek cevabını vermek hayli zor görünüyor. Versek de matematiksel bir cevap olur bu. Çöldeki adamdan deveyi çıkarıp geriye kalanı kuru kuru hesap etmekten öteye geçemeyiz. Ancak bir deve sırtında geçebileceği çölden çıkma ümidi devenin yuları gibi elinden kayıp gitmiştir en başında. Yalın ayak kumların ortasında kala kalmıştır adam. Devesi, giderayak, sadece ümidini götürmüş de değildir; sırtında taşıdığı yiyeceğini, giyeceğini, içeceğini de hiç lüzumsuz yerlerde dolaştırıp durmaktadır artık. Yaya kaldığı yetmiyormuş gibi, aç ve susuz da kalmıştır; gecenin ayazına karşı korunaksız, gündüzün alev alev sıcağında gölgesizdir. Böylesi bir hesap karşısında, devenin sahibi “Olmasa da olur!” diyebilir mi devesi için? “Amaaan, canım sen de!” deyip gözden çıkarabilir mi devesini? Kırk yılı aşan ömrümde ne bir deveye ihtiyacım oldu ne de bir deve elimden kayıp gitti. Şu halde, çölde devesi kaybolan adam meselini anlamaktan fersah fersah uzaktayım. Çölde devesini kaybeden adamın, hiç ummadığı bir anda devesin yanı başında bulunca yaşadığı sevinci de hissetmekten çöller kadar uzağım. Ama az da olsa bir empati kurarım diye çöle götürdüm aklımı, uçsuz bucaksız kum yığınının orta yerinde bıraktım. Ne bir yöne dair ipucu var etrafımda ne de bir yol görünüyor. Çöl ki, her an değişiyor, dönüşüyor. Vadiler tepe oluyor, tepeler bir anda düzleşip kayboluyor. Hiçbir şey yerli yerinde durmuyor. Susuzluk had safhada. Ne bir dere şırıltısı duyuluyor ne de pınara giden patika umudu hayal edilebiliyor. Mecalim sıfırlanmış; ayağımı yerden kaldırmaya halim yok; tek bir adımım tonlarca yükü taşımak gibi omzumda. Devem yoksa, hiçbir şeyim ben. Varsa, ümidim var. Öyleyse, her şeyin tükendiği, dilimin damağıma yapıştığı, ayaklarımın kumlara gömüldüğü, bakışımın bulandığı bir anda, aniden başını munisçe üzerime doğru uzatan devemin sürpriz varlığına ne kadar sevinmeliyim? Billur suların dilimi damağımı okşayışı kadar… Soğuktan buz kesmiş tenimi sımsıcak örtecek battaniye kadar. Açlıktan önümü göremez olmuşken, ağzıma aldığım sıcacık bir lokma kadar.. Çölün öbür kıyısında beni bekleyen, gözleri yolda kalmış sevenlerimin yüzlerine yayılan eşsiz tebessümler kadar… En az bu kadar. Kesinlikle bundan kat kat fazlası kadar. Yo, yo, sıcaktan kavrulmuş tenimi, sususluktan çatlamış dudağımı “daha daha daha”ların yetmeyeceği derinlikte bir serinliğe daldırmış kadar sevinmeliyim. Matematiksel bir hesabın kuruluğundan sıyrılabilmişse duygularımız, belki şimdi o Nebevî tesellinin serinliğine bandırabiliriz kalbimizi: “Bir kulunun günah işledikten sonra tövbe ederek hatasından dönmesi karşısında Rabbinizin hoşnutluğu, sizden birinizin ıssız çölde devesini kaybedip tekrar bulduğu andaki sevincinden daha fazladır.” Belki daha önce de duyduk bu sözü. Ama çölde değiliz nasılsa diye, hiç çölde deve kaybetmedik diye, hem sonra kaybetsek ne olacak ki üstünkörülüğüyle geçip gittik o çölleri yeni baştan kurutan rahmet umutsuzluğuna vaha olabilecek Peygamber tesellisinin yanından. Durup içmedik. İçip kanmadık o serinliğe. Şimdi biraz duralım o pınarın başında: O meselde çölde devesini kaybeden adam Rabbimize benzetiliyor. Kul ise deveye. Devesini kaybeden adamın halini uzun uzadıya anlatışımın sebebi, Rabbimiz ile biz kulları arasındaki ilişkiyi daha hissedilir kılmaktı. Adam ile devesi arasındaki ilişki şiddetli ihtiyaç ekseninde derinleşiyor. Issız bir çölde adam devesine öylesine muhtaçtır ki, vazgeçemez devesinden, gözden çıkaramaz devesini. Ben kulu ile Rabbim arasındaki ilişki elbette ki ihtiyaç eksenli değil; bana muhtaç değil O. Haşa; O’nun bensiz edemeyeceğini söylemek aklımın ucundan bile geçmez. Ama Rabbimin sadık elçisi (asm), Rabbimle aramdaki ilişkiyi ihtiyaç eksenli bir meselle anlatıyor. Sanki ben O’na değil de, O bana muhtaçmış gibi anlamam gerekircesine… Neden ki? Rabbimin üzerimdeki rahmetini anlayayım diye olsa gerek bu tersinden mesel. O öylesine şefkatli ki üzerimde, beni kolayca gözden çıkarmıyor. “Bu kulum günah işledi, sürüden ayrıldı. Olsun, başka kullarım var zaten!” istiğnası rahmetle uyuşmuyor olmalı ki böyle bir meselle anlatıyor Rabb-i Rahimimi bana. “Madem günah işledin, üstelik ısrarla ve bile isteye hata ettin, ne halin varsa gör!” denmeyi hak ettiğim halde bile, benden vazgeçmediğini, yüz üstü bırakıp arkasını dönmediğini bilmem gerekiyor olmalı Rabbimin rahmetinin derinliğini anlamam için. Üstelik kaybolmuş deve ne bilir sahibinin bunca yolunu gözlediğini diye hatırlatırcasına, hem sonra cahilcesine sahibiyle birlikte kendisini de boş yere çölde ölüme terk ettiğini bildirircesine, Rabbimin rahmetinden ümit kesme kusurumu bile rahmetinin serinliğiyle bağışlayıp, kazara O’na dönsem bile, seve seve yeni baştan beyaz bir sayfa açmaya hazır olduğunu görmem için anlatılmış olmalı bu mesel. Develer hâlâ çölde ve avare… Sahiplerinin kendilerinin hevesle beklediğini bilmeksizin yanlış yollarda yürümekte… Ah, bir bilseler ne kadar sevinç borçlu olduklarını Sahiplerine. Senai Demirci |
Kur'ân niye bu kadar kalın? Kur'ân niye bu kadar kalın? [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Çantamda taşımaya çalışıyorum. Ama zorlanıyorum. Kolayca sığmıyor. İnce kâğıda basılmışları da var ama sayfa sayısı yine fazla. Bir de meali ve meale dair notları ekleyince, iyice kalınlaşıyor. Kur'ân'dan söz ediyorum. Toplam 30 cüz ve her biri 20şer sayfa. Kur'ân'ı okumuyoruz. Okuyamıyoruz. Kolay mı? Tam 600 sayfa. Niye bu kadar kalın? Sanki Rabbimiz, Alın size sayfalarca Kurân; okuyabilirseniz okuyun bakayım diye meydan mı okumuş biz kullarına? Hafız olmak isteyenlere de haddini bildirmek mi istemiş? Yıllarca ezber yap da göreyim seni? Yüzlerce tekrar yap da, adam ol! Azıcık olsaydı Kurânın sayfaları, hemen hepimiz az bir gayretle hafız olabilirdik! Sayfalar sayfaları izlemeseydi, meselâ otobüs beklerken bir hatim indirebilirdik! Ne hoş olurdu! Celâlini göstermek için mi bunca kalın tuttu Rabbimiz Kur�ân�ı? Korkutup da hizaya getirmek için mi bunca cüz, bunca uzun sureler, ayetler? Hayır, hayır; eğer bizi vahiy karşısında ezmek olsaydı Rabbimizin dilediği, aksine, yarım sayfalık bir Kurân indirirdi. Ve derdi ki bize İşte sizden istediklerim; bunları yaptınız yaptınız, yapmadınız yandınız! Bizi korkutmak isteseydi, yıldırmayı tercih etseydi , meselâ sadece Fatihayı indirip Ben anlattıklarımı anlattım; size anlayacak akıl da verdim, göreyim sizi anlayın! Hadi bakayım, kendinizi beğendirin bana! Bir yolunu bulun, gözüme girin! diye kestirebilirdi. Ne gerek vardı ki Bakarada uzun uzun konuşmalara? Niye anlatsındı ki kulu Mûsayı (as), Meryemi, Yusufu (as), Yunusu (as), Eyyûbu (as) ve onca kıssaları hoş bir sohbet edasıyla? Mecbur muydu ki Rabbimiz, sanki biz Ona değil de O bize muhtaçmış gibi nezaketle, sabırla, her defasında yeni baştan hatırlatarak konuşmaya? Kurânın uzunluğu ve tekrarları, bir bakıma, Hadi arkana yaslan benim güzel kulum, sana anlatacağım kıssalar var! rahatlığını sunar bize. Böylece kalınlaşır Kurân. Sayfa üstüne sayfa eklenir. Der ki adeta Rabbimiz bize: Bakarayı kaçırdıysan, Al-i İmran var! Maidede uyuduysan, Rahman var! Dilersen, sana anlatacağımın hepsini bir satırda bile anlatırım: İhlas var! Bu da olmadıysa, kulağına pınar suyu gibi akacak, kalbine bahar meltemi değdirecek Rahman var! Rabbinin hangi nimetlerini edersiniz inkâr? diye diye hatırlattıklarım, bir bir saydıklarım var! Yani ki... Kurânın bunca kalınlığının sebebi, Rabb-i Rahimimizin tekrar etme şefkatindendir. Anlayamayabileceğimizi anlayışla karşılama inceliğindendir. Unutabileceğimizi de unutmama olgunluğundandır. Ey kulum, [az önceki surede] açıkça ve defalarca söyledim sana, anlamadın mı? Bak bir daha söylüyorum! Unuttuysan da, üzülme! Ben bıkmam, usanmam, umut kesmem senden. Olsun, yine söylüyorum. Sevgili kulum, kendine yazık ediyorsun, biricik ömrünü heba ediyorsun; işin ciddiyetini kavramamış gibisin. Demiştim ya sana; Şeytan sana apaçık düşmandır! İyi dinle, tekrar ediyorum! A benim güzel kulum; az önce hatırlattım sana, yine mi unuttun? Bir daha hatırlatıyorum. Kulum ve elçim Mûsanın başından gelenleri anlattığımda yok muydun? Öyleyse, şimdi sana biraz da kulum İbrahimden (as) bahsedeyim, kulaklarını iyi aç. Hem böyle daha iyi anlayabilirsin. Olmadı mı? Hadi gel, bir de İsâdan (as) söz açalım. Bak yine yanıldın, şeytana yeniden kandın. Hadi sil gözünün yaşını. Yeni baştan başlayalım. Hani demiştim ya sana, rahmetimden ümidini kesmeyeceksin diye. Yine söylüyorum... Sözümdeyim ben! Sen gel, yeter ki.. Gel! Ne şefkatli ki Rabbimiz, bize kalınca bir Kurân indirmiş! Bizimle uzun uzun konuşmaktan usanmamış, bıkmamış... Her hatamızda, yeni baştan beyaz sayfalar açacak denli severmiş bizi. Gözden çıkarmazmış. Ne haliniz varsa, görün! demezmiş! Kalınmış Kurân, çok kalınmış! Diyorum ki, bundan böyle, Kurânı hiç olmazsa kitaplığımıza kalınlığını görecek şekilde koyalım. Sırtı değil, sayfaları görünür olsun. Kurânı okumasak da, Rabbimizin rahmetini sayfa sayfa sayalım. senai demirci |
Gazze'den bize ne kaldı, ya Aişe? Senai Demirci “Hâlâ ara[m]ızda olan Allah Rasûlü” [Hucurat, 7], yüzünde o sonsuz tebessümüyle soracaktı: -Ya Aişe, bize Gazze’den ne kaldı?” -Yâ Rasulallah, gördüğünüz gibi, sadece şu hayatta kalanlar… Efendimiz (sav) şöyle diyecekti: -Hayır, ya Aişe, hayatta kalanlar değil, hayatından olanlar bize kaldı.” Sözünün arkasına eklediği olurdu ara sıra: "Sanki dünya hiç yok ve sanki ahiret de sonsuz..." Sonunda uyanacağımız yerden bakıyordu bize O kutlu nebî. Uyuduğumuzu görüyordu. Uykumuzun diplerinde gördüğümüz rüya ile kendimizi uyanık sanacak kadar derin bir uykuda olduğumuzu biliyordu. Yanı başımızda bekleyen ışıl ışıl uyanıklıktı O'nun gönlü. Göz kapaklarımızı aralamamızı bekleyen müşfik bir "ana yürekli" olarak nöbet tutuyordu aldanmışlıklarımızın başucunda O Ümmî (sav). "Gözlerim uyur ama gönlüm uyumaz" diyen Rahmet Elçisi, rüyasıyla sevinen ama uyanınca sevinmemesi gerektiğini bile bilemeyecek kadar uykuda kalan Yusuf'u (as) uyarır gibi babalık ediyordu biz dünya kuyusuna atılası biçare Yusuf'lara. "Sanki dünya sonsuz ve sanki ahiret de hiç yok gibi..." diyordu bize uykumuz. Ama o öyle demiyordu, çünkü öyle görmüyordu. O'na göre, bir kediciğin uykusunun bölünmemesi uğruna pahalı bir elbise kesilebilirdi. Canların huzurunun yırtılmaması ahiret kumaşıydı, dünya kumaşı ise yırtılabilirdi. O'na göre, bir cesedi bile rahatsız edecek tümseğin düzeltilmesi ahiret yurdunun ovasıydı, kalplerimizde tümsekler oluşmasın diye olsun diye cansız toprağın tümseği dünyadan gitmiş bir ceset uğruna düzeltilmeliydi. Çünkü "kalb-i selim" ahiretin biricik cevheriydi. "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi...." derken, demek ki kendisinin bulunduğu ahiretten bizim bulduğumuz dünyaya bakıyordu. Bizim gibi dünyamızı asıl kabul edip, ahireti uzakta hayal ediyor değildi. Dünyanın kaybı, ahiretin