![]() |
Senai Demirciden İnciler/medineweb « : 26 Mayıs 2007, 23:15:21 » ÇOCUĞUMLA HERGÜN BİR AYET Senai Demirci 'DEN.. Zeynep’le annesi, o içinde her şey olan kitabı, yani Kur’ân’ı okumaya başladılar. Önce annesinin ağzından bir fısıltı duyar gibi oldu Zeynep. “Efendim?” dedi. Kendisine bir şey söylendiğini sanmıştı. “Besmele çektim.” dedi annesi. “Bismillahirrahmanirrahim.” Zeynep şimdi daha iyi duymuştu. “Dedem beni kucağına alırken de aynı şeyi söylemişti.” dedi. Annesi gülümsedi. “Çünkü her işin başı ‘Bismillah’tır. Her işe başlarken ‘Bismillahirrahmanirrahim’ deriz. Kur’ân okumaya başlarken de, yemek yapmaya başlarken de...” Zeynepcik sormadan edemedi: “Neden bismillah diyoruz ki? Sebebini tam anlayamadım.” Annesi gözlerinin içine baktı Zeynep’in. Bu bakış çok hoşuna giderdi. Annesinin gözlerinin içinde kendisini görebiliyordu. Annesi anlatmaya başladı. “Hani, hatırlar mısın, bir masalda, ‘Açıl susam açıl!’ deyince açılan bir kapı vardı. Kapı bu sözü söylemeden açılmıyordu.” Zeynep başını salladı. Annesinin gözlerinin içindeki Zeynep de salladı başını “Biz bu söze ‘parola’ diyoruz. Dün seyrettiğimiz filmde de vardı, hatırlasana. Kapıya bir yabancı gelirse, parolayı soruyorlardı. Bilemezse içeri almıyorlardı. Parolayı bilmeyen dışarda kalıyor, yabancı ve düşman sayılıyor. Ama parolayı söyleyince, herkes dost olduğunu anlıyor ve sana öyle davranıyor.” Zeynep bütün bunların “Bismillahirrahmanirrahim”le ilgisini merak ediyordu. Gözlerini annesinin gözlerinden ayırmadan öylece durdu. Dudakları aralanmıştı meraktan. “Bismillah da onun gibi bir parola işte!” dedi annesi. “Bir işi yapmaya başlayınca, varlıklar âleminin kapısını aralarsın. Onların seni tanımasını, sana destek olmasını umarsın. O zaman bir işe başlar başlamaz, kendini tanıtman gerek. Onları ve seni yaratan Allah adına burada olduğunu söylemelisin. İşte ‘Bismillah’ diyerek, Allah’ın adıyla iş yaptığını hatırlatırsın, O’nun kulu olduğunu hatırlarsın, O’nun izniyle hareket ettiğini söylemiş olursun. Yani, bu âlemin parolasını fısıldamış olursun. Eğer parolayı söylemezsen, yabancı ve düşman sanılırsın. Bir bahçeye izinsiz girmek gibi bir şey bu! O zaman sana kapılar açılmaz, işlerin kolaylaşmaz. Parolayı söylersen kapılar açılır, yabancılık çekmezsin, hiçbir şey de sana yabancı ve düşmanmış gibi gözükmez. “İşte biz de ‘Bismillah’ diyerek başlıyoruz okumaya; tâ ki Rabbimizin söyledikleri bize açılsın ve ne sorumuz varsa cevaplansın.” Zeynep, “Şimdi ‘Bismillah’ deyince Kur’ân’ın kapağı kendiliğinden mi açılacak?” diye sordu. Annesi bu masumca soruya tebessümle karşılık verdi. Biraz gülüştüler. “Aslında, evet!” dedi annesi. “Biz Allah adına açacağız Kur’ân’ı ve o da bize sırlarını açacak, sorularımızı cevaplayacak.” “Hadi var mısın?” dedi annesi. Elinden tuttu Zeynep’in. Kur’ân’ın ilk kapağını Zeynep’in minik elleri kaldırdı. Ama önce parolayı söyledi: “Mismillah!” Senai Demirci |
öyle çok pazarlık ettik ki( affına geldik affa layık olmasakta ) kimsellere diyemedim... SENAI DEMIRCI Öyle çok pazarlik ettim ki Seninle ey Rabb'im. Sen çagirinca, kendime ayirdigim vakitlerden çalindigini düsündüm. Ezan okununca,sevdikleriml geçirdigim zamanlarin azalmasindan korktum. Vakit girince, içim "ciz" etti hep. Odamdan uzaklastim, biraktım iisimi,bozdum keyfimi; öylece namaza durdum. Ayak diredim, "az sonra kilsam da olur!" dedim. "Az sonra"larim "çok sonralar"a döndü, geç kaldim, geç kalmaktan utanmadim. Sonunda ayaklarimi sürüye sürüye vardim huzuruna. Pazarligimi vaktin daralmisligini bahane ederek yeniden ileri sürdüm. Kaçiyordu namaz ya; o yüzden çabucak kildim, selam verdim, hemen kalktim,rahatladim. Oysa rahatligi Sana borçluyum. Agrimayan her bir disim kadar huzur borçluyum Sana. Damarlarimin her bir noktasinda pihtilasmayan kanim kadar sükûnet borçluyum Sana. Tenimin kasinmayan her bir noktasi kadar rahatlik borçluyum Sana. Dislerim agriyacak olsa her biri için harcayacagim zaman Senin. Kanim pihtilasip damarlarim tikanacak olsa, her defasinda izdirap ve korkuyla geçirecegim saatlerin hepsi Senin. Tenim her noktasinda yirtilacakmis gibi aciyacak olsa, kendi kendime dar gelecegim huzursuz günler Senin. Gün oldu; usandim. Sabrimi tükettim; tükendim. Kendimi yontmaya heveslendim. Benden istedigin zamani çok gördüm. Benden istedigini, benim için istedigini bile bile, huzurunda huzursuz durdum. Fazla buldum namazin rekatlarini; kisaltmak için bahaneler aradim. Günümü delik desik etmeni, isimin arasina kesintiler sokmani,hayatiminortasina duraklar koymani, uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm. "Beni bana birak!"larla durdum huzuruna; içim baska bir yerlerin türküsünü söylerken, ben seccadende, belki sadece bedenimle, mihli kaldim. Oysa Sen, dileseydin dar edebilirdin zamani bana! Bir uçurumun dibine savrulmus bir arabada çaresizce Sana yalvartiyor olabilirdin beni. Korkulu bir savasin orta yerinde ates ve kan kusan bombalarin altinda günümü de, isimi de, uykumu da, hatta rüyalarimi da delik desik etmelerini takdir edebilirdin. Düsmeyen bombalar kadar, uçuruma savrulmayan arabalar kadar genislik borçluyum Sana. Içten pazarlikti benimkisi. Öyle içten ki kendime bile söyleyemedim. Gözlerimle birlikte gönlümü de secdene kilitlemeyi çok gördüm. Kendimi sifirlamayi, benligimi hiçe indirgemeyi beceremedim. Ensemde kaderin sicacik nefesini hissedecek o teslimiyetin vadisine inemedim. Acelem vardi; alnimi koydugum gibi kaldirdim seccadeden. Bütün benligimle asagi inemedim. Isim vardi, secdemi isime zaman kazandim. Secdeye kalbimi de sigdirmaya çalismadim. Uykum vardi, secdemi sig birakip uykumu derinlestirdim. Itirafimdir: Bencilligimi de sirtima alip rükûlarda eritemedim. Bedenim egilirken huzurunda, "emrolundugum gibi dosdogru olma"nin agirligini sirtima almayi erteledim. "Sirasi degil!"di; "hele dur; sonra da olur!"du. En Sevgili'ni bir gecede ihtiyarlatan emri üzerime alinmadim. Sen dileseydin, çocugumun ciliz nabizlarinin esliginde, los ve nesesiz bir yogun bakim odasinda, gözümü de gönlümü de, umutsuzca, çaresizce, ürpertiyle, korkuyla bir monitörün ekranina kilitleyebilirdin. Dileseydin, yeryüzünün sükûnetini bir anda kesip, küçücük bir duvar kipirtisinin gölgesinde, mini mini bir sarsintinin beklentisi içinde saçlarima aklar düsürebilirdin. Içten pazarlik mi denir buna? Sen bilirsin Seninle ettigim pazarligi. Kendime sakladigim ve hatta kendimden de sakladigim sir bu. Dilime bile degdirmekten korktugum, agzima almaktan utandigim öyle bir sir iste. Fisildamasi bile aci veriyor ya... Meselâ, uzayinca Fatiha, uzayinca sûre,heceler sanki özgürlüge giden yolu taslar gibi kestikçe, "bitmez simdi bu namaz!" dedigim çok oldu. Ama içimden. Kimseler duymadi. Bir Sen duydun beni ey Rabb'im. Sirrimi bir Sen bildin. Kendimi llüzumsuz hissederken seccadenin üzerinde, dudagim anlamina yetisemedigim kelimeler için oynarken, Sen beni söyledigimden fazlasiyla duydun, söyleyemedigimi de, dilE getiremedigimi de bildin. Ruhumu alip uzaklara gittigim halde, bir bedenimi biraktigim halde huzurunda, kovmadın beni,yakinliginda tuttun. Itirafimdir; öyle anlatildigi gibi özleyebilmeyi beceremedim henüz namazi... "Aradan çikarmaya çalistigim" oldu namazi. Geçistirdim namazi. Bir "sorun"du çözdüm, hallettim. Selam verip sonra yasamaya basladim... Yasamayi namazin içinde aramaliydim. Namazi yasamanin içine sizdirmaliydim oysa. Bilemedim. Kafa tuttum, ayak diredim, pazarlik ettim; ama Sen utandirmadin, yine yine yine huzuruna aldin beni. Her secdede rahmetinle oksadin alnimi. Her rükûda "aferinler" fisildadin gönlüme. Her vakitte yeni bir sayfanin akligina çagirdin ruhumu. Yüzüme vurmadin. Azarlamadin. Asagilamadin. Hepten umut kesmedin benden. Yok saymadin. Utandirmadin. Pazarlik ettigimi Seninle bir Sen bildin ey Rabb'im. Kimselere söylemedin. Sirdasim Sensin, bir Sana açabilirim içimi, bir Senin beni ayiplamandan korkmam. Ben iste böyleyim; yine "bana ait"lerin hesabindayim. Baska kime söyleyeyim? Baska kimin anlayisindan medet umayim? |
Senai Demirciden İnciler (3) Degerli Kardeslerim, bu yazi Namazin tüm vakitlerini cok güzel bir sekilde anlatiyor, lütfen okuyun Okuyun ve uyanalim.. Sabah Namazi Vakit seher.. Ufukta günün kizil cicegi açmak üzere. Vaktin rahmine sabahin nutfesi düstü az önce. Gecenin topraginda sakli isiktan tohumlar baslarini uzatiyor. Simdi hatirla ki, sen de bir zamanlar yoklugun karanliginda yitiktin. Unutulmusluk topragina gömülü bir tohumdun. Kimsenin adini bilmedigi, hatirini saymadigi bir yetimdin. Hatirla ki, unutulmusunun topraginda Rabbin seni unutmadi. Rabbin seni sahipsiz de brakmadi. Rabbin seni yokluk gecesinden varliginin ufkuna eristirdi. Taze bir bahar gibi gün yüzüne çikardi bedenini. Ete kemige bürüdü ruhunu. Gülden tebessümler giydirdi yüzüne. Simdi seher vakti. Göz kapaklarinin ardindan kaç. Gafletin gecesinden uyan. Aç gözlerini sehere. Aç kalbini Rabbine. Uyan. Uyan, yan ve an seni hiç unutmayan Rabbini. Günes ufukta yükselmeden, sen dualar ufkuna yüksel. Herkes unutsa bile seni unutmayan Rabbini herkesin O'nu unuttugu anda ananlardan ol. Haydi kalk! Kalk ve miracina eslik et En Sevgilinin[asm]. Simdi sabah! Simdi sabah namazi vakti... Ögle Namazi Vakit ögle. Gün ortasi. Dünya telasindasin. Isler yogun. Yarim kalmis nekadar is var! Sanki sensiz yürümüyor hiçbir sey. Sanki sen olmasan isler hep yarimm kalacak, belki hiç baslamayacak. Ne kadar çok vazgeçilmezin var! Ne kadar vazgeçilmezsin! Oysa dünya seni pek umursamiyor. Sessizce akip gitmede sonsuz uzayda.. Telaslarina inat uzakta bir kelebek yavas yavas kozasindan çikmada. Ötelerde bir insan son nefesini vermekte sessizce.. Bir bebek ilk kez gülümsemekte annesine... Vakit ögle... O kadar gürültü var ki ortalikta.. Kalbinin sesini duyamiyorsun bile. Ruhunun sonsuza uzanan emellerine kör olmak üzeresin. Telaslarin arasindan siyril, ruhuna yer ayir. Ebedî sükûnete hazirla kendini. Kalbini sonsuzluga bitistir. Alnini secdeye degdir. Simdi ögle namazi vakti! .................................................. .................................................. .......................... Ikindi Namazi Vakit ikindi. Gün ihtiyarladi. Günes solgun rengini birakiyor güller üstüne. Zaman irmagi