kazancıysa, O kazançlı biliyordu bizi. Dünyadan eksilen ahirete eklendiyse, O'na göre kârdayız demekti. Ömürden sökülen ebede yamanıyorsa, O'nun nazarında kazanıyoruz demekti. Gazze gibi kurbanlar verdiğimiz günlerin ertesindeydi. Evlerinde besledikleri koyunu kesmişlerdi. Gerisini Aişe (ra) validemiz anlatıyor: -Efendimiz koyunun etini pay ediyor ve "bunu filana, şunu filancaya" gönder diyordu. Bütün eti pay edip dağıttıktan sonra geriye sadece kürek kemiği kalmıştı. Efendimiz (sav) bana sordu: - Ya Aişe, bize ne kaldı? - Ya Rasulallah, gördüğünüz gibi, bize sadece kürek kemiği kaldı. Efendimiz (sav) ise şöyle dedi: - Hayır ya Aişe, kürek kemiği dışındakiler bize kaldı! Gazze'de beslediğimiz kardeşlerimizi kestiler şimdi. Ateş kesenlerin kalplerindeki ateş hiç kesilmeyecek. Onlar kendilerini hep galip sanacaklar ama sadece bu dünyanın galibi olduklarını asla öğrenemeyecekler. Ateşe kesilmiş kalplerinden dudaklarına hep ateş dökülecek. Yine de kendilerini ıslah edici bilecekler ama bilmeyecekler ki sadece yeryüzünü değil ahiretlerini de yaktılar yıktılar. Gazzeli masumların mazlumların dünyalarını başlarına yıkanlar, Kerbela'da Hz. Zeynep'in (ra) Hz. Hüseyin'in (ra) katillerine söylediği o sözü bin defa milyon defa hak ettiler: "Siz Gazzelilerin dünyasını yıktınız ama Gazzeliler sizin ahiretinizi yıktılar." Ne derdi Hz. Zeynep şimdi tankların ardında beklerken bile korkudan tir tir titreyen zalimlere: "Ebediyen zalim olarak anılacaksınız. Kalplerinizdeki ateşlerden kabirlerinize şimdiden ateşler doldurdunuz. Şehitler değil sizler mağdursunuz artık. Ölenler değil artık sizler"ölü"sünüz. Enkaz altında bıraktığınız mazlumların ölüsü Hâlık-ı Rahîmlerinin nazarında ebedî diri adayı olmaya değer. Allah o ölülerden diri çıkaracak olandır, şüphesiz. Ama siz zalim diriler, ebedî ölü olmaya adaysınız artık. Kalplerinizi öldürdünüz. Rabbinizin nazarında artık bir cesetsiniz." Eğer Gazze'yi anlatsaydı bize Hazreti Aişe annemiz... Verdiğimiz kurbanları saysaydı bir bir... Annesini emerken ölen bebelerin çığlıklarını aktarsaydı ... Bebeğini özlerken vurulan hamile kadınları anlatsaydı... Çocuğunun başında iyileşmesini beklerken, hastanede çocuklarıyla birlikte ölüme pay edilen anaları babaları saysaydı... "Onlar gittiler... Yoklar artık evlerinde.." deseydi gözyaşları içinde... Gidenlerin bini aştığını söyleseydi Efendimizin (asm) mübarek yüzüne... Ayağını kurban verenlerin, gözlerini yitirenlerin, evlatlarını Allah adına verenlerin de adlarını saysaydı bir bir... ...Allah'ın "muhakkak" diye vurguladığı haberiyle, hiç kuşkuya yer kalmaksızın bilmemizi istediği üzere, "Hâlâ ara[m]ızda olan Allah Rasûlü" [Hucurat, 7], yüzünde o sonsuz tebessümüyle soracaktı: -Ya Aişe, bize Gazze'den ne kaldı?" -Yâ Rasulallah, gördüğünüz gibi, sadece şu hayatta kalanlar... Efendimiz (sav) şöyle diyecekti: -Hayır, ya Aişe, hayatta kalanlar değil, hayatından olanlar bize kaldı." Ne mutlu O'na kalanlara.. Ne mutlu, O'nun adına şimdiki canını verip ebedî can alanlara.. Ne mutlu canını imanına şahit kılıp, imana can katan şehitlere... O'na (sav) kalmaya değer kurban oluncaya kadar hayatta kalmak duasıyla... |
Cvp: Gazze'den bize ne kaldı, ya Aişe? Ne mutlu canını imanına şahit kılıp, imana can katan şehitlere... O'na (sav) kalmaya değer kurban oluncaya kadar hayatta kalmak duasıyla... Senai Demirci Ağabey ne güzel de yazmış.. Kalemine sağlık.. Yürek tellerimize dokundun gene... Doğru ya.. Sevinç vaktidir şimdi.. Hayatından olanlar bize kaldı.. HAMD OLSUN... |
Kimselere Diyemem- [CENTER]Öyle çok pazarlık ettim ki seninle ey Rabbim.. Sen çağırınca kendime ait vakitlerden çalındı sandım. Ezan okununca mesela, Sevdiklerimle geçirdiğim zamanların azalmasından kaygılandım. Vakit girince, içim cız etti hep. Odamdan uzaklaştım, bıraktım işimi, keyfimi bozdum. Öylece namaza durdum. Ayak diredim, “az sonra kılsamda olur” dedim. Az sonralarım çok sonralara döndü. Geç kaldım. Sonunda ayaklarımı sürüye sürüye vardım huzuruna. Pazarlığımı vaktin daralmışlığını bahane ederek, yeniden ileri sürdüm. Kaçıyordu ya namaz, o yüzden çabucak kıldım. Hemen selam verdim, hemen kalktım, rahatladım.. Oysa rahatlığı sana borçluyum. Bunu biliyorum.. Ama unutuyorum.. Ağrımayan her bir dişim kadar huzur borçluyum sana. Tenimin acımayan her bir noktası kadar, rahatlık borçluyum sana. Kazara dişlerim ağrıyacak olsa, her biri için harcıyacağım zaman senin. Tenim her noktasından yırtılacakmış gibi acıyacak olsa, kendi kendime dar geleceğim huzursuz günler senin. Neyi kimden kaçırıyorum ki ben ey Rabbim.. Aldanıyorum.. Kendimi aldatıyorum.. Bu kadarla kalsa iyi, Gün oldu usandım. Sabırımı tükettim.. tükendim.. Kendime yontmaya heveslendim. Benden istediğin zamanı çok gördüm. Benden istediğini benim için istediğini bile bile huzurunda huzursuz durdum. Günümü delik deşik etmeni, işimin arasına kesintiler sokmanı, hayatımın ortasına duraklar koymanı, uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm. Beni bana bıraklarla durdum huzurunda. İçim başka yerlerin türküsünü söylerken Ben seccademde belki sadece bedenimle mıhlı kaldım. Oysa sen, dilersen dar edebilirsin zamanı bana. Korkulu bir savaşın orta yerinde, Ateş ve kan kusan bombaların altında, Günümüde, işimide, uykumuda hatta rüyalarımıda delik deşik etmelerini takdir edebilirdin. Düşmeyen bombalar kadar, Tenime uğramayan sancılar kadar, Yöreme uğramayan kaygılar kadar, Farkına varamadığım sessizlikler kadar genişlik borçluyum sana.. Ben neyi kimden saklıyorum ki.. Öylesine bir pazarlık benimkisi.. Tuhaf.. Anlamsız.. Ama pazarlık işte.. Kendimi bir yere koyuyorum, seni bir başka yere. Kefenin birinde benim istediğim Öbüründe senin dilediğin. Sanki benim istediğim senin dilediğinin dışındaymış gibi.. Senin dilediğin benim isteklerimin aleyhineymiş gibi.. Bir tür pazarlık yani.. Öyle içten pazarlıkki bu, kendime bile söyleyemiyorum. İtiraf ediyorum, gözlerimle birlikte gönlümüde secdene kilitlemeye çok gördüm Kendimi sıfırlamayı secdede Benliğimi hiçe indirmeyi beceremedim. Ensemde kaderin sıcacık nefesini hissettirecek o teslimiyetin vadisine bir türlü inemedim.. Acelem vardı..anlımı koyduğum gibi kaldırdım seccadeden Bütün benliğimle aşağı inemedim. İşim vardı..secdemi kısalttım. işime zaman kazandım.. Secdeye kalbimide sığdırmaya çalışmadım.. Uykum vardı..secdemi sığ bırakıp, uykumu derinleştirdim. Ey Rabbim.. İtirafımdır, şuracıkta söylüyorum. Bencilliğimide sırtıma alıp rükularda eritemedim. Bedenim eğilirken huzurunda, emrolunduğum gibi dosdoğru olmanın ağırlığını sırtıma almayı hep erteledim.. Sırası değildi..Hele dur sonra da olur’du. Oysa sen dileseydin, Sevdiğimin cılız nabızlarının eşliğinde, Loş ve neşesiz bir yoğun bakım odasında, Uykusuz, kaygılarla dolu, umutsuz, çaresizlikler içinde, ürpertiyle, korkuyla, Secdeden sakladığım gözümü, gönlümü bir mönitörün ekranına kilitleyebilirdin. Dileseydin, Yeryüzünün sükunetini bir anda kesip Küçücük bir duvar kıpırtısının gölgesinde mini mini bir sarsıntının beklentisi içinde Secdene çok gördüğüm saçlarıma aklar düşürebilirdin. İçten pazarlık mı denir buna bilmem.. Ben biliyorum.. Sen beni, benim bildiğimden daha iyi biliyorsun. Bir sen duydun beni ey Rabbim. Sırrımı bir sen bildin. Kendimi gereksiz görürken seccadenin üzerinde, Dudağım anlamına yetişemediğim kelimeler için oynarken, Sen beni söylediğimden fazlasıyla duydun. Söyleyemediğimde, dile getiremediğimde bildin. Ruhumu alıp uzaklara gittiğim halde, Bir bedenimi bıraktığım halde huzurunda, Kovmadın beni kapından.. yanında tuttun.. yakınlığında tuttun.. İtirafımdır, Öyle anlatıldığı gibi özlemeyi beceremedim henüz namazı. Aradan çıkarmaya çalıştığım oldu, Geçiştirdim.. bir sorundu çözdüm.. hallettim.. Selam verip sonra yaşamaya başladım. Yaşamayı namazın içinde aramalıydım ama.. Olmadı işte.. Kafa tuttum açıkça..Ayak diredim.. pazarlık ettim.. Ama sen utandırmadın. Yine yine yine huzuruna aldın beni. Her secdede rahmetinle okşadın anlımı Her rükuda aferinler fısıldadın gönlüme. Her vakit yeni bir sayfanın aktığına çağırdın ruhumu Yüzüme vurmadın.. azarlamadın beni.. aşağılamadın.. Hepten umut kesmedin benden.. Yok saymadın.. Utandırmadın.. Ey Rabbim. Benim içimin içini bilen Rabbim. Pazarlık ettiğimi seninle bir sen bildin. Kimselere söylemedim. Bir sana açabilirdim içimi. Bir sen ayıplamadın beni çünkü. Ben böyleyim işte.. Yine bana aitlerin hesabını yapıyorum. Oysa herşey sana ait. Ben bile bana ait değilken.. Ben senden neyi sakınıyorum ey Rabbim.. Niyedir bu pazarlık.. Nedendir.. İşte böyle.. İtirafımdır.. Kimseye söyleyemediğim.. Kimselere diyemediğim.. Yalnız sana söylediğim. Öyle ya, başka kime söyliyim Başka kimin anlayışından medet umayım.. Ben böyleyim Rabbim.. Dil sizin.. Çare sizin.. Senai Demirci |
Cvp: Kimselere Diyemem- Ayak diredim, “az sonra kılsamda olur” dedim. Az sonralarım çok sonralara döndü. Geç kaldım böyle kullardan olmamak dilegiyle allahım namazsız müslüman olunmaz müslümansan kıl namazını allah razı olsun aysima emegine saglık |
Evlilik Yemini Etmek İster misiniz? (Okuyun Lütfen) İki insanın ömür boyu birlikteliği hem zordur hem de hoştur. Zordur; çünkü insanın belirsizliği ve kolayca çerçeveye girmemesi, ilişkiyi bir maceraya dönüştürür. Hoştur; çünkü her şeye rağmen insan kalbine mukabil bir kalbi bulmakla, neşelerini ve sevinçlerini çoğaltır, hüzünlerini ve kaygılarını azaltır. Bu zor ve hoş birlikteliğin başlangıcında iki insanın birbirlerine üstü kapalı söz verişleri vardır. Değişik kültürlerde, bu söz verişler, bir tür nikâh manifestosu, evlilik yemini ya da duası adıyla açık edilir. Örneğin, Apaçi Kızılderililerinin ‘evlilik yemini’ aynen şöyledir: Artık yağmurda hiç ıslanmayacaksınız; çünkü her biriniz bir diğeriniz için sığınak olacaksınız. Artık hiç üşümeyeceksiniz; çünkü her biriniz bir diğeriniz için sıcaklık olacaksınız. Artık hiç yalnızlık çekmeyeceksiniz; çünkü her biriniz bir diğerinize yoldaş olacaksınız. Artık bir bedensiniz; çünkü önünüzde tek bir hayat var. Şimdi yuvanıza gidin, birlikteliğinize tanık olacak günlere başlayın. Her gününüz mutlulukla dolsun, ömrünüz mutlulukla uzasın. Bu fikirden hareketle, yeni evlenen çiftlerin ağzından, nikâhlarına şahit olan herkese söyleyebileceklerini/söylemek isteyebileceklerini/söylemek isteyip de söyleyemediklerini dillendirecek ‘evlilik yeminleri’ oluşturmaya çalıştım. Dikkatinize ve rikkatinize sunuyorum ki, sizin de ekleyeceğiniz/teklif edeceğiniz bir şeyler olsun, siz de bir zamanlar birbirinize nasıl bir söz verdiğinizi hatırlayın… I. Ben ... / Ben... (Noktalı yerlere gelin ve damadın adı yazılır.) Biz ikimiz birbirimizi sevdik. / Biz ikimiz birbirimizi seçtik. / Biz ikimiz birbirimize eş olduk. Biz ikimiz yolcuyuz. / Hayat yolunu birlikte adımlamaya söz verdik. / Yokuşları da, inişleri de beraber yürüyeceğiz. / Mutlulukları da, hüzünleri de beraber