ikindinin caglayanindan dökülüyor simdi. Ayriligi söylüyor hece hece. Hüzün renkli bulutlar sardii gögü. Günesin saltanati bitmek üzere. Zevale dogru akiyor isiklar. Hatirla ki, sen de bir ömrün ikindisine yürüyorsun. Tenin soluyor. Gözlerinin feri çekiliyor. Yüzünü bu dünyadan çevirmeye hazirliyorsun. Öbür kiyisindasin artik hayat nehrinin. Bundan sonra vaadi yok sana zamanin. Yokus asagi akiyor kalbin. Vakit ikindi. Kalbini kanatiyor kuru gül yapraklai. Tutunacak dal ariyor gibisin zamana karsi. Zamanin hükmü agirlasiyor üzerinde. Gün daha kisa geliyor artik. "Yemin olsun ki ikindi vaktine. Hüsrandadir insan." Simdi anliyorsun. Çünkü, yokus asagi akiyorsun. Dalindan kopuyorsun. Hoyrat bir rüzgâr artik zaman. Geriye kalan ancak iman. Simdi ikindi vakti. Secdeye koy alnini. Egil Zamanin Sahibinin önünde. O'na konus; DUAlarini fisilda. Sonsuzluga tutun hece hece. .................................................. .................................................. ............................. Aksam Namazi Vakit aksam. Gün ölmek üzere. Günes isiklarini topluyor esyanin üzerinden. Kizilca kiyameti kopuyor dünyanin. Kara kefenini giyiniyor gün. Gülün rengi soluyor, esyanin cezbesi yitiveriyor. Hatirla ki, senin de aksamin olacak bir gün. Ömrünün isiklari solacak. Hayatinin perdesi çekilecek. Senin de kiyametin kopacak. Simdi aksam. Ölmeden önce bil ölecegini ki, yasatildigini farkedesin. Herkesin senden uzaklasacagi ölüm anini hatirla ki, sen de simdi herkesten ve her seyden uzaklasip Rabbine yanasasin. Seni sen yokken de bilen Rabbin, sen öldükten sonra da bilecek elbet.. Herkesin unuttugu yerde seni bir O hatirlayacak. Hatirini yalniz O bilecek. Sen de O'nu an simdi. Simdi aksam namazi vakti.. .................................................. .................................................. ............................ Yatsi Namazi Vakit Yatsi. Gün çoktan öldü. Günes isiklarini topladi. Gece hükmediyor âleme. Günesin saltanati bitti. Isiklar tükendi ufuklarda. Renkler ellerini çekti esyadan. Gül soldu, gün soldu. Göge yöneldi gözler. Hatirla ki, Sen de unutusun kara gecesine yuvarlanacaksin. Bir adin kalacak geriye. Bir mezar tasin hatirlayacak belki Seni. Belki o da unutacak. Simdi gece.. Sabaha çok var. Isik uzaklarda. Yoklugun gecesinde, adin bile unutulmusken, kimden meded umarsin sor kendine? Kim Sana hayat vermisse, kurumus kemikleri toplayip dirilten de O elbette. Söyle kendine. Söyle kendine ki, çoklarinin Seni unuttugu bu gece, Sen de herkesi unut, O'nu hatirla. Söyle kendine ki, coklarinin isiklara kanip sahte renklerin kuyularina daldigi bu gece, Rabbini an, Rabbine kan, Rabbine uyan. Simdi yatsi zamani vakti. .................................................. .................................................. ............................. Senai Demirci |
Cvp: NAMAZI anlatan,kalpleri yakan ve titreten bir YAZI.. Güzel Bir Namaz Hatırası Günde bir kaç kez namaz için toplanıyorlar ve eğer hava yağmurlu değilse namazlarını açıkta kılıyorlardı. Uzun tek bir safta toplanıyorlar ve Hacı da önlerine geçip imamlık yapıyordu. Hareketlerindeki düzen ve uyumla askerlere benziyorlardı; hep birlikte Mekke yönüne er, birlikte eğilir, sonra kalkar ve birlikte diz çökerek alınları üzerine yere kapanırlardı. İki secde arasında seccadesi üzerinde, yalın ayak, elleri önünde bağlı, dudakları sessizce kıpırdayan ve kapalı gözleriyle derin bir huşu içinde dalıp giden imamın, bütün kalbiyle dua ettiğini görürdünüz; ötekiler, imamlarının işitilmeyen sözlerini izliyor olmalıydılar, Böylesine içten bir duanın bir takım mekanik bedeni hareketlerle birleştirilmesi beni nedense biraz tedirgin ediyordu bir gün, biraz İngilizce bilen Hacı' ya bu konuyu sordum; Tanrının sizden ona duyduğunuz saygıyı eğilerek, diz üstü oturarak ve yere kapanarak göstermenizi istediğine gerçekten inanıyor musunuz? İnsanın sadece kendi , içine bakarak; yüreğin sükûneti içinde dua etmesi daha uygun olmaz mı? Bütün bu bedeni hareketlerin hikmeti ne? Daha bunları söyler söylemez, pişmanlık duymaya başladım; yaşlı adamın dinî duygularını incitmek istememiştim. Fakat Hacı hiç de gücenmiş görünmüyordu. Dişsiz ağzıyla gülümsedi ve şöyle dedi: - Başka nasıl ibadet edebiliriz ki Allah'a? O, bedeni de, ruhu da birlikte yaratmadı mı? Böyle olunca da insanın ruhuyla olduğu kadar bedeniyle de dua etmesi gerekmez mi? Bakın, biz Müslümanlar duamızı niçin böyle yaparız anlatayım size. Yüzümüzü Kâbe'ye, Allah'ın Mekke'deki beyt-ül Haremine çeviririz ve biliriz ki, o anda dünyanın neresinde olursa olsun, namaz kılan bütün Müslümanlar, hepsi yüzlerini Kâbe'ye çevirmişlerdir; bir tek vücut gibiyizdir ve düşüncelerimizin merkezi de O' dur. Önce ayakta durarak Kur'anı Kerimden bölümler okuruz, bunu yaparken, okuduğumuz kelâmın, insana hayatta dimdik ayakta kalması, sebat etmesi için verilen Allah Kelâmı olduğu bilinci içindeyizdir. sonra 'Allahu Ekber' (Allah en büyük! ) deriz; Bununla Allah'tan başka kulluk etmeye değer başka hiç kimsenin, hiç bir şeyin olmadığını dile getirir ve bunun apaçık bir gerçek olduğunu bir daha duyar ve bu gerçeğe bir daha tanıklık ederiz. Sonra o her şeyden yüce olan Allah'a duyduğumuz saygıyı, bu yüceliğin önünde eğilerek gösterir, Onun gücünü, celâl ve azametini övgüyle anarız. Ve Onun önünde bir toz zerresinden, yokluktan, hiçlikten başka bir şey olmadığımızı, Onunsa bizim yüceler yücesi yaratıcımız, ve Rabbimiz olduğunu duyarak alınlarımızın üzerine coşkuyla yerlere kapanırız. sonra alınlarımızı yerden kaldırır ve oturup, günahlarımızı bağışlaması, bizi rahmetiyle yargılaması, doğru yola yöneltmesi, bizi sağlık ve rızkla nimetlendirmesi için dua ederiz, Onun haberini bize ulaştıran Muhammet (s.s.)'e, Ondan önceki peygamberlere, bize, kendimize ve doğru yolu izleyen herkese Allah'ın selâm ve rahmetini dileriz. Bize bu dünyada da öteki dünyada da iyilik ve güzellik ihsan etmesini niyaz ederiz Allah'tan. Ve sonunda da, başımızı sağa ve sola çevirerek, nerede olursa olsun, doğru yolda olan herkese selâm vererek namazdan çıkarız. Peygamberimiz böyle namaz kıldı, böyle dua etti ve kendisini izleyenlere de böyle yapmalarını öğretti, bu onların kendilerini isteyerek ve ta yürekten Allah'a teslim edebilmelerini -ki İslam'ın anlamı da budur ve Onunla da, kendi kaderleriyle de barış içinde yaşayabilmelerini sağlamak içindir. Kaynak: Muhammed Esed, Mekke'ye Giden Yol. |
Cvp: NAMAZI anlatan,kalpleri yakan ve titreten bir YAZI.. CAMİYE GİDERİZ HOCA EFENDİ NAMAZ KILANLARA NAMAZ KILIN İÇKİ İÇMEYENLERE İÇKİ İÇMEYİN DER DİNİ SİTELERE GİRERİZ YAZANLAR GÜZELCE DÖKTÜRÜRLER NAMAZI NİYAZI DUAYI OKUYANLARDA ZATEN ONLARI ORTALAMA YAPAN İNSANLAR BU KISIR DÖNGÜ AYNI FASİT DAİREDE DÖNER DURUR ALINAN MESAFE NEDİR DİYE SORULSA KİMİLERİ ÇOK İLERLEDİK DERKEN BAZILARI YERİMİZDE SAYIYORUZ DERLER BUNUN HANGİSİ DOĞRU BİLİNMEZ AMA KENDİMİZİ ÇOK FAZLA AŞTIĞIMIZ SÖYLENEMEZ.PEKİ BUNLARDAN VAZ MI GEÇMEK GEREKİR DENİLİRSE HAYIR ASLA. YARIM HOCAMIZIN DEDİĞİ GİBİ ETTEKRARU AHSEN VELEV KANE YÜZSEKSEN TEKERLEMESİ MİSALİ HELE DEVAM EDELİM BÖYLE BAKALIM BİRAZDAN YATSI OKUNACAK ASLINDA DAHA ÇOK EKLEYECEKTİM ÇÖZÜM YOLLARI NELER OLABİLİR DİYE TERAVİHTEN SONRA VAKTİM OLURSA YAZACAĞIM AMA BAŞKA BİR ARKADAŞ KALDIĞIM YERDEN DEVAM EDEBİLİR İSTERSE .... |
Senai Demirciden İnciler (2) Biliyorum. Hiç beklemiyordun bu daveti. Birden geliverdi değil mi? Ansızın vurdu şakağına; saçaktan düşen buzdan kılıçlar gibi. Şaşırdın. Huzurunun göbeğine irice bir taş savruldu; halka halka titremede gönlünün düştüğü göl şimdi. Neşesi kaçtı vaktin; sevinçlerini pervane ettiğin mumlar titredi, bitti. Akrep ve yelkovanın ayakları dolandı; beklediğin “az sonra”lar havada asılı kaldı. Hüznün ölü kelebekleri kıpırdadı, sızılandı. Aşinalığın tadı bozuldu; acının ketum, kekre sütunları devrildi göğsüne. Başını yasladığın uzun saatler, uzanıp uyuduğun bitmez günler vaatlerini yerine getiremeyeceklerini söylediler; yüzleri yerde, mahcup. Oyala(n)dığın ağaç gölgeleri çeki,ldi üzerinden. Avunduğun/avuttuğun haz pareleri perdelendi. Gözlerini ıslatamadan giden yağmurlar elindeki şemsiyeyi uçurdu. Konforunu bozmamak için parmak uçlarına basa basa odana giren, kalbini kanatmadan usulca gidiveren uzak acılar yakana dolandı şimdi.. “Daha dün konuşmuştuk ama…” diyorsun. “Ama nasıl olur!”lar çekip çekiştiriyor iki yakanı. “Hiç beklenmedik bir ölüm!” “Vakitsiz” “Erken!” “Sürpriz!” işine ara vereceksin bugün… kocaman bir pürüz olup çıkıverdim karşına. Hızını kestim hayatının. Üzerine saldım kaygılarını. Köşe bucak kaçtığın korkularına sobelettim seni. Ölümle arana koyduğun duvarı yıktım. “Ölüm bize de yaklaşırmış/yakışırmış” dedin. “Ölmesi kanıksanmış, ölünesi bir yaştayız artık.” “Rahmetli….” Sıfatını ismimin üzerine yumuşak bir şal gibi atıvereceksin. İki yakasında da eksiğim İstanbul’un. Vapurların hiçbiri beklemiyor beni iskelede. Ben öldüm diye şeritleri eksilmedi otoyolların. Hayret! Ben öldüm bu defa… şimdiye kadar hep başkalarıydı ölen. Gitsen de bir gitmesen de bir, bir cenaze olacak cami avlularının birinde…. Seni bilmem ama ben bu cenazeye mutlaka gitmeliyim. Ayıp olur, çok ayıp… Davetlilerin yüzüne bakamam sonra. Dediği gibi şairin, bir musallalık saltanım bu benim. Başroldeyim. Toprağa konulacak adam rolü benim. Ardından ağlanacak adamı ben oynayacağım. Hiç itirazsız karanlığa uzanmak bana düştü bu defa. Üzerine toprak atılan adamı… Unutulmuşluklar altında yüzü erimeye bırakılan adamı… Hüzünlerin münasebetsiz müsebbibi olacak adamı…Ayakkabısı kendini beklerken bağları çözülecek adamı… Elbiseleri evden çıkarılacak adamı… Ben oynayacağım. Yatağı soğuk kalacak adamı… Akşam eve gelmeyecek adamı..Kapıyı çalması beklenmeyecek adamı…Sofrada yeri olmayacak adamı…Adı telefon rehberinden silinecek adamı…Şehrin dudaklarından yarım ağız çıkmış bir hece gibi önemsizleşecek adamı…Ben oynayacağım. Sevinçlerin ortasına en fazla bir hıçkırık gibi sokulsa bile hatıraların eşiğinden yüz geri edilecek adamı…Resmine bakıp da ağlanacak (yoksa ağlanılmayacak mı?) adamı…Soluk bir resimde mahzun bir tebessümün ardında aşklarını saklayan, susturan adamı… Ben oynuyorum bugün… Sahnedeyim. Beklerim. En öndeki olmalısın, ayakta duranların en dik duranı. İŞTE DAVETİYEN : CANINI ÇOK SEVEN, HER GÜNÜN SABAHINDA BURADA SONSUZCA YAŞAYACAĞINA YENİDEN KANAN. HER LEZZETİN TÜKENİŞİNDE ÖLÜMÜN YANINA UĞRADIĞINI UNUTAN, HER HAZZIN ZİRVESİNDE YAKASINDAKİ ÖLÜMLÜ ETİKETİNİ İSTEYEREK DÜŞÜREN, HER YAZ SICAĞINDA İÇİ DÜNYAYA İYİDEN İYİYE ISINAN, DOĞDUĞU YILIN RAKAMININ BÜYÜKLÜĞÜNÜN KENDİSİNİ KABİRDEN UZAK TUTTUĞUNU SANARAK AVUNAN, KALBİNİN HER ATIŞINDA ÖLÜMLERDEN DÖNDÜĞÜNÜN FARKINDA OLMAYAN, DAMARLARININ BİR KÖŞESİNDE ANSIZIN GELİVERECEK PIHTILARDAN YAPILMIŞ VEDA HABERLERİ SAKLAYAN, AYRILIKLARIN ÇATLAKLARINDAN HÜZÜNLERİ ÖLÜMÜN NEFESİ GİBİ YUDUMLAYAN, SEVENLERİNİN GÖZLERİNİN IŞIĞINA SIĞINARAK ISINAN, UNUTULMAYI, YOK SANILMAYI EN ÜRKÜTÜCÜ UÇURUM BİLEN, GÜZELLİĞİNİ AYNALARIN KIRIKLIĞINDA ARAYAN, TOPRAĞA GİRMEYE ÜŞÜNEN, UZUN SÜREDİR ARAMIZDA YAŞAYAN DOSTUMUZ, ARKADAŞIMIZ, SIRDAŞIMIZ, KARDEŞİMİZ, BABAMIZ, EVLADIMIZ , ŞİMDİLİK UNUTMAYACAĞIMIZI UMDUĞUMUZ. BİR SÜRE UNUTMAKTAN UTANACAĞIMIZ, SONRA UNUTACAĞIMIZ, EN SONUNDA UNUTTUĞUMUZU DA UNUTACAĞIMIZ SENAİ DEMİRCİ DOĞDUĞU GÜN YAKALANDIĞI FANİLİK HASTALIĞINDAN, UZUN SÜREDİR YATALAK OLMASINA YOL AÇAN “HER NEFİS ÖLÜMÜ TADACAKTIR!” YARASINDAN, ÖMÜR BOYU SANCISINI ÇEKTİĞİ AMANSIZ YAŞAMA RAHATSILIĞINDAN KURTULUP ARAMIZDAN AYRIL[maya ayarlan]MIŞTIR. Senai Demirci Üstaddan....RABBİM razı olsun O'ndan.... |