karşılayacağız. / Bizim için iyi yolculuk duası edin. Biz ikimiz yoksuluz. / Başka herkesi terk edip birbirimizi tercih ettik. / Başka her şeyi bırakıp aşkımıza razı olduk. / Birbirimize verdiklerimizle zenginleşeceğiz. / Bizim için bereketli kazanç duası edin. Biz ikimiz öksüz ve yetimiz. / Annelerimizi ve babalarımızı bırakıp da geldik. / Anne ve babamız çoğu kez yanımızda olmayacaklar. / Birbirimize şefkat edip birbirimizi sevindireceğiz. / Bizim için teselli duası edin. Biz ikimiz kör ve sağırız. / Birbirimizden başkasını görmeyecek gözlerimiz. / Kulaklarımıza başkalarının fısıltıları erişmeyecek. / Birbirimize göz kulak olacağız. / Bizim için hayır duası edin. Biz ikimiz evliyiz. / Aşkı oldurmak için paylaşacağız hayatı. / Kalplerimize gizli kapılar açılacak evliliğimizle. / Birbirimizi daha çok seveceğiz bundan böyle. / Bizim için mutluluk duası edin. II. Ben... / Ben... … Biz ikimiz birbirimizi sevdik. / Sizi sevincimizi çoğaltmaya çağırdık. / Biz ikimiz birbirimizi seçtik. / Sizi seçimimize tanıklık etmeye çağırdık. Rabb’imizin lûtfuyla ısındı kalplerimiz birbirine. / O kalplerimize aşkı vermeseydi birbirimizi sevemezdik, hep yabancı kalırdık. / Yaratıcı’mızın izniyle helal olduk birbirimize. / O ruhlarımızı terbiye etmeseydi birbirimizi seçemezdik, hep uzak kalırdık. Biz biliyoruz ki, Rabb’imiz bizi birbirimize örtü eyledi. / Her kötülüğe karşı birbirimize örtü olacağız. / Hatalarımızı ve eksiklerimizi hoş görüp örteceğiz. Biz biliyoruz ki, Rabb’imiz bizi birbirimize elbise eyledi. / Başkalarına aşklarımızı giyinip de görüneceğiz. / Birbirimizin varlığını birbirimize süs eyleyeceğiz. Kalplerimize aşkı bahşeden Rabb’imizi, kalplere düşen aşklar sayısınca tesbih ediyoruz. / Ruhlarımızı birbirine tanış eyleyen Yaratıcı’mıza, kâinatı şenlendiren ruhlar sayısınca şükrediyoruz. III. Ben... / Ben...… Biz ikimiz/Birbirimizi sevdik. / Birbirimizi seçtik. / Birbirimize söz verdik. / Birbirimize eş olduk. Şimdi birbirimize verdiğimiz söze tanık olmanızı isteriz. Bundan böyle; / İkimiz birbirimizin en yakınıyız. / Yalnızlığımızda ilk birbirimizi bulacağız. / Sırlarımızı önce birbirimize açacağız. / Sevinçlerimizi birlikte çoğaltacağız. Bundan böyle; / İkimiz birbirimiz için en iyi kılavuzuz. / Hep birbirimizin iyiliğini istiyor olacağız. / Olur da şaşırırsak doğruyu birlikte bulacağız. / Olur da düşersek birlikte ayağa kalkacağız. Bundan böyle; / İkimiz birbirimizin yol arkadaşıyız. / Yokuşlarda ve inişlerde hep el ele kalacağız. / Dağlarda ve çöllerde yan yana yürüyeceğiz. / Yolun sonuna birlikte varacağız. Bundan böyle; / İkimiz birbirimizin en büyük yardımcısıyız. / Eksiklerimizi birlikte tamamlayacağız. / Kusurlarımızı örtüp hatalarımızı hoş göreceğiz. / Yuvamızı birlikte şenlendireceğiz. Bundan böyle; / İkimiz birbirimizin en yakın dostuyuz. / Üzüldüğümüzde birbirimizi teselli edeceğiz./ Sevinçlerimizde birbirimize sarılacağız. / Mutluluklarımızı birlikte tamamlayacağız. Bundan böyle; / Birbirimizi daha çok seveceğiz. / Birbirimizi seçtiğimize daha çok sevineceğiz... Bundan böyle; / İkimiz birbirimize emanet olacağız. Senai Demirci |
Kadınlar Neden Konuşur? Kadınlar Neden Konuşur? Çok iyi bildiğiniz gibi,günlerden bir gün, Nasrettin Hoca iğnesini kaybeder İğnesini evin avlusunda aramaya başlarFakat onca zaman aramasına rağmen bulamazKomşusu iğneyi nerede düşürdüğünü sorarHoca kendinden emin cevap verir;"Ahırda!"Hayretler içinde kalan komşusu,"Ahırda kaybettiğini ahırda aramalısın!"derNasrettin Hoca cevap verir;"Ama avlu daha aydınlık!" Nasrettin Hoca fıkralarının ilk başta sadece komik görünen,ama temelde derin bir anlama işaret eden paradoksal mesajları vardır Psikoterapist/psikiyatrist dostlarım bu paradoksal anlamları çoktan tedavi seçenekleri içine kattılar bileBugünlerde yolunuz onlardan birine düşerse,en azından bu öykünün hangi derin sorununuzun çözmeye yardımcı olacağını size çıtlatmış olayım Kaybettiğiniz şeyi niye ararsınız?Elbette bulmak için,değil mi?Bulunca onu aramaktan vazgeçersiniz;böylece arayışınız biterPeki ya ,size arama eyleminin kendisi güzel ve anlamlı geliyorsa? Yani, bizzat arama eyleminin kendisi aradığınız şeyse?İşte,Nasrettin Hoca'nın fısıldadığı bu:"İğneyi aramıyorum ki onu düşürdüğüm yere bakayım Benim için önemli olan aydınlıkta olmak,ışıkta kalmakBu yüzden avluda arıyorum"Onun önce ve öncelikle aradığı iğne değil ışıktırVe işte avluda yeterince ışık vardır! Zen geleneğinde de öğrenci üstadına safça sorar:"Gün doğumu sırasında yaptığımız ayinin güneşin doğuşuna bir katkısı var mı? "Üstadı "Hayır! "anlamında başını sallayınca,öğrencinin bütün dünyası yıkılır:"O halde yıllardır bu ayinleri boşuna mı yaptım? "Şefkatli bir tebessümle cevap verir üstadı:"Güneş doğarken seni hep uyanık tuttu ya!" Bilgelik farklı dillerde de olsa,aynı şeyi fısıldıyor bize Nasrettin Hoca'nın aradığı "ışık"ile,Zen öğrencisinin her ayinde farkına varmadan tanık olduğu "ışık" aynıdırSonuç kadar sonuca giden yolda yaşadıklarımız da önemlidir Kadınların ve erkeklerin iletişim farklılıklarını da bu meseller eşliğinde anlayabilirizErkekler "iğneyi bulmak" için konuşurlarYani onlar için önemli olan,eylemin kendisi değil eylemin sonucudurKonuşurlar çünkü bilgi aktarmak isterlerKonuşurlar çünkü bilgi toplamak isterlerKonuşarak aradıkları şey bilgidir Kadınların da "iğneyi bulmak" için konuştukları olurAncak,kadınlar,çoğunlukla,hemcinsleri olmayan Nasrettin Hoca gibi iğneyi aramayı bahane edip,avluda ve aydınlıkta kalmayı tercih ederler Kadınlar konuşurlar,çünkü ne söylemek istediklerini konuşarak bulurlarYani,sesli düşünürlerErkekler ise,istediklerini bulmak için susmayı yeğlerler Kadınlar konuşurlar,çünkü üzüntü ve kederlerini konuşarak hafifletirlerBu durumda bir şey iletmek istedikleri yoktur;sadece konuşmak için konuşurlarErkekler ise üzülünce susarlar,ağızlarını bıçak açmaz,taş duvara dönüşürlerErkekler,bu konuda, Zen öğrencisi kadar cahildirlerOnlara göre ayin güneşin doğmasına katkıda bulunmak için yapılıyor olmalıdırFakat kadınlar sözcükleri uyanık kalmak için kullanırlarSözcüklerin anlamlarının peşinde değillerdir,sözcüklere eşlik eden ışığın peşindedirler;yani "avluda kalmak"isterler Kadınlar konuşurlar,çünkü yakınlık kurmak isterlerKadınlar için sözcükler bir başkasının ruhuna uzattıkları küçük halatlardırSözcüklerin içeriği değildir önemli olan;sözcüklere tutunabilmektirOysa erkekler,yakınlık kurmak istediklerinde sözcükleri değil,suskunluklarını kullanırlar;onlar için sözcüklerin anlamlarından öte bir amacı yokturKadınlar için ise içinde hiç iğne bulunmasa da avlunun aydınlık olması önemlidir Kadınlar konuşurlar,çünkü duygularını paylaşmak isterlerKadınlar için sözcükler iç dünyalarının kuyularına sarkıttıkları kovalar gibidirÖnemli olan kovanın varlığıdır;kovada ne olduğu önemli değildirErkekler ise,duygusal yakınlığa ihtiyatla bakarlar,iç dünyalarına dönmek istediklerinde susarlar,üzerlerine gelinmesin isterler Özetlemeye çalıştığım gibi,erkekler ve kadınlar sadece bilgi alıp vermek için konuşma konusunda mutabıktırlarKonuşmanın diğer amaçları kadınlara özgüdürKadınların diğer konuşma amaçlarında erkeklere düşen sessizlik ve suskunlukturİşte bu yüzden,erkekler suskun kalmayı ve suskun kalınmasını yeğledikleri özel durumlarda kadınlara dinleyici olmayı beceremiyorlarYine bu yüzden, kadınlar kendilerinin konuşmayı ve konuşulmayı yeğledikleri özel durumlarda erkeklere suskun kalmayı ve beklemeyi beceremiyorlarSorunların çoğu da bu karşılıklı beceriksizliklerden kaynaklanıyor Bilmem,anlatabildim mi? Senai Demirci "Ve Aşk Evliliğin Ellerinden Tuttu" |
RE: öyle çok pazarlık ettik ki( affına geldik affa layık olmasakta ) Ben iste böyleyim; yine "bana ait"lerin hesabindayim. Baska kime söyleyeyim? Baska kimin anlayisindan medet umayim? senai demirci..çok güzel bir insan....evet000 |
Senai Demirci'den Bir-İnci Söz Besmele bahsi bir esmâ bahsidir. Çünkü Allah’ın adıyla başlamak her işte her şeyde Allah’ın ismini okumayı gerektirir. Risale-i Nur’un kronolojik olarak değilse de metodolojik olarak başı olan Birinci Söz her şeyin başı olan Besmele’ye başlar. “Biz dahi başta ona başlarız” derken Bu derse sadece başlanacağını ama hiç bitirilemeyeceğini ima eder. Ömrümüz esmâ-i hüsnânın talimine harcansa da talimimiz bitmese Boş bir ömür geçirmiş olmaz aksine sadece ölümümüzü değil Yaşayışımızı da Rabbimize şehit yani tanık olarak geçirmiş oluruz. Besmele’nin ‘be’si tıpkı iki dudağımızı birbirine bitiştirdiği gibi Bizi hayrı ve vücudu elinde tutan Saniimize nisbet eder. O’nun için şerleri hayra kalbetmenin Yokluğu vücuda çevirmenin ne kadar kolay olduğunu hissettirir. Yani Besmele ve onun başındaki ‘be’ bizim kendimizi Rahman ve Rahîm olan Allah’a bağlamamıza O’na dayanmamıza denk gelir. ‘Be’ bizim kendi niyetimizle kendi tercihimizle Kendimizi o gerçeğin gölgesi altına dahil ettiğimizin işaretidir. Risale-i Nur’da esmâ-i hüsnâ didaktik bir üslupla anlatılmaz. Esmâ-i hüsnâ hayatın ana dokusu içinde Tefekkürün doğal akışı içinde yeri geldikçe ihtiyaç duyuldukça zikredilir. Hangi bahis olursa olsun ilgili bahsin gerektirdiği ve b/aktığı esmâlarla Rabbe muhatap olunur; Bir bakıma kendi fıtratımızdan ve yaşayışımızdan ipler örülerek esmâ-i hüsnânın miracına erişilir. Bu açıdan bakınca Risale sanki esmâyı zikretmek için yazılmış gibidir. Yani aslolan esmâdır diğerleri esmâya bahanedir. “birincisöz” besmele ve esmâ ile irtibatımızın daima diri kalmasına vesile olmak düşüncesinden doğdu. Senai Demirci “birincisöz” ile okurları “Birinci Söz”ün Besmele’nin sırrını yeniden düşünmeye ve hakikatle yeniden tanışmaya davet etmek istedi. Okumalarıyla bizlere yeni kapılar açan yazar “zaten biliyoruz” doygunluğunun okuma iştahımızı kesmesinin önüne geçecek yorumlar taşıdı kitaba. “birincisöz” Risale’yle zaten irtibatlı olanları ilk defa okuyormuşçasına coşkulu bir okuma serüvenine çağırırken okumaya yeni başlayanlara ise yeni tanışmış olmanın heyecanına layık bir bakış sunuyor. |
RE: unuttuk... Allah razı olsun İnsan nisyandan gelmiyor mu zaten........ |
Senai Demirci o kadar çoğaldı ki “bana ne!”lerimiz o kadar birikti ki bahanelerimiz. o kadar benimsedik ki “bana dokunmayan yılan”ları “bin yaşa”tmayı, sokakları kuşatan çaresizliği görmezden gelir olduk vicdanlarımızın sızısını kesiverdik haksızlıkların fotoğrafını çekerken, haksızlığa uğrayanları kendi yalnızlıklarına terkettik. hepimiz birimiz için olamadık; içimizden çıkıp hepimiz için olmak isteyen birilerini küçümsedik, ucuz kahramanlar listesine ekledik. “böyle gelmiş böyle gider”leri ağrı kesici gibi yutup başkalarına ağlayan yanlarımızı uyuşturduk rahatladık, çok rahatladık yüreğimize batacak kıymıkları geçtiğimiz yollardan temizlettik nefsimizin iştahını kesecek görüntülerin üstünü ustaca sıvadık yuvalarımızın duvarlarında dışarı sızdırmadığımız sevgi gölcüklerimizden bir kaç damla olsun serpemedik yoksulların üstüne göz yaşlarımızı tükettik, gönlümüzün yağmur yüklü bulutlarını kovduk çocukları, çocuklarımızı, çocuk yanımızı senin gibi sevmedik, senin gibi sevindiremedik içimizde sancıyla kıvranıp duran duygularımızı itip kaktık. yüreğimizi yakıp duran varoluş kaygılarını ciddiye almadık. derdimizi yok sayıp deva aramadık. sahte çarelere kanıp çaresiz kaldık oysa sen.. kalbimize sahip çıktın onca kötülüğün içinde ‘’vicdanınızı tahriş edeni terk edin’’ dediğin de, ‘’şüpheli olandan uzak durun’’ dediğinde de, kalbimize güvendiğini sezemedik. hoyratlıklarımızı vicdanımızın cetveline vurduğunu göremedik... Senai Demirci |
RE: Oruçla Açılmış Bir Fatiha Var Artık Dudaklarımızda... her şeyin faydasızlaştığı, her şeyin sustuğu “din günü”nde, “hesap sorulacak adam” imtiyazı ile tek başına ayakta tutulmanın resmini tamamlarız. Böylece, “Din Günü’nün Sahibi”iyle tanış eder bizi oruç. |
Gıybet testi GIYBET TESTİ 1-.........nin damlasını ağzıma koymam... ilk akla gelen kelime: içki şimdi "içki" yerine "gıybet" koyalım. "gıybetin damlasını ağzıma koymam" diyebiliyor muyuz? Bu cümleyi kurarken gönlümüz rahat mı? içkinin damlasını ben de ağzıma koymadım..koymamaya çalıştım.bilerek içtiğimi hiç hatırlamıyorum çok şükür..öyle içki sofralarına kurulupta sarhoş da olmadım ömrümde. Eğer içki kadar koksaydı gıybet, eğer birlikte gıybet sofrasına oturup kana kana içenler/doyanlar sarhoş olsaydı mahallemizin manzarası nasıl olurdu? kaçımız ayık kalırdı? ne kadarımızın ağzı gıybet kokardı? 2-burası..... .....li mi? o kadar sık sorarız ki bu cümlenin “içki” lisini..içkili mekanlara girmekten çekiniriz..içki bulaşığı bardaklardan su içmekten sakınırız..çocukları mızı içkili lokantalara sokmaktan utanırız.. peki hiç şöyle de sorduk mu bu soruyu: burası gıybetli mi? uzaklara gitmeye gerek yok.belki de evimiz de belki de en çok bize ait olduğunu sandığımız odamızda..seccademiz i serdiğimiz yuvamızda..çocukları mızın saçlarını okşadığımız kanepelerde. .az önce namaz kıldığımız caminin bahçesinde... belkide tam kubbesinin altında..içkiyi yakıştırmadığımız dudağımıza damağımıza odamıza yuvamıza, içmekten daha ağır sonuçları olan gıybeti nasıl yakıştırıyoruz? 3-yemeklerimizde.. ......eti yoktur. ilk aklımıza gelen cevap: domuz.. peki ya yemeklerimizde. .. ne kadar uzak dururuz domuz etinden...gördüğümüzde bile iğreniriz.. peki yahiç görünmüyor diye hiç kokmuyor diye yediklerimize ne demeli? gıybetlerimiz domuz eti kadar iğrenç kokmuyor mu? 4-........islami usule göre kesilmiştir... cevap: etlerimiz. etlerimiz yerine "sözlerimiz" kelimesini koyarsak ne olur? "sözlerimiz islami usule göre kesilmiştir." gıybet olur mu diye yarıda kestiğimiz bir sohbeti hatırlıyor muyuz? arkadan çekiştiriyor olabiliriz diye boynunu vurduğumuz bir sözümüz oldu mu? Nefeslerimizin kardeşimizin ölü etini yemek gibi iğrenç bir eylem için murdar etmiş olabileceğimizden hiç endişelendik mi? *Senai Demirci’nin "Söz Yangını" isimli kitabından alıntıdır |
RE: GIYBET TESTİ Allah razı olsun kardeşim. Gıybetten Yaratana sığınırız. |
RE: GIYBET TESTİ Allah razı olsun kardeşim helal senai usta da döktürmüş yine Kelam ve kalemlerin vardığı O celle celaluhu olunca güzel herşey Hak razı ola |
~*~ Elbisenizle İyi Geçinin ~*~ [align=center]~*~ Elbisenizle İyi Geçinin ~*~ RABBİMİZ Kuranda eşleri birbirlerinin elbisesi olarak tarif eder. Bizim fıtratımızı bizden iyi bilen Rabbimizin eşleri elbiseler diye tarif etmesi hiç şüphesiz sonsuz manalar içeriyor olmalı. Elbisenin anlamı ve çağrıştırdıkları üzerinden eşimizi anlamaya çalışabilir miyiz? Başkalarına elbisenizle görünürsünüz. Elbisenizin temizliği sağlamlığı rengi ve şıklığı dışarıya verdiğiniz mesajdır. Elbisenizin güzelliği ile kendinizi önemsediğinizi ve önemli olduğunuzu ifade edersiniz. Kirli pejmürde dağınık sökük yırtık bir elbise kendinize değer vermediğiniz anlamına gelir. Şu halde ''Elbisemden bana ne'' deme hakkınız yoktur. Kendinizi elbisenizle tanıtırsınız; o kimliğiniz olur kişiliğinizi ortaya koyar. Elbisenizde olabilecek her türlü kusur size mal edilir; kişiliğinizden kaybettir. Eşiniz de sizin başkalarına göründüğünüz kimliğinizdir. Onu yıpratırsanız bakımını ihmal ederseniz perişan hâle getirirseniz önce kendinize zarar vermiş olursunuz. Kişiliğini kaybeden özgüvenini yitiren değer verilmeyen bir eş sizin kendinizi böyle bir eşle yaşamaya mahkûm ettiğinizin göstergesidir. Bu da sadece eşinizi değil kendinizi de önemsemediğiniz anlamına gelir. Elbiseniz ayıplarınızı örter. Çıplak gezmek kadar utandırıcı bir şey yoktur herhalde... Şükür ki elbise sizi hem güzelleştirir hem de bedeninizin saklamanız gereken kısımlarını örter. Bir bakıma sırdaşınızdır elbiseniz; en gizli saklı yerinize dokunur ama başkasına göstermez. İç yüzü çıplaklığınızı görür ama dış yüzünde bunu kimseye belli etmez. Hiç ummadığınız bir zamanda sökülüveren yahut içindekini gösteren bir elbise ayıplarınızı sergiler sizi mahcup eder. Eşler de birbirlerinin kusurlarını örtmek için vardır. Eşlerin kusur ve ayıpları hata ve zaafları birbirine açıktır. Eşiniz sizin hakkınızda başka kimsenin bilmediklerini bilir sizde başka kimsenin görmediklerini görür. Elbette bir elbise yahut örtü olarak bu ayıpları ayıplamak için değil örtmek saklamak ortadan kaldırmak için yanınızdadır. Eşinizin hata ve kusurlarını küçültüp saklamak yerine daha da büyütüp ortaya çıkarmaya çalışıyorsanız siz elbise değilsiniz. Bu yüzden eşinizi kimseyle kıyaslamayın; çünkü başkalarını sadece elbiseleri üzerinden görürsünüz; başkalarının elbiselerinin bildiğini bilemezsiniz. Elbiseye siz değer katarsınız. İçine bir insan girdiğinde değer kazanır elbiseler. Hiçbir elbise paketinde kalsın diye dikilmez. Onu değerli kılan bir insan bedenine uygun olması bir insan tarafından giyilebilir olmasıdır. Bir başka deyişle insan elbiseyi giyindiğinde elbise de insanı giyinir. İçinde insan olan bir elbise adeta konuşur işitir görür düşünür. Kendisinde kişilik olmayan bir insanı çok güzel bir elbise kişilik sahibi etmez. Elbise üzerinden sarkar her haliyle o insana fazla geldiğini söyler.Çoğunlukla iyi ve ideal bir eş ararız. Bu arayış kendimizin bu iyi ya da ideal eşe iyi ya da ideal bir eş olup olamayacağımız detayını gözden kaçırtır. İyi bir elbiseyi giyinince adam olunmayacağı gibi iyi bir eş bulununca da iyi bir evlilik garantisi yoktur. Öncelikle bu iyi eşe iyi eş olmanız gerekir. Sonra da iki iyi eş olarak iyi bir ilişkiyi sürdürmenin ve geliştirmenin yollarını aramanız gerekir. Eşler birbirlerinin elbisesidir; yani birbirlerini giyinirler. Aralarındaki uyum onların ilişkilerinin şıklığı için vazgeçilmezdir. Eşiniz de elbiseniz olduğuna göre sadece onu giyinmekle değer kazanacağınızı düşünmeyin. Elbiseye sizin de katacağınız bir şeyler vardır. Ona göre yürümesini ona göre durmasını ona göre davranmasını bilmeniz gerekir. Elbise sizi korur. Elbisenin örtme fonksiyonuna ek olarak koruma fonksiyonu da vardır. Elbise soğuktan aşırı sıcaktan kir ve tozdan vs. korur. Canınızı ve teninizi tehdit eden şeyler karşısında elbisenize daha sıkı bürünmeniz gerekir. Aksini yapıp böylesi tehditlerden elbisenizi sorumlu tutmanız haksızlık ve akılsızlık olur.Hayatımız pürüzsüz ve sorunsuz değildir; eşler arasında soğukluğa sebep olabilecek sayısız sorun çıkar. Çünkü hayatı olduğu gibi olumsuzlukları da içinde olacak şekilde paylaşmaya söz verdiniz. Bu durumda eşinize olan sevginizin ve bağlılığınızın sorunlar ortaya çıkınca yitirilmesi değil artması gerekir. Sorunlara karşı birbirinizi desteklemek üzere bir aradasınız. Çıkan her sorunun çözümü olarak boşanmayı düşünmek dahası sorunlara evliliğin yol açtığını düşünmek üşüyorum diye elbiseyi üzerinizden atmaya benzer. En çok o zamanlarda lazımdır size elbiseniz; yani eşiniz. Birbirinize sıkıca sarılmadığınız sürece gelen ilk rüzgâr elbisenizi üzerinizden sıyırıverir; eşinizle uzaklara düşersiniz. Senai Demirci[/align] |
SöZ Yangını...!!! [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Sessiz ve sinsi bir yangını haber veriyorum size. Görünmez bir depremin enkazını resmediyorum. Nefeslerimizle harladığımız, hece hece alevlendirdiğimiz bir yangını körüklüyoruz ağzımızda. Dilimizin her kıpırtısında ürkütücü fay hatlarını tetikleyen zelzeleler büyütüyoruz odalarımızda. Sevaphanemizi yakıyoruz dilimizle. İyiliklerimizi yerle bir ediyoruz dudağımızla. Kendi duruluğumuzu bulandırdığımız, kardeşlerimizi küçük düşürdüğümüz, doğrularımızı eğrilttiğimiz, yüzümüzü de sözümüzü de ikileştirdiğimiz “fiskos bombaları” döşüyoruz ağzımıza, aramıza, yuvamıza, sokağımıza… Bir insan inandığını söylediğinde, kendisini ALLAH’la ilişkilendirir. Bir insan “mü’min” olduğunu beyan ettiğinde, artık ALLAH’la yaşamaktadır. O’nu kendine Vekil edinmiştir. O’nu kendine Velî edinmiştir. Mü’min, ALLAH’ın kulu olarak tanımlamıştır kendini. Öyle yaşar, öyle bilir ve öyle bilinsin ister. Vekil’i ALLAH olan ise dokunulmazdır. Velî’si ALLAH olana dil uzatılmaz. Kendine “ALLAH’ın kulu” olarak markalayan, o kutlu markanın ardındadır, onun kalitesi üzerine laf edilmez. “ALLAH’ın kulu”nun hataları olabilir elbette. Ama o kulun ALLAH’ı, hatasından dönmesi için sabreder, dönüşünü bekler. Bir başkası, ALLAH’a kul olanın hatasını görür görmez onu cezalandırmaya kalkamaz, sırlarını yağmalayamaz. O zaman kendini ALLAH’ın önüne koymuş olur. [Bakınız, Hucûrat, 1] ALLAH, kulunun ayıbını hemen yüzüne vurmaz, başkalarına ilan etmez. Bildiklerini hemen herkese her fırsatta söylemez. “Halîm” olarak bekler. “Tevvâb” olarak, dönmesi için mühlet verir. “Settâr” olarak kusurlarını gizler. Bir başkası araya girip, ALLAH’ın gizlediğini açığa vurma hakkına sahip değildir. Bir başka kul, acele edip “ALLAH’ın kulu”nun o kusurdan asla dönmeyeceğini varsayarak, ALLAH’ın kulunu o kusura indirgeyemez. Bir başkası, iyilikleri de olan, hatadan dönmesi de iyilik sayılan “ALLAH’ın kulu”nu hep kötülükten ibaretmiş gibi etiketleyemez. Bir başkası, ALLAH’ın hatasından dönmesi için beklediği, kusurlarını gizlemek için sustuğu kulunun hatırını hiçe sayıp, o kula ceza kesemez, konuşmaya kalkamaz. O zaman da kendini ALLAH’ın ve Resûl’ünün önüne koymuş olur [Yine bakınız, Hucûrat, 1]. ALLAH, kulunun hatalarını affedeceğini beyan eder. Hem de severek affeder. Affettiği için sitem bile etmez kuluna. Affettiğini hatırlatmaz bile kuluna. Bağışladığına, bağışladığını bile unutturacak denli nezaket ve anlayış sahibidir O. Hem de O, kulunun kusurunu bilmesiyle yaşadığı mahcubiyeti, kusursuzlukla kapılabileceği gururdan daha sevimli bulur. Hem de O, kulunun pişmanlığıyla döktüğü gözyaşını günahsızlığı sebebiyle kendini beğenmesinden daha makbul bilir. ALLAH’ın kusurunu af ve bağışı için vesile eylediği kulunu kimse, affedilmez ve iflah olmaz ilan edemez. ALLAH’ın hatasıyla da sevdiği, hatta (tövbesine vesile olduğu için) hatası için sevdiği kulunu hiç kimse sevimsiz bulamaz. Yoksa, kendini ALLAH’ın Resûl’ünün önüne koymuş olur. [Daha dikkatlice bakınız, Hucûrat, 1] ALLAH, mü’min kulunu dokunulmaz ilan etmiştir. [İnanmıyorsanız bir daha okuyun: Münafikûn’un 8. Ayetini: “İzzet, ALLAH’a, Resûl’üne ve mü’minlere aittir.”] Mü’min olmak şerefli olmak için yetiyor. Ek bir şart koymuyor Rabbimiz. Onurumuz ALLAH’a ve Resûl’üne göre yaşama çabasından besleniyor demek ki.. ALLAH’ın ve O’nun elçisinin garantörlüğü altındaymış mü’minin olarak dokunulmazlığımız. ALLAH’ın dokunulmaz kıldığına dokunan yanar! [Bir de Hucûrat 2’ye bakalım: “…yoksa yapıp ettikleriniz boşa gider, sevaplarınız yanar!] Bir insanın, gıyabında da onurunun korunduğu, olmadığı yerde de saygı gördüğü, işitmediği kapı arkalarında da hatırının sayıldığı biricik medeniyetin mensupları olarak, gıybetsizliğe davet ediyorum sizi. Gıybet Gönülsüzlüğüne… Etlerimiz gibi sözlerimiz de “İslamî usulle kesilmiş” olsun istemez miyiz? İçkinin olduğu kadar gıybetin de “damlasını ağzıma değdirmedim” diyebilmeyi istemez miyiz? Senai Demirci |