Cvp: Cenazeme Gelir Misin ? hani duyunca hemen hatırlanırya inna lillahi ve inna ileyhi racuun böylesine hatırlatır yağmur hanınım, yağmurlu bir günün ıslak deminde biliyormusun sakın yağmurlu bir günde ölme ıslatma bizi olurmu... gerçi bu elimde değilki diyeceksin...haklısın kimin elindedirki değilmi |
Asil bir sükûnetin dizi dibinde nefeslenmektir “İnşallah” Varlığın sarp yokuşlarında nefesi kesilir insanın. Dudağına değince “İnşallah!” sözü; varlığı yoktan varedenin, yokluğu hiç sebepsiz varlığa doğru genişletenin iradesinden nefeslenir. Zamanın dar köşelerinde sesi eksilir insanın. Sesini bürüyünce “İnşallah!” kelamı, zamanı genişletenin, ömrü ebede bitiştirenin dilemesinden beslenir. Gündelik telaşların hızla inip kalkan göğsünde aklı daralır, kalbi yorulur insanın. Kalbini atınca “İnşallah!”ın asude iklimine, aklı aklanır, kalbi durulur. Dünyevî önceliklerin hazla gidip gelen sarkacında ruhu hoyratça savrulur insanın. Yüzüne gülünce “İnşallah!”ın muştusu, ruhu sılaya taşınır, hüzünleri yağmurda ıslanır. *** Asil bir sükûnetin dizi dibinde nefeslenmektir “İnşallah”... “Ben benden ötesine teslimim...” diye/bilenin inşirahıdır “İnşallah”. Kendi varlığının yükünü zayıf omuzlarından atıp hafiflediğinin resmidir “İnşallah”. Kendini kendinden öte taşıyan/taşıran insanın kabuğunu zorlayışıdır “İnşallah”.. “Ben buradayım ama burada kalmaya razı değilim...” diye/bilenin meydan okuyuşudur. Ellerine kudret elinin sarıldığını, gözlerine bin kutlu nazarın ışık olduğunu, yüzünü çevirdiği her yönde tek ve bir teselli vechinin beklediğini ilan edişidir. Kalbine yüklenmiş dağları bir nefeste silip süpürmektir inşallah. Varlığın koynuna tutunmuş insanı sonsuzluğun ufkuna doğuran bir sızıdır “İnşallah”... *** İnşallah, sebeplerin kör kuyusuna uzatılan ışıltılı bir kovadır. Ağaç köklerini ve toprağı kucaklaştıran “İnşallah”tır; toprağa hayat bahşetmektir, taşa pınarlar dilemektir. “Allah dilerse” tohum toprağa katışır; toprak ve tohumun boş ellerine çiçekler sunulur, kurak avuçlarına hayat akıtılır. Nereye indiklerinden habersiz, rüzgâr nereye eserse oraya gitmeye hevesli yağmur taneleri, “Allah’ın dilediğince” boynu bükük toprağı sevindirir, güllerin al yanağına gözyaşı olur, sabahın ak göğsüne şebnem diye tutunur. “Allah’ın dilemesiyle” sert ve ağır taşlar, ince ve nazenin köklere yol olur; o latif güzellerin kalplerine dokunmasıyla yollarında toprak olur. *** İnşallah, Yusuf’un[as] kuyuya iten hainlerin tuzaklarının itildiği kuyudur. O’nun dilemesidir ki Yusuf’u kuyudan çıkardı, kuyuyu Yusuf yüzlülere sırdaş eyledi. İnşallah, Yusuf’u[as] ucuza satan bezirgânları yok pahasına satan sırdır. O öyle istedi ki, kölelik ve kulluk Yusuf’la nice kralların erişemeyeceği şeref ve itibar bilindi. İnşallah, İbrahim’i[as] ateşe savuran ateş yüzlülerin kavrulduğu ateştir. O öyle diledi ki İbrahim’in teninde ateş güle çevrildi, alevin yanağından serinlik devşirildi. *** Dudak ile tebessümü birbirine yapıştıran sırdır “İnşallah”... Yüzün yüzüne düşen hüzünleri dağıtan dokunuştur “İnşallah”... İki kalb arasındaki soğuk mesafeleri eritip ısıtan ateştir “İnşallah”... Güneşin alevlerini gülün yanağına al al indiren serinliktir “İnşallah”.... Kelimelerin suskun hecelerinin koynuna anlamlar sunan hikmettir “İnşallah”... Sesleri söze bürüyerek birbirine bitiştiren, kaynaştıran mayadır “İnşallah”... Göğüslere nefesleri ele avuca gelmez, dokunulmaz, şeffaf bir genişlik olarak dokunduranın tenezzülüdür “İnşallah”.... *** “Elif”tir İnşallah... Varlığın alfabesinde dimdik duruştur. “Lâm”dır İnşallah... Yokluğun koynunda dupduru bir b/akıştır. “Mim”dir İnşallah... Hicranın solgun yanağına dosdoğru bir Muhammedî eğiliştir. Senai Demirci |
Cvp: Asil bir sükûnetin dizi dibinde nefeslenmektir “İnşallah” Insallah, ALLAHU teala dilerse olur manasina butun islerini ALLAHU TEALA'nin dilemesine havale etmek icin soylenen sozdur. ALLAHU tealanin huzurunda itaat edenlerden olmak icin, her iste Insallah demelidir! Hadis-i serifte, (Insanlar icin, Insallah demekten daha faziletli itaat edicilik yoktur) buyuruldu. (Sunu yapacagim) veya (Yarin suraya gidecegim) denince de (Insallah) demelidir! Bir kimse ile bir sey kararlastirirken Insallah denirse, sonradan o is yerine getirilmezse, yalanci olunmaz. (Miftah-ul cenne) Kesin islerde de Insallah denir. Mescid-i harama girilecegini ALLAHU teala bildirdigi halde, Insallah denmesini ogretmek icin, (Mescid-i harama Insallah gireceksiniz) buyurdu. (Feth 27) Ismail aleyhisselamin, (Babacigim, sana emredilen ne ise, onu yap! Insallah beni sabredicilerden bulursun) dedigi de Kur'an-i kerimde bildirilmektedir. (Saffat 102) Peygamber efendimiz de, mezarliga ugrayinca, olum muhakkak oldugu halde, ilahi terbiye geregi olarak, (Insallah biz de size kavusacagiz) buyurdu. (Muslim) Peygamber efendimiz, duasinin kabul olacagini ayet-i kerimeye istinaden kesin olarak bildigi halde soyle buyurdu: (Her Peygamberin duasi kabul olur. Her Peygamber, ummeti icin dunyada dua etti. Ben ise, Kiyamette ummetime sefaat izni verilmesi icin dua ediyorum. Duam Insallah kabul olacak. Musrik olmayanlarin hepsine sefaat edecegim.) [Muslim] Hz. Suleyman'in imtihani Kur'an-i kerimde mealen; (Biz Suleymani imtihan ettik. Tahtinin ustune bir ceset biraktik. Daha sonra o, yine [Rabbine] dondu) buyurulmustur. (Sad 34) Fahreddin-i Razi hazretleri buyuruyor ki: Suleyman aleyhisselam, bir gecede, zevcelerinin hepsini dolasacagini, onlardan herbirinden birer erkek cocuk dunyaya gelecegini, Allah yolunda muharebe edeceklerini soyledi. Fakat, Insallah demeyi unuttu. Sakat bir cocuk dunyaya geldi. Bunu goturup, babasinin tahtina birakiverdiler. Hadis-i serifte, (Yemin ederim ki, Suleyman aleyhisselam Insallah deseydi, dedigi gibi olurdu) buyuruldu. (Buhari) Resulullah efendimize; Ruh, Eshab-i Kehf ve Zulkarneynden sorulunca; (Yarin gelin,haber vereyim) buyurmus, Insallah demeyi unutmustu. Bu sebeple birkac gun Resulullaha vahiy gelmedi. Sonra su mealdeki ayet-i kerime nazil oldu: (Insallah demeden hicbir seyi yarin yapacagim deme!) [Kehf 23, 24] |
Selatu selam Peygamber Efendimize (sas) salavat getirmenin fazileti, faziletlerin en yükseklerindendir. Salavat, ilahi hazineleri en kolay açan bir anahtardır. Ayet-i kerimede ifade edildiği gibi Allah ve melekleri de salat etmektedirler. Biz böylece onlara iştirak etmiş oluyoruz. Bu durum Peygamber Efendimizi (sas) Cenab-ı Hak yanındaki derecesini gösterir. Onun için hem O’nu (sas) ziyaret etmeliyiz, Hem de O’na (sas) salat ü selam getirmeliyiz. 17 Ağustos 1999’da Gölyaka’da 4 katlı binanın altında kalan Yurt müdürü Hikmet Aker diyor ki, “Teyemmüm ederek abdest aldım. Bulunduğum yerde ayakta durma imkanı yoktu. Enkaz altında kalkabildiğim kadar ayağa kalkmaya çalıştım ve rüku vaziyeti kadar ancak yükselebildim. Ve namazımı başımı iyice öne eğerek kılmayı başardım. Şunu itiraf etmek isterim ki hayatımda en haz aldığım namazlarımdan birisi oldu. Susuzluk içimi yakmaya başladı Namazın sonlarına doğru yine aklıma su geldi. Su işini nasıl yapabilirim diye düşünürken yere damlar gibi bir ses duyduğumu farkettim. Namazımı tamamladım, dualarımı tamamladım. O karanlık ortasında sanki yıldızlara yükseldim. Yıldızlar avuçlarımda gibiydi. Çok güzeldi. Ama ben hizmete dönmek istiyordum. Salavat getirmeye başladım. Efendimiz (sas)’in kabrinin Gözlerimin önünde canlandığını farkettim. Kendisini (sas) gördüm. Buradan çıkıp kurtulacağımı söyledi. Onun için kurtulma ümidim hiç eksik olmadı. Su damlama sesi gelmeye devam ediyordu. El yordamıyla aramaya başladım ve suya ulaştım. Kaloriferin bir yeri delinmiş, tertemiz su akmaya başlamıştı. Hâlbuki aylardır kaloriferler yanmadığı için İçindeki su pas kokulu olur diye tahmin ediyordum. Kurtulduktan sonra oraya tekrar geldiğiğimde Kaloriferden akan suyun kirli ve paslı olduğunu farkettim. Hâlbuki içtiğim zaman tatlı ve mis gibi güzel kokulu idi.” Salâvat getirmenin yeri, zamanı ve insanın içinde bulunduğu Atmosferin durumu çok mühimdir. Bütün kapıların kapanıp sebeblerin bittiği bir anda derin bir şuurla okunan zikirlerin ve getirilen salavatların çok farklı neticelere ulaştığının çok güzel bir misali Hikmet Aker’in yaşadığı olaydan anlaşılıyor değimli sevgi değer dostlar |
Cvp: Selatu selam Yeter ki yürekten söyleyebilelim. Bir salavat dağları yerinden kaldırır. Dünyayı titretir. Rabbim o şuuru cümlemize nasip eylesin inşallah. Allah razı olsun. |