RE: ~*~ Elbisenizle İyi Geçinin ~*~ Aklıma bir başka makalesi geldi okurken Senail Demirci'nin Bundan böyle; / İkimiz birbirimizin yol arkadaşıyız. / Yokuşlarda ve inişlerde hep el ele kalacağız. / Dağlarda ve çöllerde yan yana yürüyeceğiz. / Yolun sonuna birlikte varacağız. Bundan böyle; / İkimiz birbirimizin en büyük yardımcısıyız. / Eksiklerimizi birlikte tamamlayacağız. / Kusurlarımızı örtüp hatalarımızı hoş göreceğiz. / Yuvamızı birlikte şenlendireceğiz. Bundan böyle; / İkimiz birbirimizin en yakın dostuyuz. / Üzüldüğümüzde birbirimizi teselli edeceğiz./ Sevinçlerimizde birbirimize sarılacağız. / Mutluluklarımızı birlikte tamamlayacağız. Bundan böyle; / Birbirimizi daha çok seveceğiz. / Birbirimizi seçtiğimize daha çok sevineceğiz... Bundan böyle; / İkimiz birbirimize emanet olacağız." ...teşekkürler |
RE: ~*~ Elbisenizle İyi Geçinin ~*~ Allah c.c. razi olsun çok degerli bir sunum KuM TaNeSi kardeşim.. |
RE: NAMAZI anlatan,kalpleri yakan ve titreten bir YAZI.. Allah c.c. razı olsun kaleme alandan Senai Demirci hocamdan paylaşıma sunan değerli hocamızdan ve diğer kardeşlerimden.Namazın tam anlamını anlamak tadını lezzetini anlamak bana gece nasip olmuştu namazdaki huzur dünyadaki hiç bir şeyde yok sağdan soldan gelen seslerden sıyrılıp içinde dirilmek anlatılmaz birşey..... |
Senai demirciden şeçmeler Ödünç Bir Günü Yaşıyor Olsaydın Bitmiş ömründen bir gün alacaklı olduğunu düşün. Nasıl olduysa, sen öldükten sonra, ömründen bir gününü eksik yaşadığın hesaplanmış. Alacaklı olduğun günü yeryüzünde yaşayıp sessizce geri dönebileceğini söylüyorlar. Mezarlığın kapısından bir gölge gibi süzülüyorsun sabaha doğru. Ölümünün üzerinden yıllar geçmiş. Çoktan ölmüş biri olarak biliniyorsun. Yapmak istediğin ilk şey ne olurdu? Eve gitmek mi? Elbette! Yola çıktın. Her zaman yürüdüğün sokaktan evine doğru yürüyorsun. Özlediğin dostlarının yüzünü görmeyi umuyorsun. Ama birden özel durumunu hatırlıyorsun. Onlara ödünç bir gün daha verilmedi ki.. Boş yere selam verecek bir dost yüzü arıyorsun. Umutsuzca yüzünü görünce sevinecek bir ahbabının yanıbaşından süzülmesini bekliyorsun. Mahallen tanınmaz halde. Daha kötüsü, sen tanınmıyorsun. Neyse ki, az ilerde bakkal olacak, oradan kızına bir şekerleme almak niyetindesin. Şükür ki bakkal yerinde duruyor: sevdiğini bildiğin akide şekerlerinden dolduruyorsun cebine. Kapının ziline bastın heyecanla. Açıldı. Eve geç kalmışsın. O kadar geç kalmışsın ki. Ne şekere sevinecek bir yüz var evinde ne de şekerlere sevinince sevineceğin bir yüzün kalmış evdekilerin gözünde. Yılların hasretini bir anda söze taşımak istiyorsun ama düğümleniyor boğazın. Kendini tanıtsan bile, inanmayacaklar. İnansalar bile, o günü, o tek gününü, o biricik gününü onların şaşkınlığı, tedirginliği, inanmaz bakışları, şüpheli sorgulamaları ile geçireceksin. O kısacık gününü, canından çok sevdiğin torunlarınıı kendine alıştırmakla harcayacaksın. Bu zor işte başarılı olsan bile, bir günlük ömrün bittiğinde arkandan ağlamasını bilmeyecekler. “Yine bekleriz” diyemeyecekler içtenlikle. Evden uğurlanırken, akşama dönmesi beklenen, yolu gözlenen bir baba yahut anne, bir kardeş, bir evlat olamayacaksın. Kendi varlığını sahicileştirme yolunda sarp bir yokuş çıkacak önüne. Asla, ömrünün eksik kalan o gününde hak ettiğin yere tırmanamayacaksın. Varlığın o kadar lüzumsuz gelecek ki yakınlarına, hayatlarından çekildiğinde, derin bir “oh!” çekecekler. Bu tuhaflık geçti diye, konu komşuya ne deriz mahcubiyetinden kurtulduk diye rahatlayacaklar. Öyle sıcacık bir aşinalıkla karşılanmıyorsun evde. Öyle her zamanki tatlı bekleyişle beklenmiyorsun kapılarda. Elindeki oyuncaklar çocukları sevindirmeye yetmiyor. Gülün ve gülücüğün sevgili bir muhatap bulamıyor. Dünyanın telaşına bile katılamıyorsun canı gönülden. Bıraktığın yerden devam edeceğin bir meşguliyetin yok. Bir pencere önünü doldurmuyor yüzün. Yarım kalmış sevinçleri tamamlamaya yetmiyor tebessümlerin. Herhangi bir şeyin parçası, herhangi bir işin tamamlayıcısı değilsin. Sesini duyanlar seviniyor değiller. Hasret dolu bakışların boşluğa düşüyor. Varlığın bir yeri dolduruyor değil evinde bile. Yokluğun varlığından daha çok kanıksanmış. Sensiz de olsa her şey tamam. Hatta, çoğu şeyi varlığınla eksiltiyorsun. Mutlulukları yarısından bölüyorsun. Huzuru kaçırıyorsun hayret dolu bakışlarınla. Yabancılıklar düşürüyorsun aşina yüzlere. Soğuk bir hançer gibi sokuluyorsun neşeli dakikalara. Dağıttığın huzuru, parçaladığın sevinçleri ardında bırakıp, varlığının lüzumsuzluğunu acıyla görüp, kocaman bir hayal kırıklığı ile geri dönerdin belki... “Böyle yaşamaktansa, öleyim daha iyi” deyip mezarlık kapısından içeri süzülürdün bile-isteye. Belki de sitem ederdin ömrünün eksik gününü sana böylece ödemeye kalkanlara. Tedirginlikle yaşadığın, yabancı görülüp bir köşeye atıldığın, dost seslerini hiç bulamadığın, aşina yüzlere hiç varamadığın o günü yaşanmış saymazdın. “Bunu saymam!” derdin. Yeni bir gün daha isterdin. Yepyeni bir gün... Aslında ölmüş olduğunun kimselerce bilinmediği.. Hayata, kaldığın yerden, kimseyi şaşırtmadan devam edebileceğin. Dostlarının seni hemen tanıdığı. Evde beklendiğin. Yakınlarının adeta “ay yine mi sen!” alışkanlığı ile seni kapıda hiç şaşırmadan karşıladığı. Tebessümünün sımsıcak mutluluklar başlatabildiği. Bilindiğin, beklendiğin, önemsendiğin, kanıksandığın. Hiç ölmeyecekmiş gibi yarından sonralar için hayaller kurabildiğin. İçinde acı da olsa, yoksulluk da olsa, sevindiğin, sevindirebildiğin. Varlığının küçük ve önemsiz de olsa bir şeyleri tamamladığı. Aranmıyor da olsan, cep telefonlarında adının yazılı olduğu. Yarım kalmış işlerin seni beklediği. Ödünç bir günü yaşadığını bile unuttuğun. Hiç bitmez sandığın zorlukları olan. Öyle ki, bu sınavı geçebilir miyim diye telaşlandığın, iş bulamazsam n’olacak benim halim diye kaygılandığın. Nasılsa barışırım diye rahatlıkla küsebildiğin. Sonra özür dilerim diye hoyratça kızabildiğin. Birden kayboluversen, ardından ağlayacaklarının olduğu. Nasılsa yarın var diye özensizce harcayabileceğin sıradanlıkta bir gün. Farkında mısın? O gün, bugün... senai demirci |
Cevap: Senai Demirci Hiç olmayanın hiçliğine hiç acır mıydın? Bilmiyorum, bugünlerde sevdiğini hiç beklemediği bir anda ahirete gönderen kardeşlerim benim hissettiğimi mi hissediyor? Elimdeki her fotoğrafın zamanını ikiye ayırırım: Babamlı olduğum günler/babamsız kaldığım günler. Fotoğraf karesinde babam yoksa yakıcı bir sitem yapışır yakama: "Baban hayatta ama sen İstanbul'da evdesin ha!" "Babanla görüşmek varken, bak başkasının telefonuna bakıyorsun yine!" "Babanın yanında değilsin ve yayladasın demek!" 2004 yılı. Haziran ayı. Babamın vefatına bir ay kalmışmış. Nereden bileyim! O günlerde Ankara'ya gidiyorum. Gerede'de yol Samsun ve Ankara diye ayrılıyor. Babam Samsun'da. Ben ise, hiç tereddütsüz Ankara'ya devam ediyorum. Babamın vefatından önce babama en yakın olduğum nokta orasıydı. Bu kadar yakınken babama, ben Ankara'ya gitmiştim. O gün bugündür Gerede yol ayrımına her geldiğimde içim kanar. Hesap sorarım kendime. Direksiyonu sağa kırsaydın ya! Aramızdan ansızın ayrılıveren sevdiklerimiz, yokluklarıyla hayatımızın başkahramanı oluverir. Öyle ki onsuz geçirdiğimiz her an, ondan uzak kaldığımız her mekân, ona ilgisiz durduğumuz her hal şaşırtıcı olur sonraları... Şimdi hayatta olsa babam, "işler yoğun, bayrama gelirim inşaallah..." der miydim? Babamdan cılız da olsa bir aferin alacağımı bilsem, yolculuklar için bir sürü geçerli/geçersiz mazeret üretir miydim? Cevabı yine kendim vereyim. Hayatta olsaydı şimdi, babamın varlığı sıradan olurdu. Ve ben yukarıdaki sorulara evet derdim. Bekletirdim babamı. İşlerden sonrasına bırakırdım onu. Onun olmadığı yerlerde olmayı hakkım bilirdim. Onu aramadan geçirilmiş bir günü normal sayardım. Şimdi hayatta olan sevdiklerime davrandığım gibi davranırdım ona da. Varlığı sanki suçmuş gibi gözümden düşürürdü babamı. Yaşıyor olması sanki gereksizmiş gibi sıradan ederdi babamı. Garip ama gerçek: Şu anda ölecek olsalar her biri başkahramanımız olacak sevdiklerimizle birlikte yaşıyoruz. Varlıklarını kanıksadığımız sevdiklerimizin öleceğini biliyoruz. Varlığımızı kanıksamış sevdiklerimiz de bizim öleceğimizi biliyor. İşte kanıksamalar, o unutmalar, o ihmaller hayatı hayat yapıyor. Sanki avcısına bakan vurulmuş ceylan gibi gözlerimiz. Bir o kadar güzel. Bir o kadar açık. Bir o kadar çaresiz. Bir o kadar sessiz ve itirazsız. Bir başka boyutu daha var bu duruşun. Ölünce sevdiklerini başkahramanı yapanların, sevdiklerinin eksilmesini kanıksayışımız. Sevdiklerince başkahraman yapılmaya aday, varlığı kanıksanmış olanların sevdiklerince gece gündüz ölüm sonrası başkahraman yapılışlarını fark etmeyişimiz. Ne kadar çok ölüm haberi alıyoruz. Ne kadar çok ölüm haberi almaya alışıyoruz. Sayılara vuruyoruz ölenleri. Bir ölü, iki yaralı. Üç ölü, beş yaralı. Ölen, birinin kızı. Sabah öylesine okula uğurladığı can parçası. Hiç vazgeçilmezi. Ömür boyu hep arayacağı. Yanında yeterince olamadığı için hep çırpınacağı. Ama bize göre sadece bir rakam o: 1. Ölen, bir kızın babası; akşam evde beklediği, rüyalarının adamı. Hep kucakladığı. Hep kucaklamak isteyip de kucaklayamayacağı. Ömrünün her anında bir acı hıçkırık olarak yokluğunu bileceği. Yüreğinde sessizce büyüteceği dipsiz bir uçurum... Ama bize göre yine kupkuru bir rakam o: 1 Öğrenir öğrenmez de sıfırlarız o rakamı. Unutkanlığımız her defasında konfor sunar bize. Babasız kalmış çocukların acısına sağırlaşır kalbimiz. Evladını genç yaşında toprağa koymuş ananın gözyaşına körleşir gözümüz ve gönlümüz. O hançerler değmez hiç tenimize. O hıçkırıklar ulaşmaz göğsümüze. Herkesi kendi kuyusunda yapayalnız bırakırız. Vurdumduymazlığın ortasında yumuşacık yastıklar arasında bir dünya kurarız kendimize. Ölüme uzak. Ölenleri sadece rakamla sayan. Hemen ardından da sıfıra indiren bir unutkanlık. Mahzun olmuş/olacak gönüllere teselli sunmak için cebimde ümit yok. Ama bizim sıfır saydıklarımızı sayan Biri'yle tanıştırmak istiyorum sizi. Bizim hiç olduğu için acımadığımıza hepten acıyan, üstelik hiç olduğu için acıyan bir Rahman'ın "ellerinde" buluyorum teselliyi. Rahman'ın acımasını anlamak için şöyle bir test yapsak kendimize: Küçücük bir kuş gördük diyelim. Yavru kuş. Belli ki annesinden uzakta: acırız. Bir de fark ettik ki yavru kuşun bir kanadı kırık: daha çok acırız. Az sonra gördük ki, diğer kanadı da kırık: daha da çok acırız. Meğer bir ayağı da kırıkmış: daha da daha da acırız. O da ne! Öteki ayağı da kırıkmış: daha daha daha da acırız. Az sonra kör olduğunu da fark ettik: daha daha daha daha da acırız. Belki ağlamaya başlarız. Sonunda sağlam bir tek gövdesi olan kuşun ezilip gözden kaybolduğunu farz edelim. Öyle ki bizden önce yoldan silinmiş olsun cesedi. Acır mıyız? Hiç sanmam! Olmayan kuşa niye acıyalım ki? Acımamızı en çok hak ettiği anda, kuşun birden acınası olmaktan çıkması insafsızlık değil mi? Doğrusu şu ki, insanın şefkati, merhameti, acıması ille de bir nesne arar kendine. Nesne yoksa, acıma başlamaz, merhamet gerçekleşmez. Yani: Uzakta da olsa bir annesi bile olmayan, kırık bir kanadı bile olmayan, kırık da olsa bir bacağı dahi olmayan, kör de olsa bir gözü bile olmayan, olmayan bir kuşa acıyamıyoruz. Oysa, Rahman'ın "acıma"sı, kuşun en acınası hali içindir: yokluğuna acır. Merhametiyle yoğu var eder O. Rahmetiyle olmayan kuşun dile gelmeyen varlık duasını kabul eder. Biz bir şeye var olduktan sonra acırız; belki de acımayız. Ama O yokluğuna acıdıklarını var eder. Şimdi yokmuş gibi uğramadığımız sevdiklerimize bizden daha çok uğrayan ve seven Biri var. Kıymetini ancak yok olunca anladığımız sevdiklerimizi yokluğunda da kıymetli bilen Biri var. Acımasın bir yanımız diye var olduğu halde hiç saydığımız o başkahramanları yokluktan çıkarıp, unutulmuşluktan alıp başkahramanı yapacak denli önemseyen Biri var. Biri var... Üstelik, 1 rakamı ile açıklayamayacağımız kadar biricik Biri.. ...var. senai demirci |
Cevap: Senai demirci ile hayattan kesitler. Musallâ saltanattır; başrole koyarlar seni orada. Telaşların ve koşuşturmaların ılık kucağına buzdan bir öpücük olup düşersin ölümün saçağından. Sensiz zamanların habercisi olursun sevdiklerine. Hesapsız sanılan günlerin hesabını koyuverirsin sığlaşmış ceplere. Eşkâlini belirlersin cesedinle, faili meçhul, sinsi ve sessiz tükenişlerin. Senden arta kalan sessizlik çığlığa dönüşür gül yangınlarının eteğinde... Senden taşan sensizlik ilmek ilmek hasret sarar geniş zamanların göğsüne. Susarsın musallâda; sustuğun için konuşturursun sarhoş sözlerin dillendiremediği haykırışları. Durursun musallâda ve durduğun için dolaşırsın unutuşlara terk edilmiş köşeleri.. Kapatırsın gözlerini musallâda, görmezsin ve görmediğin için gösterirsin ışıkların gösteremediği ıssız sızıları. Yüzünü sakınırsın sevdiklerinden musallâda ve yüzünü sakındığın için kırılgan bir aynada yeniden lûtfedersin gerçeğin yüzünü onlara. Bu yüzden, işte bu yüzden, anlatamadığım, anlayamadığım, anlatsam da anlayamayacağın nice suskun ve sözsüz gerekçe yüzünden, önünde durduğun cenaze "nesne" değildir! "Özne"dir cenaze; sana konuşur, seni "nesne" eyler. "Sessiz bir dil"dir. "Sözsüz bir çağıltı"dır musallâdan gelip geçenler. Ölümü unutmuş, varlığın farkına varamamışlar için ayağa kalkmış bir nutuktur. Hızla akıp, hazla sığlaşan hayatın teninde bin kılıç yarasıdır; kanatır, acıtır... Son sözünü söyleyen "adam"dır aramızda, son ve en gerçek sözü söyleyen beliğ bir hatiptir. Hayatı pahasına konuşan eşsiz bir kahramandır o. O konuştuğu için susmalısın, sesini iptal etmelisin. Hem de sadece dilini damağını çekmekle kalmamalısın riya bulaşığı sözlerden, kalbini de yumalısın kirli hayâllerden, hırslarının diline de kelepçe vurmalısın. Gelip geçilecek yer değildir musallânın önü. Oradan suskunca gelip geçen her ceset, senin de eksile eksile oraya gelişini hatırlatır. O gider, sana gelir sıra. O bir daha ölmeyecektir artık; sensin ölecek olan, sensin ölüyor olan, sensin ölümü örülüyor olan. Sus orada. Sus ve ömrünü gül yaprağı gibi bardağın suyunu bile taşırmayan incecik bir söze dönüştürmüş olanı dinle. Dur orada. Dur ve dilini aklından sürgün eden sloganları unut ve bir daha söyleme. Bekle. Bekle ve sesini kalbine dokundurmayan taraftarlıkları yık ve bir daha ayağa kaldırma. Durma vaktidir cenazeler. Durulma fırsatıdır. Hızla akıp giden hayatın sahte örtüsünü, sığ örgüsünü yırtıp atma, söküp savurma demidir. "Azıcık yavaşla!" der sana cenaze. "Ağzının gürültüsünde kaybetme kendini." "Dünyalık kaygıların eteğine dolama ayaklarını." "Dilini bağla..." "Elini bağla..." Sen sen ol; kendini fail sayma cenazede. Ölümün ellerinde yıkanmaya hazırlan. Yükünü yık da gel cami avlusuna. Omuzlarından dünyayı at da gel cenazenin karşısına. Sözünü unut da gel. Bu yalnızlık senfonisini dinlemeye gel. Serkeş avuçlarını boş acılarla yeniden kanatma. Ruhunun teknesinde alevden kitreler" kar ki; ebrûlansın felek, ateşten çiçeklere dursun an. Yık düzenini. Karıştır sahte düzeneğini hayatın. İncecik bir kader tüyüdür alnına değen cenazede. Uyan! Tenlere sarılıp da unuttuğun, sevdalara kanıp da uyuttuğun varoluş kırılganlığını yeniden keşfetmek için kapılar aralar sana o suskun hatip. Sen; kendini bilmez, cenazenin suskunluğunu kullanamazsın. Ölenin üzerinden ölümü yeniden unutturan yeni sloganlar üretemezsin. Nefretleri susturmuş, kinleri soğutmuş o suskun dilin söylediklerine kulak tıkayıp; yeni kinleri, yeni nefretleri uyandıramazsın. Öyle edersen, bir defa ölenin yanında bin haysiyetsiz ölümü daha ayağa kaldırırsın. Biricik dirilme fırsatını ayağınla tepersin. Öyle sığ, öyle aldırışsız gelip geçersen cami avlusundan, bir ölünün üzerinden bin cinayeti kurgularsın. Kalbini ayağa kaldırmak üzere uzanan elleri geri itersin. O suskunluk sana hükmeder. Sen o suskunluğa hükmedemezsin. O hâl seni etkiler. Sen o hâl üzre sulta kuramazsın. Orada o tabut öylece sessiz akıp giderken ellerin üzerinden senin için varlığın perçemlerinden sıyrılma vakti gelmiştir. O sessiz gemi öylece yüzüp giderken gafletli sloganların arasından, yakanı puslu bedenin hazlarından kurtarma anı gelip çatmıştır. Ruhun alındığı, suretin bırakıldığı o dem, bedenine üflenen ruhunu yeniden hatırlama zamanıdır. Ölümün konuştuğu yerde vıdı vıdı edenler ruhlarını dünyanın kirli toprağına gömmeye ne kadar da hevesliler. Saygısız, duyarsız bedenlerini, kirli bulaşık sloganlarını, yitirdikleri ruhlarına çirkin bir mezar taşı edip dikiyorlar. Bir Fatiha'yı bile çok görüyorlar dillerine. Senai Demirci |
Cevap: Senai demirci ile hayatın gerçekleri. Sorunumuz Tesettür değil, tesettürü [dandik] anlamaktır. Senai Demirci den tesettür yorumu; Tesettür deyince aklımıza ilk gelen kadınlardır. Kadınlar arasında da gözümüze ilk çarpan başörtülülerdir. Aklımıza ilk geleni gözümüze ilk çarpan üzerinden düşünmeye başlayınca, bir de bakmışsınız aklımız gözümüze inmiş. Aklımızla değil gözümüzle düşünmeye başlamışız. Anlayacağınız o ki, sorunumuz "dandik" tesettür değil, tesettürü "dandik" anlamaktır. Dandikliğe bakın: "Başını örttün mü, tesettürlüsün. Ört(e)medin mi, tesettürsüzsün..." Tesettürü bir tür "aç-kapa" yüzeyselliğinde algılamamız üzerinde biraz kafa yoralım fırsat gelmişken: 1. Tesettür önce erkeklerden beklenir: Nûr Sûresi'nde önce "mümin erkeklere", sonra "mümin kadınlara" hitap edilir. Sûrenin 30. ayeti, "Mümin erkeklere söyle..." diye başlar, 31. ayeti ise "mümin kadınlara söyle..." diye başlar. Erkeklerin tesettürü ile kadınların tesettürü arasında bir ayetlik öncelik farkı var demek ki... 2. Tesettür önce bakışla ilgilenir. Bakılan şeyle sonra ilgilenir: Nûr Sûresi'nde mümin erkeklere de mümin kadınlara da öncelikle "bakışlarını haramdan kısma"ları söylenir. "Mü'min erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar..." "Mümin kadınlara söyle gözlerini sakınsınlar..." Zaten bakışlara tesettür kazandırmadan, bakılan saçını ve bedenini örtse bile hayalde"soyulur" kadınlar. Tesettür, işte o zaman dandikleşir. 3. Tesettür sadece başını örtmek değildir: Nûr Sûresi'nde başörtüsü sorumluluğu olmayan erkeklere de, başörtüsü sorumluluğu olan kadınlara da "iffetlerini korumaları" söylenir ki, iffetlerini korumak başı açık erkeklere de başı kapalı kadınlara da farzdır. Başını örtmüş olsa da kadınlar ırzını korumuyor olabilir, başını ört[e]meyen her kadını hepten iffetsiz saymak kimsenin hakkı değil. 4. Tesettür öncelikle bir iç duruş ve tavırdır. Kılık ve kıyafet bu içsel duruşun ve özümsenmiş tavrın üzerinde ve sonrasında durur. Başının açıklığı dert edilmeyen bir erkek de "iffetini korumayarak" tesettürsüzlük yapabilir. Kılık kıyafet tesettürün sonucudur. Sonucu sebebin önüne koyarsak, temeli olmayan böylesi dandik "sonuç"lar görmeye devam ederiz. Böylece sözde bir takım gazetecilerin "tesettür kılığına girdim" diye caka satmasına fırsat veririz. 5. Tesettür önce iman etmektir: Nûr Sûresi'nde "iman eden" erkeklere ve "iman eden" kadınlara tesettür emredilir. Örtmek anlamına gelen "tesettür", görmesini Allah'ın görmesine açık, sözünü Allah'ın işitmesine açık, niyetini Allah'ın bilmesine açık bilmektir ki bilinçli bir kapalılığı besler. Yine örtmek anlamına gelen "küfür" de, kendini Allah'tan gizlediğini sanmaktır ki sorumsuz bir açık-saçıklığı doğurur. 6. Kadının da erkeğin de ziyneti imandır. İman kendini Allah'la markalamaktır. "Ben Allah'ın kuluyum. Ben Allah'ın sanat eseriyim..." diye/bilmektir. Sanat değeri yüksek olan eserlerin kıymeti maddesine üzerinden belirlenmez. Antik paralar kilo ile satılmaz. Bakır bile olsalar üzerlerindeki damgaya ve imzaya bakılır. O zaman birkaç gramlık bakır bile kilolarca altın kıymetinde olur. Kendi değerini Allah'tan bilirse insan, bakışını eşsiz bir hazine bilir, orda burda yağmalatmaz. Göz nurunu haramdan sakınır, setreder. Bedenini Allah'ın sanat eseri olarak bilirse bir erkek ya da kadın, saçını da bakışını da ziynet bilir. Başını örtmeyi kendine kendisi farz eder, içinden gelir örtünmek. Dışarıdan giydirilmez. Giyinişini içeriden başlatır. 7. Başını örtmüyor diye, örtemiyor diye, hatta örtmek istemiyor diye, bir kadını Allah'ın kulu ve sanatı olmaktan çıkarmaya hevesli dandik bakışlar asıl müstehcendir. Saçını açık bırakınca, her şeyi açıkta mı kalır kadının? Saçı görüneni iffetinden de soymak başlı başına tesettürsüz bir bakış değil mi? 8. Başörtüsü tesettürün hepsi değildir ama "füruat"/"teferruat" kelimesinin çağrıştırdığı, "olsa da bir olmasa da bir" gereksizliğinde görülmeyi de hak etmez. Tesettürün zirvesidir, örtünmenin baş tacıdır başörtüsü. En azından bu ülkede başının örtüsü yüzünden mesleğini, itibarını, geleceğini, yurdunu terk ederek bedel ödeyen kardeşlerimizin çabasını küçümseriz. Onların içten dirençlerini düşmanları karşısında yağmalatmak hiçbir gerekçenin örtemeyeceği bir kabalıktır. Hasetçileri karşısında onların elini güçsüzleştirmek apaçık bir insafsızlıktır. "Dandik" bir duruştur. 9. "Aşk"ından dolayı başını bağlamayan sözde "sufi" ehline gelince... Başını örtmemek ve hatta örtmek istememek başkadır, başını örtmesen de olur demek başkadır. Kurala uymayabilirsiniz. Hoş, benim de uymadığım onca kural varken, sizin ayıbınızla uğraşma hakkım yok. Ama kural uyduramazsınız. Kuralı Allah koyar; siz değil. Allah'tan kural koyma rolünü ç/almaya kalktığınızda herkesin hakkını açık açık yersiniz. Gerçek aşk ehli başkalarına farz olmayanı kendine farz kılar... Farzı kendine farz olmaktan çıkaran sizdeki bu aşk, aşk değil. 10. Bütün bu notlar, "benim kalbim temiz" kıvırtmasına malzeme olsun diye yazılmadı. Kalbinin temiz olmasını isteyenler, çağına örfüne, iklimine mevsimine, kültürüne çevresine göre hesaplar yapmadan önce Nur Sûresi'nin 30-31. ayetinin anlam ırmağına yatırırlar kalplerini. Önyargısız ve hesapsız. Kitabına uydurmak yerine Kitab'a uyarlar. Senai Demirci |