Cvp: Selatu selam esselamü aleykum; sevgi değer dostlar illaki bilirsiniz "Allâh ve melekleri Peygamber'e çokça salât ederler. Ey mü'minler! Siz de O'na çokça salât getirin ve tam bir teslimiyetle selâm verin." (el-Ahzâb, 56) âyet ve hadîs-i şeriflerde bildirildiği üzere salavât-ı şerîfe getirmenin pek çok faydaları vardır. acizane bunları kısaca özetleyecek olursak: 1- Salavât, Ahzâb Sûresi 56. âyette belirtildiği üzere Cenâb-ı Hakk'ın buyruğuna itâattir. 2- Salavât, günahların affedilmesine vesîledir. 3- Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e yakın olmanın en güzel ve en kolay yolu ona salavât getirmektir. 4- Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, kendisine salât okuyana mukâbelede bulunur. 5- Her salât getirenin ismi, Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e arz edilir. 6- Salât ü selâm okuyan kimse, Allâh ve Rasûlü'nün muhabbetini diğer muhabbetlere tercih etmiş olduğu için, O'nun ahlâkıyla ahlaklanmada seviye alır, kötü ahlaktan kurtulur, fazîlete erer. 7- Rasûl-i Ekrem'in kendisine olan muhabbeti arttığı gibi, onun da Efendimiz - sallallâhu aleyhi ve sellem-'e olan muhabbeti devam eder ve katlanarak artar. 8- Allâh Teâlâ'nın Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- ile bize ihsan ettiği lutuflar, sayıya gelmeyecek kadar fazla olmasına rağmen, salât ve selâm ile Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in üzerimizdeki hakkını çok az da olsa ödemeye çalışmış oluruz. 9- Allâh Teâlâ'nın rahmetinin üzerimize inmesine vesîledir. 10- Salavât unutulan sözün hatırlanmasına sebep olur. 11- Salavât duâların kabûlüne vesîledir. 12- Yine salavât kıyâmetin o zor gününde arşın gölgesinde gölgelenmeye vesîledir ki, hadîs-i şerif'te şöyle buyurulur: "Kıyamet gününde üç kişi Allâh'ın arşının gölgesinde gölgelenir: 1- Üzüntülü kişinin sıkıntısını teselli eden kişi. 2- Benim sünnetimi ihyâ eden kimse. 3- Benim üzerime çok çok salavât getiren kimse." Rabbim cümlemizi salavâtın özüne ulaşıp, Peygamber ahlâkıyla ahlaklanmayı, O'nun 23 yıllık nübüvvet hayatından lâyıkı vechile hisseler almayı ihsan eylesin!.. (Âmin) |
Şeytan bize uzak mı ?? Şeytan'ı pek fazla yanımızda hissetmiyoruz; uzaklarda, tuhaf biçimli, anlaşılmaz hileler hazırlamakla meşgul garip biri şeytan. Herşeyi güncelleştirip yenilediğimiz şu zamanda şeytan imajımız oldukça demode duruyor. Şeytanın hipermarketteki hileleri gündemde değil mesela.. Şeytan otoyola çıkmıyor, sürat yapmıyor, cep telefonuna cevap vermiyor. Bilgisayar kullanmıyor, CD ile aldatmıyor, politikaya karışmıyor, Ankara'ya uğramıyor, İstanbul'da boğaz turu atmıyor, blucin giymiyor, Bodrum'da güneşlenmiyor, borsada oynamıyor. Şeytan, ta Mekke'lerde hacıların hınçla taşladıkları hantal yürüyüşlü, kalın kafalı biri. Hatta giyinmesini de bilmez, görseniz dilenci sanırsınız. Kravatlı adamlar arasında dolaşamaz, şık giyimli kadınlar arasında aranmaz. Parfüm kullanmak aklına gelmez, renk uyumundan anlamaz.. Şeytan dediğin karanlık köşelerde, küflü kuytularda oturur. Puslu mekanlarda, dipsiz kuyularda, örümcek ağları arasında tozlu hayaller kurar. Ayakkabısını boyatmaz, saçlarını yıkamaz. Şeytan bizden uzak, biz şeytandan uzağız, öyle mi? Ne kadar da şeytani bir yanılgı... Hatırlayalım, şeytanın ilk eylemi Adem'e [as] secde etmemesiydi. Rabbi emrettiği halde secde etmedi şeytan. Bize, bu zamanın insanlarına oldukça tanıdık gelen bir gerekçeyle secde emrine karşı durdu[HIGHLIGHT=#ffff00]. "Ben," dedi, "ateşten yaratıldım, Adem ise topraktan." [/HIGHLIGHT]Ateşi topraktan üstün gördüğü için kul olmaktan çıktı şeytan. Yoldan saptı, istikameti kaybetti. Oysa, şeytan aynı gerekçeyle secde edebilirdi de.. Mesela, toprağı ateşten üstün gördüğü için Adem'e [as] secde ediyor olabilirdi. Ya da faraza kendisi topraktan, Adem [as] ateşten yaratılmış olsaydı, ateşi topraktan üstün gördüğü için secdeyi tercih edebilirdi. O zaman da, Rabbine karşı gelmekten kurtulmuş olur muydu şeytan? Oysa, kulluk Rabbin emrine gerekçe aramaksızın, bahane bulmaksızın, açıklama aramaksızın itaat etmeyi, teslim olmayı gerektirir. Şeytan Adem'e [as] ateşten yaratıldığı için secde ediyor olsaydı da, Rabbinin emrine karşı gelenlerden olmaya devam edecekti. Çünkü, bu durumda, hakikaten değil, siyaseten secde etmiş olacaktı. Kulluk icabı değil, konjunktur icabı secde edecekti. Rabbine değil, modaya uymuş olacaktı. Allah'tan, şeytanın siyaseti hakikatle benzeşmedi de, kulluğun icabı konjunkturun icabıyla çakışmadı da, net bir şeytan tablosu çıktı karşımıza. Şeytanın tekebbür ettiğini ayan beyan anladık, yoldan çıktığını ulu-orta görebildik. Öbür türlü, hiç olmazsa görüntüyü kurtarabilirdi. Ama görüntünün altında sahih olmayan bir gerekçe saklıydı, davranışını sahici olmayan bir muhakemeye dayandırıyordu. Çünkü, başından yanlış bir referans düzlemi seçmiştir şeytan. Kul olmaya göre değil, bir maddenin diğerine üstünlüğüne, birinin soyunun diğerinden asil oluşuna göre muhakeme yürütmeye başlamıştır. Bu noktadan sonra isabet etse de, isabet edemez, doğru görüntü verse de, yanlış duruşdan kurtulamaz. Böyle düşününce şeytanın bize epey yakın durduğunu anlıyor insan. Şeytan birden geçmiş asırların pusundan sıyrılıp, gün gibi ortaya çıkıyor, caddelerimizi, evlerimizi adımlamaya başlıyor. İnsanın verdiği görüntü doğru, sahih ve sahici olabilir, ama gerekçe sahih ve ihlaslı olmayabilir, doğru bir gerekçeye dayanmıyor olabilir. Doğru, sahih davrandığımız yerde, sadece kul olma ve Rabbimize teslim olma saiki yetmeyebiliyor, yanımıza insanların beğenisini, çağın gereklerini, modanın icabını da almak istiyoruz. Veya kendimizce meşru, mühim, vazgeçilmez bir hedefe varmak uğruna "şimdilik", "daha sonra düzeltirim" ve " iyi ama ne yapabiliriz ki..."gibi gerekçelerle yolumuzdan sapıyoruz. Görüntüyü kurtarırkan sahici olmayan gerekçeler icad edebiliyoruz. Veya sahici olduğunu düşündüğümüz gayeler uğruna yalan-yanlış görüntüler veriyoruz. Tam da şeytanın saptığı yerden sapıyoruz. Yalın bir mü'min olma cesaretini ve kararlılığını gösteremiyoruz. Bunun sebebinin sırf başkalarından korkmak olduğunu sanmıyorum. Sorun, nefsimizin iğvalarını aşamamaktır. 'İslam garip geldi, garip gidecek' mealli hadisin konusu olmak istemediğimiz ortada... 'Takiyye' sınıfından bütün numaraların altında 'garip'liğe razı olamamak ya da 'garip'liği göze alamamak var gibi. Garip ki, bu da bizi ayrı bir garipliğe götürüyor.... Yalın bir mümin olma cesaretini kendimizde göremiyoruz, bu da başkalarından korkmaktan çok kendi nefsimizin iğvalarını aşamamaktan kaynaklanıyor. Kendi kalbimizi nefsimizin salvosundan korumak uğruna, idmansız, donuk ve kalıpla hareket eden bir kalbin sahibi oluyoruz. Aklımızı, vehmimizin ve nefsimizin labirentlerine dokundurmaktan korktuğumuz için, kalıpla düşünen, donuk cevaplarla idare eden bir aklın sahibi oluyoruz. Duygularımızı acıların ortasına salmaktan korktuğumuzdan, acının ortasından geçmiş, pişmiş, yanmış, maya tutmuş, tavında döğülmüş bir kişilik sunmaktan geri kalıyoruz. Sadece taraftarlığa indirmişiz müslümanlığımızı, İslamın anlamını yani 'teslim olma'yı bilmiyoruz? Enfüsümüzdeki diyalektik yoksunluğunu da sahte ve sahici düşmanlar icad ederek telafi etmeye çalışıyoruz. Yalın ve yalnız olarak kendini tanımlayamayanların yaptıkları gibi başkalarına sadece başkalarına karşı taktikler yürütmekle vakit harcıyoruz. Böylesi ancak heyecanlı oluyor.. Şeytanı bizden biraz uzakmış gibi gösteriyor. Oysa şeytan uzak durmakla sokuluyor yanımıza. Senai Demirci / Zafer Dergisi |
Cvp: Şeytan bize uzak mı ?? şeytan bize uzak olduğu kadar yakındır,yakın olduğu kadar da uzaktır. uzaklığına yakınlığına biz karar veririrz. pisi pisi dersen kucağındadır. hoşt hoşt desen balkondadır. euzu dersen timarhanededir. yani senin ona vereceğin kadroya bağlıdır |
Cvp: Şeytan bize uzak mı ?? '' Dünyadan sakinin. Kadinlardan da sakinin. Zira seytan cok aldatici, yaniltmak icin gozetici ve netice alicidir. O, takva sahiplerini avlamakta kadinlardan daha uygun bir tuzaga sahip olmamistir. '' Ravi: Hz. Muaz (r.a.) Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den rivâyet olunduğuna göre Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Horozların öttüğünü işittiğinizde (dileklerinizi) Allâh'ın fazl-ü kereminden isteyiniz!. Zirâ horozlar melek görmüşler (de öyle ötmüşler) dir. Merkebin anırmasını işittiğinizde de şeytan (ın şerrin) den Allâh'a sığınınız (ve: Eûzü bi'llâhi mine'ş-şeytâni'r-racîm, deyiniz). Çünkü merkep şeytan görmüş (de öyle anırmış) dır. Bu hadislerden de anlaşıldığı gibi şeytan bize yakın ama untmayalım kı Rabb-i Rahim bize şah damarımızdan bile daha yakın. |
selatü selam Allah ve melekleri O şanlı)Nebî'ye salât etmekte Onun şerefini gözetmeğe, Yüceltmeğe özen göstermekte)dir. Ey iman edenler, Siz de Ona salât ve içtenlikle selâm edin." Allahım Allahım, Efendimiz Hz. Muhammed'e Ve Efendimiz Hz. Muhammed'in âline salât et Ve o salât ile bizi bütün korkulardan ve afetlerden koru, Onunla bütün ihtiyaçlarımızı gider, Bizi bütün günahlardan temizle, Onunla bizi katında en yüce derecelere çıkar, Hayatta ve ölümden sonra bütün hayırlar adına En ileri hedeflere bizi ulaştır. Âmin, ey dualara icabet eden (Allahım). Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Allahım, Efendimiz Hz. Muhammed'e ve Onun âline, Gece ile gündüzün birbirini izlediği, Sabah ile akşamın birbirini takip ettiği, Gece ile gündüzün art arda gelip durduğu Ve iki kardeş yıldızlarının karşılıklı doğdukları Müddetçe salât eyle. Onun ruhuyla Ehl-i Beytinin ruhlarına Tahiyye ve selamlarımızı ulaştır. Ona ve Ehl-i Beytine merhamet et, Bereket ihsan eyle, haşr ü karar gününe kadar Çok çok selâm eyle. Ya İlâhenâ, bu salât ü selâmların her birerleri ile Bizi bağışla, bize merhamet et ve bize lütufta bulun. amin bi hürmeti men erseltehu rahmetenlil alemiyn. varıdatı sıryani |