...Lâ tahzen… Lâ tahzen… Üzülme! Üzülebiliyorsan bir kalbin var demektir. Kalpsizler üzül(e)mezler ki. Ne mutlu sana ki, üzülebiliyorsun. Dokunan var demek ki kalbine. Ya dokunulmasaydı kalbine. Ya hüznün gönül toprağını karmasına izin verilmeseydi. Demek ki gözden çıkarılmadın. Demek ki sen hâlâ bir umut tarlasısın. Üzülme! Üzülüyorsan, Biri var ki cılız varlığını düştüğü çamurdan kaldırmak istiyor. Onun için dokunuyor kalbine. Kıymetini bil ki, üzmeye değer görüyor seni. Hüzünlerin kalbinin toprağını allak bullak ediyorsa, sen ekilmeye layık bir topraksın demektir. Kaygıların vuruşuyla tuz buz oluyorsa taş katılığında büyüttüğün güvencelerin, yarılan göğsüne umut fidanları dikiliyor demektir. Üzülme! Yüzün yerde geziyorsan, ellerin boynuna sarılı ise, içini ısıtacak haberlerin mürekkebi damlıyor olmalı ömrünün defterine. Kar yağıyorsa güvendiğin dağlara, yarının ovalarında rengârenk çiçeklerin olacak demektir. Hırçın fırtınalar sarsıyorsa sevinçlerinin zirvesini, rüzgârlar dövüyorsa umudunun yamaçlarını, bir yüce dağsın sen demek ki, az bekle, eteğinden serin pınarlar akmaya başlayacak demek ki… Üzülme! Üzülüyorsan, şımaramazsın. Kibrin kirli tuzağına düşemezsin. Kendini beğenmişliğin çamuruna dolaşmaz ayakların. Uzak geçersin isyanlı yollardan. Heveslerinin ardı sıra düşüp nisyan uçurumlarının başına sürüklenmezsin. Seni Biri yakınlığına çağırıyor demek ki… Gözden çıkarmamış olmalı seni. Üzülme! Üzülüyorsan, bir kutlu teselli kapısının önünde bekletiliyorsun demektir. Gözlerini kaldır vefasız dünyanın eşiğinden. Gönlünün elinden çıkar sebeplerin boş avuntularını. Umudunu kes sahte doymalardan. Yüreğini küstür coşkulardan. Kapı açıldı açılıyor demektir. Üzülme! Üzülüyorsan, kaybedeceğin bir şeyler var demek ki… Kaybedeceği bir şeyi olanlar çoktan kazanmışlardır. Eline geçmeyenleri saymakla tüketme nefesini, elindekileri saymaya başla. Hepsini saysan bile, nefesini saymaya nefesin yetmeyecek demektir. Bak işte zenginsin. Üzülme! Seni bir “İşiten” var. Seni, senin kendini bile sevmenden önce O sevdi. Senin kendini bile bilmediğin unutuş kuyularından çekip çıkardı seni. Çektiğin acılara habire meşgul çalan telefonlar gibi kör ve sağır değil O. Yüreğinin her yangınına O yetişiyor. Ayrılıklarına ve sıkıntılarına ****l soğukluğundaki plazalar gibi umursamaz değil O. Yitirdiklerinin hepsini sana iade edeceğine söz veriyor. Sevdalarına ve özlemlerine çok seçenekli sınav kâğıtları gibi tatsız ve tuzsuz formüller sunmuyor. Seni herkesten çok anlıyor, seni senin kendini düşündüğünden çok düşünüyor. Gözyaşlarınla imzalayasın istiyor yakarışlarını. Bir ebedî çerçevenin içinde, gösterişsiz bir kullukla fotoğraflamak istiyor seni. Dağılıp giden ömür kırıntılarının arasından sıcacık bir kardelen ümidi devşiresin istiyor. Keyfinin çatlak kabuklarının arasından sonsuz teselli pınarları akıtmak istiyor. Üzülme! Varlığının tenine çiziktir her hüzün. Varlığından haber verir üzüntün. Hatırlar mısın, bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey bile değildin. Hiç umursanmadan çöpe atılabilecek kirli bir su iken sen, yüzüne bir tek O baktı. Kimselerin arayıp sormadığı, önemseyip adını bir kenara yazmadığı o günlerde, Senin adını ilk O andı. Hatırını bildi. Seni yanına aldı. Hep yanında oldu. Sen seni unutup da başını yastığa koyduğunda bile, seni her defasında sabaha çıkardı. Sen Onu defalarca unuttun ama O seni asla unutmadı. Üzülme! O’nun en sevdiği kulu da yalnız kaldı. Taşlandı. Sürüldü. Yaralandı. Aç susuz kaldı. Yuvasına uzaktan göz yaşları içinde baktı. Mağarada yapayalnız ve korunmasızdı. Senin gibi üzülen yol arkadaşına sonsuz müjdeler veren tebessümüyle fısıldadı: “Lâ tahzen, innALLAHe meânâ.” Üzülme! Kaldır yüzünü yerden. Omuzlarından sarsıp kendine getirmek istiyor seni Sevgili. “Rabbin sana küsmedi ki…” Gözlerinin içine içine bak sevdiklerinin. “Rabbin seni unutup yalnız bırakmadı ki…” Senai Demirci |
Namaz!!Senai Demirci'den.. (çok guzel kıssa) Öyle çok pazarlik ettim ki Seninle ey Rabb'im. Sen çagirinca, kendime ayirdigim vakitlerden çalindigini düsündüm. Ezan okununca sevdiklerimle geçirdigim zamanlarin azalmasindan korktum. Vakit girince, içim "ciz" etti hep. Odamdan uzaklastim, biraktim isimi, bozdum keyfimi; öylece namaza durdum. Ayak diredim, "az sonra kilsam da olur!" dedim. "Az sonra"larim "çok sonralar"a döndü, geç kaldim, geç kalmaktan utanmadim. Sonunda ayaklarimi sürüye sürüye vardim huzuruna. Pazarligimi vaktin daralmisligini bahane ederek yeniden ileri sürdüm. Kaçiyordu namaz ya; o yüzden çabucak kildim, selam verdim, hemen kalktim, rahatladim. Oysa rahatligi Sana borçluyum. Agrimayan her bir disim kadar huzur borçluyum Sana. Damarlarimin her bir noktasinda pihtilasmayan kanim kadar sükûnet borçluyum Sana. Tenimin kasinmayan her bir noktasi kadar rahatlik borçluyum Sana. Dislerim agriyacak olsa her biri için harcayacagim zaman Senin. Kanim pihtilasip damarlarim tikanacak olsa, her defasinda izdirap ve korkuyla geçirecegim saatlerin hepsi Senin. Tenim her noktasinda yirtilacakmis gibi aciyacak olsa, kendi kendime dar gelecegim huzursuz günler Senin. Gün oldu; usandim. Sabrimi tükettim; tükendim. Kendimi yontmaya heveslendim. Benden istedigin zamani çok gördüm. Benden istedigini, benim için istediginibile bile, huzurunda huzursuz durdum. Fazla buldum namazin rekatlarini; kisaltmak için bahaneler aradim. Günümü delik desik etmeni, isimin arasina kesintiler sokmani,hayatimin ortasina duraklar koymani, uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm. "Beni bana birak!"larla durdum huzuruna; içim baska bir yerlerin türküsünü söylerken, ben seccadende, belki sadece bedenimle, mihli kaldim. Oysa Sen, dileseydin dar edebilirdin zamani bana! Bir uçurumun dibine savrulmus bir arabada çaresizce Sana yalvartiyor olabilirdin beni. Korkulu bir savasin orta yerinde ates ve kan kusan bombalarin altinda günümü de, isimi de, uykumu da, hatta rüyalarimi da delik desik etmelerini takdir edebilirdin. Düsmeyen bombalar kadar, uçuruma savrulmayan arabalar kadar genislik borçluyum Sana. Içten pazarlikti benimkisi. Öyle içten ki kendime bile söyleyemedim. Gözlerimle birlikte gönlümü de secdene kilitlemeyi çok gördüm. Kendimi sifirlamayi, benligimi hiçe indirgemeyi beceremedim. Ensemde kaderin sicacik nefesini hissedecek o teslimiyetin vadisine inemedim. Acelem vardi; alnimi koydugum gibi kaldirdim seccadeden. Bütün benligimle asagi inemedim. Isim vardi, secdemi isime zaman kazandim. Secdeye kalbimi de sigdirmaya çalismadim. Uykum vardi, secdemi sig birakip uykumu derinlestirdim. Itirafimdir: Bencilligimi de sirtima alip rükûlarda eritemedim. Bedenim egilirken huzurunda, "emrolundugum gibi dosdogru olma"nin agirligini sirtima almayi erteledim. "Sirasi degil!"di; "hele dur; sonra da olur!"du. En Sevgili'ni bir gecede ihtiyarlatan emri üzerime alinmadim. Sen dileseydin, çocugumun ciliz nabizlarinin esliginde, los ve nesesiz bir yogun bakim odasinda, gözümü de gönlümü de, umutsuzca, çaresizce, ürpertiyle, korkuyla bir monitörün ekranina kilitleyebilirdin. Dileseydin, yeryüzünün sükûnetini bir anda kesip, küçücük bir duvar kipirtisinin gölgesinde, mini mini bir sarsintinin beklentisi içinde saçlarima aklar düsürebilirdin. Içten pazarlik mi denir buna? Sen bilirsin Seninle ettigim pazarligi. Kendime sakladigim ve hatta kendimden de sakladigim sir bu. Dilime bile degdirmekten korktugum, agzima almaktan utandigim öyle bir sir iste. Fisildamasi bile aci veriyor ya... Meselâ, uzayinca Fatiha, uzayinca sûre heceler sanki özgürlüge giden yolu taslar gibi kestikçe, "bitmez simdi bu namaz!" dedigim çok oldu. Ama içimden. Kimseler duymadi. Bir Sen duydun beni ey Rabb'im. Sirrimi bir Sen bildin. Kendimi lüzumsuz hissederken seccadenin üzerinde, dudagim anlamina yetisemedigim kelimeler için oynarken, Sen beni söyledigimden fazlasiyla duydun, söyleyemedigimi de, dile getiremedigimi de bildin. Ruhumu alip uzaklara gittigim halde, bir bedenimi biraktigim halde huzurunda, kovmadin beni, yakinliginda tuttun. Itirafimdir; öyle anlatildigi gibi özleyebilmeyi beceremedim henüz namazi... "Aradan çikarmaya çalistigim" oldu namazi. Geçistirdim namazi. Bir "sorun"du çözdüm, hallettim. Selam verip sonra yasamaya basladim... Yasamayi namazin içinde aramaliydim. Namazi yasamanin içine sizdirmaliydim oysa. Bilemedim. Kafa tuttum, ayak diredim, pazarlik ettim; ama Sen utandirmadin, yine yine yine huzuruna aldin beni. Her secdede rahmetinle oksadin alnimi. Her rükûda "aferinler" fisildadin gönlüme. Her vakitte yeni bir sayfanin akligina çagirdin ruhumu. Yüzüme vurmadin. Azarlamadin. Asagilamadin. Hepten umut kesmedin benden. Yok saymadin. Utandirmadin. Pazarlik ettigimi Seninle bir Sen bildin ey Rabb'im. Kimselere söylemedin. Sirdasim Sensin, bir Sana açabilirim içimi, bir Senin beni ayiplamandan korkmam.Ben iste böyleyim; yine "bana ait"lerin hesabindayim. Baska kime söyleyeyim? Baska kimin anlayisindan medet umayim? |