Salat ve Selam Senin İçindir Ey Nebi! Efendiler Efendisi’ne (sas) her fırsatta salât u selam getirmemiz ona karşı vefamızın gereğidir. Çünkü, salât u selamlarla onu her anışımız, hem onun peygamberliğini bir tebrik, hem getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkür ve hem de bildirdiği fermanlara itaatimizi ve biatımızı yenilememiz manasına gelmektedir. Efendiler Efendisi’ne salât u selâm okumakla, ahd-ü peymanımızı yenilemiş, ümmeti arasına bizi de dahil etmesi isteği ile kendisine müracaat etmiş oluyoruz. “Seni andık, Seni düşündük; Allah Teala’ya Senin kadrini yüceltmesi için dua ve dilekte bulunduk” demiş ve “Dâhilek ya Rasulallah / Bizi de nurlu halkana al ey Allah’ın Rasulü!..” talebimizi tekrar ederek onun engin şefkat ve şefaatine sığınmış oluyoruz. Salât u selama Efendimiz’den daha çok biz muhtaç bulunuyoruz. Ona müracaatımızla mevcudiyetini, büyüklüğünü kabullenmiş ve küçüklüğümüzü, hiçliğimizi ilan etmiş; aczimiz ve fakrımızla beraber, şiddetli ve çok büyük bir günün endişesiyle melce ve mencâ olarak Resul-ü Ekrem’e dehâlet etmiş, arz-ı ihtiyaç ve arz-ı halde bulunmuş oluyoruz. “Salât”, tebrik, dua, istiğfar, rahmet gibi anlamlara gelmektedir. Salât kelimesinin çoğulu “salavât”tır. Kur’ân’da buyurulur ki: “Allah ve O’nun melekleri Peygamber’e hep salât ederler. Ey mü’minler, siz de Ona salât (ve dua) edin ve samimiyetle selam verin.” (Ahzab, 33/56) Bu âyeti kerimeyle, Peygamberimize salât ve selamlar getirip hürmetlerini arz etmek her müslümanın yapması gerekli olan bir görevdir. Her müslüman en azından “Âllâhümme salli alâ Muhammed - Allâhım rahmet ve bereketin Efendimiz Hazreti Muhammed üzerine olsun” diyerek salât getirmek mecburiyetindedir. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]Efendimiz, “Yanında benim adım anılıp da bana salât getirmeyen kişinin burnu sürtülsün, hakarete uğrasın.” buyurmuştur. Bu hususta; bazı alimler, “Hz. Peygamber’in adı ne kadar anılırsa anılsın bir defa salât edilmesi yeterlidir.” derken, alimlerin çoğunluğu ise, “Efendimiz’in adı her anıldığında salât u selam getirilmesi gereklidir.” demiştir. Bazıları, insanın, ömründe bir kere salât u selam getirmesinin vâcib olduğunu söylerken, İmam Şâfi gibi kimseler de nâm-ı celil-i Muhammedî her anıldığında hemen salât u selamla Ona senâda bulunmak gerektiği kanaatindedirler. Salât u selam meselesine vefa borcu nazarıyla bakmak lazım. Efendimiz’e karşı borçluyuz. Allah, bazılarımız için ağır gelebilecek şekilde her an o borcu ödüyor olma şuuru içinde bulunmakla bizi mükellef kılmamış. Her an O’nu hatırlıyor olma, O’na hiç durmadan salât u selam getirme teklifinde bulunmamış. Fakat, biz zaten O’nun getirdiği dinin hükümlerine riayet ettiğimizde bir yönüyle O’na karşı medyuniyetimizi de sürekli dile getirmiş oluyoruz. Günde beş defa minarelerimizden olduğu gibi gönüllerimizden de yükselen ezanımızı düşünelim. Her namaza yürüyüşümüzde, “Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden, Şehbâl açınca rûh-u revân-ı Muhammedî; Ervah cümleten görür “Allahu Ekber”i, Aks eyleyince arşa lisân-ı Muhammedî.” (Yahya Kemâl) sözlerinin hakikatini seslendiriyor ve önce ezanla vefamızı ilan ediyoruz. Zât-ı Uluhiyet’in yanında Efendimizin nâm-ı celîlini de anıyoruz. “Lâ ilahe illallah”ın, “Muhammedün rasûlullah “tan ayrılamayacağını, şehadetin ancak ikisini beraber söylemekle gerçekleşmiş olacağını gösteriyoruz. Üstad Hazretleri’nin de Mektubât’da belirttiği gibi, kelime-i şehadetin iki kelâmının birbirinden ayrılamayacağını, onların birbirini tazammun ve isbat ettiğini, biri birisiz olmayacağını ifade ediyoruz. Evet, madem Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) Hâtemü’l-Enbiyadır, bütün enbiyanın vârisidir. Elbette O, bütün vusûl yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrâsından hariç hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sadi-i Şirazî gibi derler: “Ey Sâdî! Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) örnek almadan bir kimsenin selâmet ve safâ yolunu bulması imkânsızdır.” Gözümüz Seninle aydın Ya Resulallah Cenabı Hakk’ın isminin yanında Efendimizin de adının bulunmasıyla alakalı Endülüslü büyük alim Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif’inde şunu nakleder: Hazreti Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâbı Allah’a Efendimiz’i şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Allah Teâlâ’nın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedun rasûlullah’ yazısını gördüm. İsmi, Senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan biri, Sen’in yanında en kıymetli olsa gerek!” şeklinde cevap vermiştir. Bazı kitaplarda rivayet edildiğine göre, ezanı işiten kimse, birinci “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah” denilince: “Sallallahu aleyke ya Rasûlallah = Allah sana salât etsin, ey Allah’ın Peygamberi!” der. İkinci defa, “Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” denilirken de “Karret aynî bike, ya Rasûlallah = Gözüm seninle aydın oldu/olsun, ey Allah’ın peygamberi!” der. Bunları söylerken de, baş parmaklarının uçlarını öperek gözlerine sürer ki, bunun müstahab olduğu ifade edilir. Gözüm seninle aydın oldu... ne güzel bir söz. Hani, Türkçemizde “göz aydınlığı” tabirini kullanırız.. çocuğu doğana, oğlu askerden gelene, evladını evlendirene... hep “gözünüz aydın olsun” deriz ya!. İşte “Karret aynî bike ya Rasûlallah” sözünün karşılığı da aynı manadır. Yani, onun nam-ı celilinin her ilan edilişinde âdetâ yeni bir viladete, yeni bir vuslata ve bambaşka bir şeb-i arûsa şahit oluyor gibi “Ya Rasûlullah, Seninle gözümüz aydın oldu” deriz: Sen geldin her şey karanlıktan kurtuldu, her varlık ışığa gark oldu. Sen geldin, gözlerimizin içi aydınlandı, kalbimiz aydınlandı, dünya aydınlandı, ukbaya giden yollar aydınlandı. Sen geldin, yürüdüğümüz yollar nurlandı, adımımızı atacağımız, ayağımızı basacağımız yerler aydınlandı. Kaynak : Ailem Dergisi/175 |
Cvp: Salat ve Selam Senin İçindir Ey Nebi! Sen,geç kaldığımız yerde Yusuf sözlümüz bekle bizi Geç kalmıştı...Geç kalmaya dair lügatllerde ,meydanlarda,köşelerde,şiirlerde ne kadar [LEFT]acı söz söylenmiş ve yazılmışsa,hepsi birden amansız arı vızıltıları gibi dolmuş kulaklarına.kaçırılmış şeylerin hepsi ,ama hepsi,bir gülücük,bir güzel kucaklaşma,bitatlı bakış,kardeşçe bir dokunuş,omuzlarına indi.Soğuk ve katı bir taş gibi.Kaçırdığına ağlayanların göz yaşları deniz olup gözlerine hücum etti.Geç kalmışlıkların cümle pişmanlıkları alev alev cehennem olup yakasına yapıştı.Dudakları kurudu .Sesi iç çekişlerine söz olamadı utancından.Geç kalmışların,gafillerin,haksız yere unutanların, kadir kıymet bilmeyenlerin yanı başında,eşsiz bir kadirşinaslıkla suskunca bekleyen o"Ah"sesi bile,korkup geri çekildi dudaklarından."Ah ki ,ah çekemediğime ah"Çöllerin bile birbirine eklenerek anlatamayacağı,dağların omuz omuza verseler de güç yetiremeyeceği uğursuz bir uzaklığın öte ucunda kalakalmıştı...... [LEFT][B] Senai Demirci.Selam sana ey Nebi den. |
Hoş geldin bize sevgili pişmanlık… Tenimizdeki çizik olmadan nasıl anlamıyorsak canımızın incinebilirliğini, pişmanlığın sızısı olmadan fark edemiyoruz içimizde saklı masumiyeti. Sessizce akıp giden suyun önüne çıkan bir çağlayan yahut kaya gibi suçlarımız; vicdanımızın sessiz bekçiliğini hatırlatırlar bize, girdaplar, fırtınalar katarlar masum sandığımız hayatımıza. Kendimizi masum ve günahsız, hatasız ve kusursuz bildiğimizde kalınlaşıveren, kalınlaştıkça da ruhumuzu sağırlığa hapseden demir perdeyi yıkar günahlar. Dokunulmazlığımız üzerine kurduğumuz sırça sarayın yıkılışını haber verir içimizde yükselen “ah!”lar. Gururun kalesinin yangına verilişine denk düşer hatamızın utancını kıpkızıl yüzümüze taşıdığımız anlar. Pişmanlığın o kekremsi tadı, o akrepsi sokulganlığı utançla tanıştırır bizi. Utançla tanıştığımızda da, utanabilen yanımızla, içimizde suskunca bekleyen vicdanımızla buluşuruz ilk defa. Film gibi hani… Sevdiğimizle çarpışmak gibi köşe başında; defterler kitaplar dağılırken havada, kalpler buluşur, gözler el ele tutuşur ya. O hata; o sakarlık, o dikkatsizlik, o sürçme, o ayak kayması, o kaza, utanabilen yanımızla tanıştırır bizi. “Ah!” ettiren her günah, bağışlanmanın ve affın, rahmetin ve gufranın serin pınarlarına susatır bizi. Hiç istemeden olmuş gibi, kaza ile değmiş gibi sokulur günah ve kirler ruhumuzun billur sularına. Paslı bir bıçak gibi bulandırıverir kalbin duru ayazmalarını. Sular üzerinde rüzgâr ürpertisi gibi, dudaklarımızda içli yakarışların kıpırtısını başlatır hatalar. Yağmurun çöllerin kumunu yarması gibi, içimizin de içinde sancılı itiraflara kuytular açar günahların darbesi. Vicdanımızın kulağının dibinde fısıltılı hesaplaşmalara çağırır bizi pişmanlıkların nefesi. Utandırır bizi. Utandırdığı gibi, utanabilir olduğumuzu da hatırlatır bize. Yüzümüz kızarır, başımız öne eğilir, mahcubiyetle kısılır gözlerimiz, belki gözyaşı dökeriz. Müşfik bir baba gibi teselli eder bizi pişmanlığımız: “Ağlıyorsun ya işte; o işi yapmayı yakıştıramadın kendine. Sen elinle ettiğinden fazlasısın. Sen bile isteye ettiğin günahtan daha yukarıdasın…” Kucağımızda hiç durmadan ağlayan bebek gibi, habire sızlanan bir hasta gibi buluruz pişmanlığı. Ne inkar edebilir, ne unutabilir ne acısını dindirebiliriz. Bırakalım öyle kalsın! Acısın. Kanasın. Ağlasın. Sızlansın. Dağlasın göğsümüzü. Yırtsın yüzümüzü. Kendi gözlerimizin içine baktığımızda, hemen yüzünü gösterip utandırsın bizi. Bizi bize gammazlasın. Acısına ihtiyacımız var pişmanlığın. Ya hiç acıtmasaydı günah kalbimizi? Ya pişmanlığın sızısı hiç yapışmasaydı yakamıza? Kurtulmak için çırpındıkça üzerimize atılıvermeseydi pıtraklar gibi? Kıvrandıkça, kıvrandıkça yine yeniden yakalamasaydı bizi bileklerimizden? İyi ki öyle... Kaynağı saptanamayan ağrılarda hastalara, kural gereği, ağrı kesici verilmez. Çünkü ağrısı olmazsa, hasta çare aramaz. Kıvranmazsa, ağrının odağını bulmaya yönelik zahmetlere katılmaz, katlanmaz. Pişmanlığın da soğuk sert taşlar gibi vurması beklenir ayaklarımıza. Hiç bitmeyen kışlar gibi soğuk buzlar düşürmesi gerekir alnımıza. Firari mahkûmlar gibi köşe bucak tedirginliklere mahpus etmesi istenir bizi. İlk fırsatta, saati geri alma telaşına düşmek, takvim yapraklarını yerine yapıştırma telaşıyla yanıp tutuşmak gerek. Günahı, ömrünün son deminde ak örtülere sarılmış adamı/kadını acı bir sırla kirletmek diye bilmek gerek. “Kim aklar beni?” diye bütün kapılardan eli boş döndüğümüzde, “illâ O” diyecek çaresizliğin dizi dibine oturtmalı bizi pişmanlığımız. Rahmetin ve gufranın dergâhında kusurluluğumuzu ve günahkârlığımızı şefaatçi bilip öylece ümitlenmeliyiz Allah’tan. Hiç koşulsuz affedileceğimiz kapının eşiğinde umutla ve gözyaşıyla oturabilmeyi öğretmeli bize pişmanlık. Kimselere diyemediğimiz sırlarımızı kabuğunda sızlanan bir inci gibi rahmetin kucağına itiverme ihtiyacını tir tir titreyerek hissetmeliyiz pişmanlık göğsümüze sarıldığında. Ne kadar çok hata etmişsek etmiş olalım, sonsuz serin bir okyanusun maviliğinde kir pasımızı kimselere göstermeden yıkayıverme umudunu göğsümüzde cılız pınarlar gibi biriktirmeyi vaat eder bize pişmanlığımız. Sevapça hiçbir şey edemediğimizi, ettiklerimizin de bize ait sayılmayacağını aniden görebilmek demektir günahların “ah!”ları. O’ndan korkup yine O’na kaçacak denli anaç ve müşfik olan rahmeti acıyan dudaklarımızla içmeyi sadece pişmanlığımız öğretir bize.. O tatlı Şebnem Ferah şarkısı gibi, “Sil baştan başlamak gerek bazen. Hayatı sıfırlamak. Sil baştan sevmek gerek bazen. Her şeyi unutarak, yeni baştan sevmek gerek.” Sil baştan başlama telaşıyla affın boynuna sarılırız pişmanlığımızla. Sil baştan sevildiğimizi ummak adına rahmetin kucağına bırakırız gözyaşımızı. Sancıyan vicdanımızla, utanan yüzümüzle, ağlayan gözümüzle, titreyen dudağımızla içten bir özür, mahcup bir tövbe fırsatı sunar bize pişmanlığımız. Ya hiç olmasaydı pişmanlığımız? Hiç yakmasaydı canımızı? Ağrı hissedemeyen hastalar gibi yakardık rahmete yürüyen ayaklarımızı, kırardık affı avuçlayan ellerimizi. s.demirci@zaman.com.tr senai demirci |