..Pazartesiyi Beklerken.. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]Bir sali gunuydu. 'Yogun bir is temposuyla gecen gunun aksaminda eve varmak ne guzel… Daha da guzeli elini yuzunu hos kokulu sabunlarla yikayip, ustune rahat ev kiyafetlerini gecirmek… Sonra soyle guzelce televizyonun basina kurulup eline kumandayi almak..' Oturdugu yerde sizlanmalarini dindirmek icin ayaklarini yuksekce bir yere kaldirip uzandi. Yorgunlugu simdi cok daha belirginlesmis, kulce gibi uzerine cokmustu. Oh! Tam sekerlemelik bir andi. Gozlerini yumdu, televizyonun sesini kisti. Sabah gec kalkmasina ragmen cok is yapmis, cok yere gitmisti. Gec yatmasi da cabasi… Soyle bir dusundu: 'Evi silip supurmek, carsiya cikip sayisini hatirlamadigi kadar magaza gezmek, alisveris yapmak, bu arada faturalari unutmamak, her biri icin saatlerce sira beklemek, sonra o esyalari elleriyle tasimak…' Cok, cok zahmetli bir gun olmustu bugun. Ayaklari, kollari, her yeri sizliyordu. Burnuna sabunun guzel kokusu geldi. Leylâk gibi, insana eflatun rengini hatirlatan ferahlatici bir kokuydu bu... Derin derin icine cekti. Galiba bu kokunun uykuya da tesiri vardi. Davetiye cikarmis gibi, uyku hemen basucunda bitiverdi. Tam kendini uykunun o tatli tatli dalgalanan, masmavi ve ilik denizine atacak, imkânsizin mumkune donustugu yerlerde gezecek hattâ ucacakti ki, aklina aksam namazini kilmadigi geldi. Dusunmemeye calisti. Yok, hayir! Aksam namazini kilmamisti. Ama cok yorgundu. Olsun, yine de kilmamisti. Ama kipirdayacak hali kalmamisti, her yeri sizliyordu, zaten namazini kilsa bile husuyla degil, bir an evvel kilmis olmak icin kilacakti. Biraz dusunup aklina gelen birkac onemli onemsiz bahaneyi de siraladi. Icindeki uzlasmaya yanasmayan o inatci ses tek cumleyle cevap verdi: Kilmamisti iste, kilmamisti, kilmamisti… Bahanesini gecerli hale getirmek, inatci sesin inadini kirmak icin daha cok dusundu: 'Zaten bu sene universite imtihanina giriyorum. Gece yarilarina kadar ders calis, okul, dershane, etutler… Sabah namazlarina da genelde kalkamiyorum, oglenleri okulda kilamiyorum, hattâ bazen, yok yok, genellikle ikindileri de… Ne oyle boluk porcuk... Bir sey yapildi mi tam olmali. Seneye hayirlisiyla universiteyi bir kazanayim… Hepsini bes vakit kilmaya baslarim. Hayatim nasil olsa duzene girer. Simdiki kadar yogun da olmam. Bu sene gecis yili. Olmuyor iste bu yogunlugun icinde!' Universiteli olmakla, yepyeni bir pazartesiyle yepyeni bir hayata baslayacakti... duzenli bir hayata. Tabii, namazlari tam bir hayata.. Ah pazartesi, bir gelse! ……… Ve universite yillari Bir sali gunuydu. Artik subat tatilinin yaklastigi, insanlarin kayip dusmesini bekleyen buzlarla kapli, soguk yollarda gecirilen kosturmacali bir gunun aksaminda kendini eve zor atmisti. Yogun bir gunun bitiminde evine varmak ne guzel bir duyguydu. 'Bir de mor veya mavi renkli, kokulu sabunlarla yikanip, yuzune gozune, eline ayagina yapisip onun yorgunlugunu artirmak icin agirlik yapan tozdan kirden kurtulmak herhalde dunyanin en guzel duygularindan biriydi.' Gerci sabun evindekiler kadar kaliteli degildi. Bazen yuzunu tahris de ediyordu; ama olsun. Ogrencilik hayati iste… Oturdugu koltukta hemen uyuyabilecegini biliyordu. Cok yorgun ve uykusuzdu. Gece sabaha kadar ders calismis, erkenden deneme imtihana gitmis, yetistirmesi gereken odevi yapmak icin kutuphanede bir hayli vakit gecirmisti. O kadarla kalsa yine iyi… Eksik ders notlarini tamamlamak icin kosusturup fotokopicilerde epey ter dokmustu… 'Uff ne tempo ama!' diye dusundu. 'Hic de oyle bir kere kapagi atmakla bitmiyormus… Asil zorluk universitedeymis meger. Simdi calistigim kadar universite imtihanina hazirlansaydim en yuksek bolumu kazanirdim alimallah…' Basini yastiga koydu. Uzerine sicacik bir battaniye aldi. Burnuna ikinci sinif da olsa guzel kokan sabunun kokusu geldi. Bir an evini hatirladi. 'Az kaldi. 2-3 imtihan sonrasi, yaklasIk 2 hafta sonra evdeyim.' Annesinin mis gibi yemeklerinden yiyecek, yuzunu evlerinin guzel ve kaliteli sabunlariyla yikayacakti. Bu dusunce onu keyiflendirdi. Gozlerini kapadi, yuzunde ailesini dusunmenin verdigi tebessumle, bedeninde uzun zamandir suren kosusturmanin yorgunluguyla, uykunun insani ucurup yorulmaksizin gezdirdigi degisIk âlemlere yola cikmaya hazirlaniyordu... Birden aklina aksam namazi geldi. Eskisi kadar inatci olmasa da, o ses yine konusmaya baslamisti: 'Oooo, bu yorgunlukla cok zor bir is simdi bu. Kalkacak, agriyan bacaklariyla yuruyecek, sizlayan kollarinla, ellerinle abdest alacaksin… Soguk suyu da hesaba kattin mi? Sicacik battaniye terk edilip namaz kilmak...' Kilmaliydi!!! Inatci sese karsi, o da inat etti: 'Yarim yamalak, bu yogun temponun icinde, hizli hizli kilinacak namazin ne hayri olur ki... Kosturmanin icinde boyle gecistirilmis namazlar… Yok yok, olmaz oyle. Su imtihanlar bir bitsin, su okul bir bitsin, meslegimi elime bir alayim. Adam gibi kilmaya baslarim…' Pazartesi bir gelse. Yeni bir hayatin ilk gunu olacakti... Artik meslegini eline almis cok daha duzenli ve stressiz hayata baslamis olacakti. 'O zaman kilarim, hem bugunlerin kazasini da yaparim.' diye dusundu. Sonra icinde feryatlar koparan o sesi duymamak ve hattâ onu da rahatlatacak bir cozum bulabilmek icin, yarin bir gun calisacagini, sabah erken kalkip namazini kilip hattâ cok sevdigi sabah uykularindan vazgecip, namazdan sonra yatmayip Kur'ân okuyacagini, ogle tatillerinde namazini rahatlikla kilabilecegini, ikindiyi kisa gunlerde is yerinde, uzun gunlerde evinde, aksam ve yatsiyi evinde sakin ve husuyla kilacagini hayal etti. Nasil olsa kilacakti. Yeter ki su yogun tempolu, stresli okul gunleri bir gecsin… Ise baslayacagi, yeni bir baslangic yapacagi pazartesi bir gelse.. …….. Ve is hayati Bir sali gunuydu. Isten yorgun argin eve gelmisti. Gelen fakslar, yapilan gorusmeler, arananlar, arayanlar… Insanlara laf anlatmak cidden cok zordu. Hele bir de is yerinde donen ayak oyunlari. Cekememezlikler, kavgalar.. hadi hepsi bir yana, isten cikip da eve gelmek icin cekilen trafik cilesi... Bazen caddede yolun ilerisinin gorundugu yerlerde kilometrelerce uzayan tikanik yolu, beklesen arabalari gorunce aglayasi geliyordu. Sonunda varabildigi evinde olmanin mutluluguyla elini, yuzunu guzel kokan bir sabunla yikadi. Yorgunluktan dile gelmis ayaklarini yuksekce bir yere koyarak uzandi. Gozlerini kapadi. Bugun ayaklarinin sizlamasina bas agrisi da eslik ediyor, Bremen mizikacilarininkine benzeyen uyumsuz bir koro gibi kendilerince bagrisiyorlardi. Sabunun hos kokusunu duydu. Uyku, guzel kokulu yumusacik mavi bir bulut gibi onu sarip sarmaladi. Tam o bulutun uzerinde yola cikacakti ki, 'namaz' dedi icindeki ses, her gecen gun biraz daha kisilan ses tonuyla.. Ister istemez uyku bulutu aralandi, zihni yeni bahaneler uretmek icin harekete geciyordu ki, icinden bir baska ses daha geldi. 'Evde yemek yok ve aksama yemege arkadaslarini cagirdin…' Uc saniye icinde uyku kalmadi gozlerinde. O sevimli bulut kuvvetli bir ruzgârla karsilasmiscasina kaciverdi geldigi bilinmeze. Hâlâ ayaklari sizliyor ve basi agriyordu; yine de telas icerisinde mutfagin yolunu tuttu, telâsini bastiracak kadar kuvvetli degildi bu agrilar. Oyle bir telâsti ki namazi da unutturuvermisti. ….. Iste aile… Bir sali gecesiydi. Oturdugu koltugun uzerinde kah uyuyor, kah uyaniyordu. Isin gercegi, uykuyla uyaniklik arasinda bir bolgede, 'âraf'ta duruyordu. Ârafin bu yanina gecip gozlerini, uykusuzluktan sizlayan gozlerini aralayip cocugunun atesini kontrol etti. Biraz dusmus gibi olmasi ârafin obur tarafina daha rahat gecebilmesi icin bir biletti sanki. Ici rahatlayarak basini koltuga dayadi. Camiden yukselen sabah ezani, hasta cocugu soguktan korumak icin her zamankinden daha sIki kapatilmis evde acik cam bulamamasina ragmen, onun ârafin obur yanindan bu yanina yaklasmasina sebep olmustu. 'Cok bitkinim. Sabaha kadar uyutmadi cocuk. Aman ne cileymis bu. Zaten her seyden hasta oluyorlar. Simdi namaza kalkmak.. uzun is. Cocuk da aglar. Yok yok simdi olmaz. Hep erteliyorsun ama.. Su cocuk duzelsin baslayayim artik namaza. Aman duzelse ne ki, bu defa oburu hasta olur. Yok yok. bu cocuklarla namaz falan kilinmaz. Pek bir zor olur, boyle bir vakit kil, uc vakit kilma. Hos degil zaten. Hayirlisiyla soyle biraz buyusunler. Kendi islerini gorur hale gelsinler. Onlarin yurudugu, okula basladigi pazartesi gunu baslayacakti namazlarina.. cok duzenli, bol duali ihlasli namazlar kilacakti. Hayirlisiyla bir gelseydi o pazartesi. …………………. Yine bir sali gunuydu. Bugun yillik izninden bir gundu. Yorgun degildi, sabah da gec kalkmis, agir agir aklina gelen butun kahvaltiliklardan olusan bir sofra kurmus, ogle yemegiyle birlesen bir kahvalti yapmisti. Evin odalarinda yavas adimlarla yurudu. Televizyonu acip elinde kumandasiyla koltuga kuruldu. Bu anin, bu mutlulugun tadini doya doya cikarmak icin eline bol miktarda Erzurumlularin deyimiyle simiska, yani aycicegi almisti. Cit cit.. kanallari dolasti. Hangisinde karar kilacagini dusundu. Citir citir citletilen cekirdeklerle once bir film, sonra eski bir film seyretti. Disaridan gelen yeni bir ezan sesi yine onu kimildatamadi. "Namaz" dedi icindeki gucsuzlesmis ses. "Namaz!" Hic yerinden kalkasi yoktu. Zaten yarim yarimdi butun namazlari. 'Hangi gun bes vakit kiliyorum ki.. bir vakit daha neyi degistirecek… Is hayatinda cok zordu namaz kilmak. Hem ev, hem is. Bu kosusturmada cok zordu. Cok zor. Zaten emekliligime de fazla bir sey kalmadi. Ah hayirlisiyla emekli olayim. Artik gercekten her seye yeni bir baslangic yapacagim. Benim yeni pazartesim olacak.' Kendini ibadete verecekti. Her namazini vaktinde husu ile kilacak, pesinden kazalarini kilacak, tesbihatlari yapacakti. Dahasi gece namazlarina bile kalkabilirdi. O gun yeni bir baslangic olacakti. Yeni bir hayatin ilk gunu, bir pazartesi olacakti. Ah o pazartesi bir gelse… Cay demledi; bir sure cekirdek citletti, cay icti. Sonra yavas yavas bir uyku bastirdi. Kanepeye uzandi. Basinin altina bir yastik aldi. Elinde kumanda bir-iki kanal daha gezdi. Yeni bir programda karar kildi. 'Oh be, tatilde olmak kosusturmamak ne guzel! Ama tatilden sonra is basi yapmak hic guzel olmayacak. Off, Allah vere de bu sene resmî tatiller hep hafta icine denk gelse!' diye dusundu. Uzanip masanin uzerindeki takvimi aldi. Yillik tatilleri gosteren sayfalara bakti. 23 Nisan Sali, 19 Mayis Sali, Ramazan Bayrami Sali, Kurban Sali… Keyiflendi. Sonra oylesine karistirmaya basladi takvimi. O gunun tarihine bakti: ..agustos sali. Cocuklarinin dogum gunlerine bakti: ..mart sali, …haziran sali... Takvimin ilk sayfalarini acti: 1 Ocak Sali, 2 Ocak Sali, 3 Ocak Sali, mart sali, nisan sali… Haziran, temmuz, ekim, kasim.. hepsi sali.. Dun sali, bugun sali, yarin sali. 'Bir gariplik var bu iste! Acaba?' demeye kalmadan iyice yogunlasan sabun kokulu uykuya daha fazla karsi koyamadi. Esnedi, battaniyesini iyice uzerine cekti. Gunlerin, aylarin, yillarin, kisacasi hayatin sadece sali gunlerinden ibaret oldugunu anlayamadan uykuya daldi… ………….. Uykuda miydi, ruyada miydi anlayamadi. Kipirdamak istedi; fakat hicbir yerini oynatamadi, sonra gozlerini acmaya zorladi ve gozunu actiginda bir anda cok sasirdi. Nasil olabilirdi bu is? Kendisini seyrediyordu. Biraz yaslica bir hanim kazandan bir tasla aldigi suyu bir tahta uzerinde yatan yari ciplak bedenine dokuyor, diger hanim da guzel kokulu bir sabunla bedenini ogusturuyordu. alıntı.. |
SAAT: 11:31 |
vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
User Alert System provided by
Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) -
vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.