Mekke geceleri Beyazdır Cidde havaalanından Mekke'ye karayoluyla gidiliyor. Yol boyu, telbiyelerle aradaki mesafeyi eritmeye çalışıyoruz. "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk!" nidaları, sadece Mekke yolunu kısaltmıyor; "Nerdesin?" diye soran Rabbimizin hitabına bigâneliğimizi de eritiyor; Rabbimizden uzaklağımızi da kapatmaya vesile oluyorlar: "Buradayım Yâ Rabb', buyur." Bizi O'nun emrine icabet etmekten alıkoyan putları, duvarları aradan kaldırmaya çabalıyoruz: "Senin şerikin yok! " Herkes birbirinin şahidi ve şefaatçisi bu davada. Başkalara minnet etmenin yükünü omuzlarımızdan atıyoruz. Çünkü, "hamd Senin, ni'met Senin, mülk de Senin!" diye telkin ediyoruz birbirimize. İhramın hafifliği kalbimize sirayet ediyor öylece. Netice-i kelâm, "Senin şerikin yok." Herkes bir ağızdan bağırıyor ama, emr-i İlâhiye "Lebbeyk..." demekte birer bireriz. Herkesin kendisinden başka sayısız şahidi var. Yol boyu güneşle kavrulan, boz, çıplak, azâmetli dağları süzüyorum. "Sen bu dağlari nasıl tebessüme getirdin yâ Resulullah?" diye soruyorum. "Sen bu yetim kâinatı nasıl gülücüklere boğdun?" İnsan buralarda Resûl-ü Ekrem'in (asm) gözünün değdiği bir şeyler arıyor. Gözümüzü binalardan ve yollardan kaydırıp, dağ ve taş arıyorum hâlâ. Doğrusu, O'nun (asm) gözünün değdiği bir şeye bakmak, O'nunla göz göze gelmek gibi bir şey... Mekke'yi gösteren levhalardaki rakamlar küçüldükçe, telbiyelerin sayısı artıyor, kelimeler büyüyor büyüyor, nefesime sığmaz oluyor. Arasıra tekbirlerle süslüyoruz, telbiyelerimizi. Ne çare , tekbire eşlik edemiyorum, buralarda göz yaşları izinsiz ve sebepsiz terkediyor yuvasını. Mekke'ye çok sayıda tünelden geçerek dahil olunuyor. Mekke'nin eteklerine kadar biriken hasret her tünelin ucunda duvarını yıkmak istiyor. Ama tüneller tünelleri izledikçe hasret kendi içine katlanıyor, harlanıyor; kav gibi her an alevlenmeye hazır bir hâl alıyor. Ne lâtif tevafuk ki, insan da Rabbine ve Resûlüne (asm) erişmek için böyle nice heva heves dağlarını delmek zorunda. Ömür boyu sürüp giden bu Ferhad-misal mücâdele, Kâbenin yanına yaklaştıkça tecessüm ediyor sanki. Garip ki, her tünel çıkışında karşımda hasretini duyduğum Kâbe manzarasının çıkacağını zannediyorum. Delinecek daha çok dağlar olmali ki, bir tüneli diğeri takip ediyor. Sonunda Kâbeye böyle varılamayacağını anlıyorum. Önce ağırlıklarımızdan kurtulmamız gerekiyor; bagajlarımızı otele yerleştirdikten sonra güneşin batmasını bekliyoruz. Gece bir beyaz sel halinde taşıyoruz Mekke sokaklarına. Otobüste yerimizi alırken, İhsan Atasoy Ağabey, "Mekke geceleri beyazdır" diyor. Doğru ya, hayatımın en aydınlık gecesi bu. Gün solmuş, güneş batmış ne yazar... Az ileride bir yerde, gece kadar kara bir nokta beyaz gecemizin nurlu siyahlığını tamamlayacak. Beyazlara bürünmüş arzlıların tamamladığı halkanın orta yerinde, semâv', kara renkli göz bebeğim beni bekliyor. Ama yine daracık ve tıkalı tüneller.. Dağlara bakıyorum yine, O'nunla (asm) göz göze gelebilmek ümidiyle. Ama gözlerim doluyor... Gönlümde bu denli tutuşan ateşler çare olamayacağını bile bile, gözlerim yaşlar serpiyor. Neden bu kadar sevgilisin Yâ Resûl? Ağlamak kolay Mekke'de.. İklimin kuraklığına inat, gözler alabildiğine sulak.. Ve çorak çöl toprağı kulların göz yaşlarının değdiği yerde, ebed' baharlara beşiklik ediyor. Hem kimse kimseye neden ağladığını da sormuyor ya, ne güzel... Mekke'nin Kara Güneşi Gece kelimesi, insanda sessizliği ve karanlığı çağrıştırır. Mekke'de öyle değil, oysa. Güneşin renklerinin yeryüzünden çekilivermesi bir şeyi değiştirmiyor. Beyazlara bürünmüş milyonlarca insan, gecenin karanlığını her noktasından deliveriyor. Diller dünya lakırtısından sıyrılmış, geceyi velveleye veriyor. Geceler, gündüzler kadar avazlı ve beyazlı Mekke'de. Mekke'nin kara güneşi hiç batmıyor çünkü. Güneşin batmasıyla birlikte, kalplerdeki yerini daha bir dolduruyor Kâbe. İnsan ruhundan yoğrulma beyaz seyyarelerini bir çekip, bir bırakıyor. Kara bir taşı andıran Beytullah'ın etrafındaki insan seli dinmiyor. Sanki bütün dünyanın mü'minleri denize koşan sular misâli başlarıni bu taşa vurdukça, beyaz beyaz köpürüyorlar, süzülüyorlar. Kâbe, insanin bütün hatiatını, kusurunu, ayıplarını emip yutuyor. Menfaatini düşünen bir kimse göremezsiniz tavafta. Gözlerde ve gönüllerde sadece Kâbe var. Ubudiyetin yöneldiği makâmın temiz ve taşlaşmış temsili gibi herkesin merkezinde suskun, ağırbaşlı duruyor Kâbe. Herkes kendi hayatının manasının kendi nefsi dışında bir noktaya bağlı olduğunu açıkça ve net görüyor. İnsanlar, bir harf olduklarıni; kendi manâlarının kendi nefislerinde değil, nefislerinin ayinedârlığında olduğunu hissediyor. Herkes kendini değil, bir başkasını gösteriyor. Herkes herkese, kendisini değil bir başkasını gösterdiğini gösteriyor. İnsan tüm dünyeviliğini sabun köpüğü gibi sıyırıyor elinden ve dilinden. İnsan âdeta durulanıyor, fakat insan seli durulmuyor. Köpük köpük af yağıyor Kâbe'den. Suların aktıkça saflaşması gibi, insanlar döndükçe temizleniyor. Tavaf halkasına dahil olmak anlatılmaz bir duygu. Kâbe'yi merkezinize alıp, yürümeye başlıyorsunuz. Kendi iradenizle başladığınız yolculuğun hemen başında, iradenizin hükümsüzlüğü ortaya çıkıyor. İnsan seline katıldıktan sonra, yürümek ve yürümemek arasındaki tercihiniz iptal oluyor. Artık yürüyor değil, sürükleniyorsunuz; dönüyor değil akıyorsunuz. Ayaklarım Kâbe'nin etrafında, Kâbe'yi gözlerimin ortasına yerleştirip, yönümü ve yolumu irademin kontrolünden çıkardıktan sonra, kalp ve aklın bağlılıkları Kâbe'nin kara renginde soğruluyor. Kâbe nefsimizin karasını emercesine, aydınlatıyor gaflet gecemizi. Beyazlara bürünmüş insanların orta yerinde bir kara güneş gibi yükseliyor; hiçbir göz kapağının uykusu olmamacasına. Kâbe'ye yakınlaştıkça, Kıble'ye yönelmenin anlamı da cisimleşiyor. Tevhid hakikati, tek bir yön, tek bir nokta önünde somutlaşıp, katılaştıkça, Bir'i göstermeyen herşeye yüz çevirmeyi, herşeyi TEK ve BİR adına bakmanın ağırlığını hissediyorum. Öyle ki, Kâbe'yi TEK ve BİR olarak görmek, herşeyi bir kefesine alan bir terazinin diğer kefesinin birden ağması gibi anlık bir şaşkınlık getiriyor. Herşey hafifliyor, VAHDET ağırlaşıyor. VAHDET, Kâbe'nin cismi kadar yalın ve reddedilmez biçimde ortaya çıkınca, KESRETİ terketmekle zorlanıyor insan. Öyle ki, gördüğüm bu Kâbe'nin herkesin, her zamanki Kâbe'si ile aynı olup olmadığından şüpheye düşüyorum. "Yoksa başka bir tane daha mı var?" Vehim ne kadar itiraz ederse etsin, terazinin VAHDET kefesi, hacıların nefesleri ve adımları sayısınca ağırlaşıp yerine oturuyor; KESRET kefesi bir daha inmemek üzere hafifliyor; boşalıyor. Zira, bunca kesretin böylesi somut ve katı bir VAHDETE yönelişini, göz gördükçe, akıl çaresiz kalıyor. Gözün görmeyen beyazı gibi akıp duran hacılar, gözün gören siyahlığında, Kâbe'de topluyorlar bakışlarını. Kara bir gözbebeği gibi VAHDETİ görüyor Kâbe, VAHDETİ gösteriyor. Günahlar ve kusurlarla dokunmuş kara lekeleri âyân ediyor. Kara bir güneşi var Mekke'nin. Gece kimsenin aklına gelmiyor, gözler karanlığı unutuyor. Kara güneş sadece gözlerin değil, kalblerin sahahını da müjdeliyor.... |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]Kâbe uzak değil... Sevgili dostum, Yolculuklar tekdüze akıp giden hayatımızın kırılma noktalarıdır. Ayağımız sıkı sıkıya yere yapışık, durup durdukça geçip gitmez sandığımız ömür sermayesi, her ayrılıkla kıyısindan köşesinden ufalanır. İnsan sefer' olduğunu hatırlıyor yolculukta. Alışageldiğimiz şeylerden koptukça 'aceleci bir misafir" sıfatı gelip oturur üzerimize. Zamanın durgun ve sessiz akışı, küçük ayrılıklarla köpükleniyor, ayrılık anları dere yatağında beklenmedik çağlayanlar gibi gürültülü bir düşüşle emiyor zamanı. Oysa değişen bir şey yoktur, zaman zaten akmaktadır da, gürültüsünü yeni işitiyoruzdur. Ayak diremeye ne hâcet! Nihâyet ben de sen de her günbatımında rüzgârını yüzümüzde hissettiğimiz durmak bilmez bir seferberliğin erleri değil miyiz? Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Kimilerinin dünyanın döndüğünü kabul etmeye yanaşmamalarını şimdi anlıyorum. Bu mesele sadece Galileo ve Kilise arasında kalacak kadar basit değil. Kim olsa, kararsızlığı, gelip geçiciliği yakıştıramıyor dünyasına. Dünya dönmesin istiyor, seyrü sefere kör ve sağır kalmak istiyor. Onca mezartaşı, gelip geçenlerin tek kelimelik, katı, tok ve yalın birer nasihati olarak gözümüz önünde dikilip dururken, aklımız taş üstüne taşlar koyup burada biraz daha kalmanın hayâli ile meşgul. Sadece dünyanın dönüşünü değil, kendi dönüşünü de unutuyor insan. Döneceği yeri unutuyor. Seferden geri kalmak istiyor. Gönderilmişliğini hatırlamak istemiyor. 'Uyku ölümün küçük kardeşidir," diyen haklıdır şüphesiz. Uyku, bir ölçüde herşeyi terkedişi saklar içinde. Göz kapağı kadar incecik bir perdenin gerisinde, eşinden, dostundan, şehrinden, makamından, rütbenden ve nihayet kendinden kopuverirsin. Herkesle ve herşeyle olan bağların çözülür. Habire eğirip durduğun hayat yumağı dağılıverir. Ayaklarımız dünya toprağından çekilir, zamanı ve zamanımızı unuturuz uykuda. Uykuyu 'ölümün küçük kardeşi" diye bilenlerin bilmesi gereken bir şey daha vardır. Ölümün uykudan başka kardeşleri de olabilir pekâlâ. Yolculuk gibi, ayrılık gibi meselâ. Zaten uykuyu da ölüme kardeş eyleyen bu ayrılık bağı değil midir? Uykunun ayrılıklarını farkında olmadan yaşadığımız için olsa gerek, uykuda saklı ölümcükleri pek keskince hissedemiyoruz. Fakat yolculuğa bilerek giriyoruz; bile isteye uzaklaşıyoruz sevdiklerimizden; bağlılıklarımızı kanımızı akıtırcasına sıcak ve dirice koparıyoruz kalbimizden. Niyetle başlıyor yolculuk. Farkında olmanın niha' ifadesidir niyet. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadığımız mekanı solgun bir güle dönüştürüverir. Etraftaki herşey birden eğretileşir, âdeta arzın çekim alanından sıyrılır, uçuşmaya başlarlar. Mekânla olan bağlarımız zayıflar, müphemleşir. Mekâna bağlılığımız çözüldükçe, zamanın da üzerimizdeki hükmü ağırlaşır, bir mahpus edâsıyla fenanın hükmünü boynumuza dolanmış buluruz. Dünya ayaklarımızın altından kaymıştır artık; yarına randevu verememek bulunduğun ânın daracık duvarlarını göğsüne bitiştiriverir. Zamanın paslı kılıcı değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen dönüyorsun. Bu defaki yolculuğum, tam da zamanın beni alıp götürdüğü yere doğru. Kâbeye gidiyorum. Hayatımın göllendiği yere doğru gidiyorum. Kulluğumun keskin sıratlarda sınanacağı yere uçuyorum. Böylece 'hesap günü" ile aynı yöne düşüyor Kâbe'nin yöresi. Hergün beş vakit döndüğüm yere dönüyorum. Öteden beri yönelegeldiği yöreye dönmek, bir geridönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşamalı değil mi? Gurbet değil, sıla kokmalı alnına değen rüzgârda. Ama, hayır! Kâbe'ye yönelmekle dehşetli bir uzaklık korkusuna kapılıyorum. Mesele, Kâbe'nin bulunduğum yere uzaklığı değil, benim ubudiyet hâline uzaklığım. Bu yolculuk başdöndürücü bir uçurumu gün yüzüne çıkarıyor şimdi. Taklid' kıbleye ttttttttttyönelişlerime hayıflanıyorum artık. 'Döndüm kıbleye" demek, O'ndan başka herşeyden, O'ndan haber vermeyen herşeyden yüzçevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe bana uzak olsa! Lâkin ben Rabbime uzakmışım. Bu uzaklık, bu uçurum baş döndürüyor, ürpertiyor kalbimi! Nereye gitsem ayağımi uzak edemiyorum uçurum kenarından! Dilerim, dostum, Rabbim seni de beni de Kendine yakın eyler! Kâbe uzak değil oysa... kâbe yakın da değil... Sevgili dostum, Son mektubumda Kâbe'nin uzak olmadığını söylemiştim. Zaten, her gün beş vakit Kâbe'ye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslında. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. İşte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağların kestiği yollardan daha dolambaçlı, belki çöllerle, dağlarla tarif edilemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmayan niyet, en küll' terkedişleri içeren bir uzun seferdir. O'na, yalnız O'na dönmek nelerden koparmıyor ki bizi? Kıbleye dönmek, O'nun delillerini gösterenlerden başka herşeye yüzçevirmektir. Peki, O'nu göstermeyen bir şey var mı şu kâinat yüzünde? Herşey hâl diliyle O'nu zikrederken, her zerre O'na tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalır geriye? Hangi şey var ki O'ndan söz açmıyor bize? Hayır, O'nu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa O'nu görmeyen birisi var: İnsan. İnsanın bir kör bakışı, eşyanın âyinedarlığını köreltiyor, hadsiz dilleri susturuyor. Şu halde, O'nu göstermeyenlerden yüz çevirmek, eşyaya kendisi adına bakma niyetini terketmek demek olur. O'na yönelmek ise, herşeye O'nu görme niyetiyle bakmak demektir. Böylece âyinedarlık vazifesini, eşyanın sırtından alıp kendi nazarımıza giydirdik. Kendisini kendi başına buyruk bilen insan, eşyayı da kendi başına buyruk bilir, başkasını gösteren âyineler olmaktan çıkarır. Böylece kâinat dolusu aynalar kırılır; semâlar boyu güneşler ebediyen batırılır. İnsanın nazarı bir karadelik gibi, kâinattan nefsine gelen nurlu haberleri soğurup, herşeyi bir derin karanlığa itiverir. İşte O'nu göstermeyen tek şey, tek karanlık nokta, nefsimize takılmış enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbe'ye yöneliş, O'nu göstermeyen ve başka herşeyin âyinesini paslandıran tek kara noktayı, yâni gururumuzu arkamıza atmayı gerektiriyor. Kıbleye dönmek, ben-merkezimizin yörüngesinden çıkip, Rabbimizin marziyatı dairesinde bir tavafa girmek demektir. Tavaf odur ki, kendi başınalığını terkedesin, kendi heva ve hevesinin pervânesi olmaktan vazgeçesin. Yoksa Kâbe'ye varmak da, Kâbe'yi dolanmak da kolaydır. Oysa, Kâbe'ye varmak ene "yi yırtıp hüve "yi göstermek kadar zor bir yolculuğu gerektiriyor. Heva ve hevesimizin vazgeçilmezliği ölçüsünde uzak ve erişilmez bir yer Kâbe. Hangi dağın yüksekliği, hangi çölün aşılmazlığı ene ile hüve arasındaki mesafeyi tasvire yeter ki? Kendimizi kendi başına buyruk değil de, O'nu gösterir bir ayine olarak bilmek, herşeyi bize yakın, ahbab, kardeş ve dost ediyor. O'nu görmek kör noktamız olan enaniyetimizi küçültmek ve yok etmekle başlıyor sevgili dostum. Ve ancak kabını terkeden Kâbe'ye varır. Hayır, Kâbe hiç de yakın değil. Bilesin ki, ene ile hüve'nin arası kadar uzak bize Kâbe. Hele kıbleye dönmek, öyle bildiğin gibi kolay değil; kıbleye dönünce önünde kara bir noktayı, Kâbe'yi bulacaksın, ama arkanda mutlaka karanlık bir nokta kalacak: ene. |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır Hacca Doğru [B]“Kâbe”ye yakinlaştikça yolum uzuyor; kalabalık dahi bir geçit vermez oluyor. Etrafımdaki kesret kesifleştikçe Kâbe”nin birliği de keskin bir somutluk kazanıyor. Her adımda üzerimden binler ayrılık-gayrilik sıyrılıyor. Üzerimdeki ihramın yalınlığına yaraşır bir “Bir”liği giyiniyorum; binbir gayrılıklar Kâbe”nin kara yüzünde eriyiveriyor. Herkes tanıdık oluveriyor birden. Varlık dağı devriliyor, ene deliniyor, ân kristalleşiyor, başka her şey TEK ve BİR'in dokunuşuyla yitiveriyor. Keskin bir toprak kokusu alıyorum. O”na dönüyorum. Gidiyorum ama ne çâre.... Erişemiyorum...." Niyet Gidiyorsun.. Bir ömür boyu bu yolculuğu beklemiştin. Belki kalbini gidenlerle birlikte oralara gönderdin, belki ruhunla hayalen tavaflar ettin. Şimdi ayaklarınla basa basa yola düştün işte. Belki daha önce uzun yolculuklara çıkmıştın, belki daha önce de hacca gitmiştin. Bilmelisin ki, hac yolculuğu diğer yolculuklarından farklıdır ve ayrı bir yöndedir. Şimdi her gün beş vakit yöneldiğin kıblene doğru yöneldin. Şimdi çokluktan birliğe uçuyorsun. Şimdi kendini keşfe gidiyorsun. Vardığın yerde kendini yeniden tanıyacak ve tanımlayacaksın. Daha önce hacca gitmiş olsan da, yine, yeniden yeni heyecanlar yüklenmelisin. Her hac yegânedir, bir tanedir değil mi? Kaç kez gidersen git, hacı olma heyecanı hep tazedir ve hep ilk kez hacı olmanın heyecanını taşıyor olmalısın. Yoksa tekrar gitme ihtiyacını niye hissediyor olasın ki? Hem sonra bu ilk haccın olmayabilir ama ya son haccınsa... Yol Şimdi yolcusun. Yolculuk hâli, yaşadığımız hayata daha çok yakın ve yakışır bir haldir. Hazır sırası gelmişken, hayatini ve çevreni bir de yolcu edasıyla seyretmeyi dene. Ayaklarının altından dünya toprağı kayıyor mesela. Alışık olduklarından uzaklaşıyorsun, O’na yakın olmak adına. Ölüm de böyledir ya! Uçarı bir kelebek heyecanını yüklenip, gördüğün her şeye eğreti bakışlar atıyorsun. Her şey sapından kopuyor, kökünden ayrılıyor, kabuğundan sıyrılıyor; gün ışığı eşyadan renklerini çekiyor. Sokaklar ve duvarlar incelip eriyor. Dünya toprağına sıkı sıkıya basmış ayakların tatlı bir rüzgâra karışıyor. ihram Yolcu dediğin dengini yeğni tutmalı. Dünya adına omuzladığın ne varsa at, kalbine yük ettiğin ne kadar dünyalık varsa geriye bırak. Zaten, birazdan giyeceğin ihram fazladan ağırlıklarını omuzundan atmanı gerektiriyor. Beyaz bir bez içinde yalın ve yalnız bir yolcu edâsı giymişken, kendini de iptilalardan koparmalısın, yeniden yazmalısın kalbini. ihramı giymek için yalnız elbiselerini çıkarman yetmiyor. Küllî bir soyunuşu gerektiriyor ihramlanmak. Şimdiye kadar kendi kıymetinin ölçüleri bildiğin her şey, mevki, makam, milliyet, kavim, soy, sınıf meslekten yana ne varsa, hepsi ihramın beyaz yüzüne çarpıp eriyecek. Herkesten uzakta, tek başına sadece Rabbine kul olduğunu artık daha rahat görebilirsin. Seni kıymetlendirecek tek şey, Rabbine kulluğun, yalnız ve yalnız O’na kul olmaklığındır. Renksiz, desensiz, rozetsiz ve bayraksız ihramın yalnız Rabbine nisbet ediyor seni. Beyazlara büründükçe heva ve hevesin kökleri dünya toprağından çekiliyor. ihramın içinde emredemeyen, tek bir kil bile koparamayan, helâl zevklerini dahi tadamayan teslim olmuş bir insansın artık. Yöneliş Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Ayağın çıplak, başın açık ağırlığını unutmuş bir su damlası uçarılığında dünyanı ve dünya adına sevişlerini terk etmek için bu yola girdin. Bak, herkesle ve her şeyle olan bağların çözülmek üzere. Habire eğirip durduğun hayat yumağı dağılıverdi. incecik ve keskin bir yolculuk niyeti her şeyi ve herkesi arkada bırakmalı. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadığımız mekânı solgun bir güle dönüştürür. Etraftaki her şey birden eğretileşir, âdeta arzın çekim alanından sıyrılır, uçuşmaya başlar. Mekânla olan bağların zayıflar, müphemleşir. Mekâna bağlılığın çözüldükçe, zamanın da senin Üzerindeki hükmü ağırlaşır, bir mahpus edâsıyla fenanın hükmünü boynuna dolanmış bulursun. Yarına randevu verememek bulunduğun ânin daracık duvarlarını göğsüne bitiştiriverir. Zamanın paslı kılıcı değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen gidicisin; dönüyorsun, dönücüsün. Yakınlık heyecanı Evet, Kâbe'ye gidiyorsun. Hayat kırıntılarımızın göllendiği yere doğru gidiyorsun. Kulluğunun keskin sıratlarda sınanacağı yere uçuyorsun. Böylece “hesap günü” ile ayni yöne düşüyor Kâbe’nin yöresi. Her gün beş vakit döndüğün yere dönüyorsun. Öteden beri yönele geldiği yöreye dönmek, bir geri dönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakınlaşma duygusu yaşamalı. Gurbet değil, sıla kokmalı alnına değen rüzgârda. Uzaklık korkusu Ama, hayır! Kâbe’ye yönelmek dehşetli bir uzaklık korkusunu da haber veriyor gibi. Mesele Kâbe’nin bulunduğumuz yere uzaklığı değil, bizim ubudiyet hâline uzaklığımızdır. Bu yolculuk, bu yöneliş o baş döndürücü uçurumu gün yüzüne çıkarıyor şimdi. Yüzünü herhangi bir duvara çevirir gibi kolayca ve üstünkörü kıbleye yönelişlerini hatırla. “Döndüm kıbleye” demek, O’ndan başka her şeyden, O’ndan haber vermeyen her şeyden yüz çevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe çok uzaklarda olsa! Lâkin Rabbimize uzaklık kıble Kâbe’nin hakikatine sonsuz ırak eyliyor bizi. Kâbe'nin eteğine varsan da bu uzaklık erimeyebiliyor, arada uçurumlara baş gösteriyor. Bu uzaklık, bu uçurum baş döndürüyor, kalbi ürpertiyor! Nereye gitsen ayağını bu uçurumun kenarından uzak edemiyorsun. Dilerim, Rabbim seni de beni de Kendine yakın eyler! Kâbe’ye yakınlaşma isteğin de bu duâdan başkası değil. Terkediş Aslında, hacca ister var, ister varma, Kâbe’den pek uzak düşmediğimizi de söylemem gerekiyor. Her gün beş vakit Kâbe’ye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslında. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. işte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağların kestiği yollardan daha dolambaçlı, belki çöllerle ve dağlarla ölçülemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmaya niyet, en küllî terk edişleri içeren bir uzun ve keskin seferdir. Varış O’na, yalnız O’na dönmek nelerden koparmıyor ki bizi? Kıbleye dönmek, O’nun delillerini gösterenlerden başka her şeye yüz çevirmektir. Peki, O’nu göstermeyen bir şey var mi ki şu kâinat yüzünde? Her şey hâl diliyle O’nu zikrederken, her zerre O’na tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalır geriye? Hangi şey var ki O’ndan söz açmıyor bize? Hayır, O’nu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa O’nu gösterenleri görmeyen biri vardır. O’na yönelmek ise, her şeye O’nu görme niyetiyle bakmak demektir. Ne ki, kendisini kendi başına buyruk bilen insan, eşyayı da kendi başına buyruk bilir. eşyayı başkasını gösteren âyineler olmaktan çıkarır. Bu kör niyetle, kâinat dolusu aynalar kırılır; semâlar boyu güneşler ebediyen batırılır. insanin bakışı bir kara delik gibi, kâinattan nefsine gelen nurlu haberleri soğurup, her şeyi bir derin karanlığa itiverir. işte O’nu göstermeyen tek şey, tek karanlık nokta, nefsimize takılmış enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbe’ye yöneliş, O’nu göstermeyen ve başka her şeyin âyinesini paslandıran tek kara noktayı, yâni enaniyetimizi arkamıza atmayı gerektiriyor. Ve ancak kabini terk eden Kâbe’ye varır. Önünde o kara noktayı, yâni Kâbe’yi bulduğunda, arkanda mutlaka karanlık bir nokta, yani benliğin kalacak. Kabından çıktığın an Kâbe'ni bulacaksın. Tavaf Kâbe'ye varmak da, kıbleye dönmek de, ben-merkezimizin yörüngesinden çıkıp, Rabbimizin marziyatı dairesinde bir tavafa girmeyi gerektiriyor. Tavaf odur ki, kendi başınalığını terk edesin, kendi heva ve hevesinin etrafında pervâne olmaktan vazgeçesin. Öbür türlü, Kâbe’ye varmak da, Kâbe’yi dolanmak da kolaydır. Kâbe’ye varmak benliği aşıp kulluğa ermeyi, çokluğu yırtıp birliğe erişmeyi bulmaktır. Yolculuğun şimdi İlkeni terk etmekle başlıyor, Kâbe’ye vardığında ise kendini terk edeceksin. Kara bir çiçeğin yakasında ak bir toz olup uçuşacaksın. Ve yol hiç bitmeyecek. Say Şimdi Safa—Merve arasında yedi kez koşuyorsun. Kimden kaçıyorsun? Kime koşuyorsun? O’ndan kaçıyor ama yine O’na koşuyorsun. O’nun kahrından kaçıp yine O’nun lûtfuna koşuyorsun aslında. O’nun bu halimizle bizi ancak ateşe lâyık gören adaletinden, O’nun lâyık olmadığımız halde cenneti ihsan eden fazlına koşmalı, sığınmalıyız. Arafat Şimdi herkesin akın akın gelip etrafında göllendiği Kâbe’den ayrılış vakti. Ve aslında Kâbe dahi vuslata yetmiyormuş... Tavafta O’na teslimiyetin kıyısına kadar varmışken, sa’y da O’ndan O’na koşma hürriyetinin zirvesine ermişken, kendin, kendi ikiliğini keşfettin. Teslim olan yanını, hür kalan yanını bildin. Şimdi Onu tanıma sırası. Arefe O’nu bilme zamanı, Arafat O’nunla bilişme, muarefe etme mekânıdır. Cennetten yana arzusunu soranlara Rabia “Bana ev değil komşu lazım” demişti. Şimdiye dek ‘ev’ etrafında dönüp durduğun yeter, artık ‘komşu’yu tanıma zamanı. “Kâbe’den ayrıl; şimdi Bana Kâbe’den daha yakınsın!” diye fısıldanıyor kalbine. “Ve varış Allah’adır” de. (Bak. Nûr 42 ve Fatır 18). Kâbe’yi terk et, Kâbe’yi kutsal eyleyene yanaş! Mekke’ye sırtını dön, Mekke’yi mübarek kılanla yüzleş. Ve anla ki, “Onun veçhinden başka her şey helâk olucudur.” (Bak. Kasas 88). Kâbe de, Mekke de ve sen de O’nun veçhine dönük olduğunuz sürece helâketten ve hiçlikten kurtulabilirsiniz. Öyleyse Arafat’a koş. “Allah’a kaç!” Meş’ar Gurub vaktine doğru, güneş Arafat’tan kaybolurken, sen de benliğinin yalancı aydınlığını kalbinin karasında yitirmeye çalış. Beyazlara bürülü bedenini yanına alıp, “Arafat’tan boşanan” kullara karış... Meş’ar’e doğru “ak!”. Kendini unutup, yalnızca “Allah’ı hatırla!” “O nasıl seni hiçlik derelerinde unutmayıp varlık düzüne çıkardıysa, nasıl seni dalalet karanlığından hidayet nuruna yönelttiyse, sen de O’nu öylece hatırla. Sen bundan önce unutulmuş da olabilir, dalalette de kalabilirdin.” (Bak. Bakara 198). Meş’ar’e (Müzdelife’ye) karanlık düştüğünde varıyorsun, gece boyu bekliyorsun. Arafat’ta da gündüz boyu kalmıştın. Arafat’taki muarefe yani tanışma ve bilişme ne kadar gündüzü ve aydınlığı gerektiriyorsa, Meş’ar’deki şuurlanma da o kadar geceyi ve karanlığı istiyor. Gece boyu yalnız ve yalın kalıyorsun. Nazarini afaktan ve dışarıdan çekmeni, gözünü enfüse ve içeri çevirmeni kolaylaştırıyor gece. Göğün güneşi eksik ama yıldızlar ve ay karanlığı yırtarak uzanıyor sana. Öylece yüzünü arzdan semâya çeviriyorsun. Ama henüz sınav bitmiş değil. Yüzün semâda, gözün kalbinde iken, elini yere ve toprağa daldırıyorsun. Meş’ar toprağından çakıl taşları toplayacaksın. illâ da kendi ellerinle! Tıpkı “kimsenin kimseye faydasının dokunmadığı o gün” de olduğu gibi. Ardından kefen misali beyaz ihramınla, kara toprağa benzeyen gecenin koynuna uzanıyorsun. Mina Ve haşir sabahı... Yeniden diriliş... Günün ilk ışıklarının dürtmesiyle kendi yalnızlığından diriliyor, mahşerin kalabalığına karışıyorsun. Meş’ar’in içe doğru yolculuğu dışarıya doğru vuruyor. Meş’ar gecesinin zahidleri şimdi Mina gündüzünün mücahidi olmaya hazırlanıyor. Meş’ar ile Mina arasındaki görünmez duvarı sadece “geceyi gündüze kalbeden”, “güneşi döndüren”, “ayin ardı sıra güneşi getiren” yıkabiliyor. Gün ışığı tenine değmedikçe, sınırından taşmak Üzere olan o eşsiz kalabalıktan kimse o hayalî çizgiyi aşmaya, Meş’ar’den ayrılmaya cesaret edemiyor. Gece boyu hayalî çizgiye varıp varıp, geri püsküren o büyük kalabalık yalnız ve yalnız Allah’a itaat etmenin o eşsiz özgürlüğünü yankılandırıyor. Sen de tıpkı çölün kumları arasından kopardığın taşlar gibi, arzın seni bağlayan zincirlerini kırmalısın. Ve ilk gün ışığının dokunmasıyla geliyor emir... Gelen bayram sabahıdır artık. Yorgun yüzlerde gezinen, çökmüş omuzlara inen bayram güneşinin sıcak dokunuşudur. Görüyorsun ya, güneş de haccediyor. Arafat’ta doğup bekliyor, Meş’arden geçiyor ve senin önün sıra Mina’ya giriyor. Şimdi Mina’ya girdin ve ‘emn’e vardın! Sınavı kazandığından emin olabilirsin. Şeytan taşlama imtiyazını nerden elde ettin sanıyorsun? Şeytan taşlama Elinle attığını taş sanma. Atmadan önce o taşları nasıl topladığını hatırla. yüzünü arza dönerek, elini kirleterek seçip aldın hepsini. Şimdi avucundaki o minik şeyler, semâdan ve vahiyden yüz çevirip gafil olmakla kazandığın cehalet ve iradene dayanıp işlediğin şerlerdir. taşları şeytana fırlatırken sendeki cehaleti, gafleti, şerri ve günahı da şeytana savur. Cehaleti ve gafleti kendinden uzaklaştır, şerri elinden taşlar gibi savur ki, O’na kurbiyetin yani yakınlığın artsın, kurbanın O’na yakınlık vesilesi olsun. Ve kurban ve bayram ihram içinde bir kılına bile dokunamazken, bir otu bile koparamazken, şimdi bir canlıyı boğazlaman emrediliyor. Ne yaman çelişki değil mi? Demek ki, ne yaparsan yap, O’nun emriyle yaparsan ancak hayır oluyor. O’nun emrine kayıtsız kalarak öldürmemek ne kadar da öldürücü! Ve onun emriyle ölüme vesile olmak ne kadar hayat verici! Kötü-iyinin ne olduğunu belirlemek, çirkin ve güzeli ayırdetmek, hayır ve şerri belirlemek insanin keyfine bırakılmış değil. Unutma ki, kestiğin ya da kestirdiğin şey ne devedir ne inek ne de koyun. Şehvetini, hevanı, hevesini ve iradeni boğazlayıp, O’nun rızasında fani etmelisin! Kurban günü, bayram sabahı, O’ndan uzaklığın yitecek, O’nun yakınlığını kazanacaksın! Bayram öylece yürüyecek yüreğine... kara yazı karanlık da bir kuldur. Yûsuf Ö. Özburun |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır İşbu yazının bu beyaz sayfadaki varlığı dahi, yazıda öne sürülen iddianın burhanıdır: Kara güzeldir. Gözleriniz şimdi bu sayfada şu kara satırların hatırı için geziniyor olmalı. Gönlümüzün hakikate olan ihtiyacı bu sayfanın beyazlığına razı olmadığı içindir ki, her birimiz kendimize bu kara lekeler boyu bir aydınlık ve ak”lık arıyoruz. Her harf, aslında bir kalem karası değil, bir gönül karasıdır... Harfler birer kara delik gibi, gözümüzü boş beyazlıklardan çekip, dışarıdan içeriye, âfaktan enfüse doğru uzanan ince bir hesap çizgisinin keskinliğine vurur nefsimizi. Her satiri bir sırat bilip yürüyoruz ve öylece okuyoruz. Koyu renkli mürekkep lekeleri, gündelik telaşların sığlaştırdığı, heyecansız dünyamızın üzerine kuzgun” bir perde gibi ağır ağır, çoğalarak, koyulaşarak indikçe, gerilerde ve içerilerde, çoğu kez hüzünlü yalnızlık anlarına ve karanlık gece saatlerine sakladığımız müphem gölgeler arasına ineriz. Nice zamandır böyle oldu. Ak sayfalardaki kargacık burgacık kara lekelerle yolumuzu aydınlatmaya, alnımızı ak etmeye çabaladık durduk. Gözlerimizin boş ve geniş beyazlıklara razı olmayıp, bir köşede küçük de olsa bir karalama araması, gördüklerine razı olmamasıdır; gördüklerinin gösterdiklerini görmek istemesindendir. yazı bize, gördüklerimizin ötesini görmeyi öğretir. Hâl böyle olunca, bu karalıklar nice beyaz ışıkları gölgede bırakır; sadece eşyanın kendisini değil, eşyanın işaret ettiğini, ayine olduğunu da gösterir. Öyle ki, eşyayı da yazının birimi olan “harf” ile tarif ettiğimiz olur. Yani, mahlûkat ve masnuat, tıpkı birer harf gibi, kendisinden çok başkasını gösterir. İşte yazı da böylece gözümüzün kara ışıldağı olur. Bir beyaz sayfanın orta yerinde, gerçeğin rengine âşina bir kara gözbebeğidir. yazının gözümüze benzerliği de bu sırda saklıdır. Zira, gözümüz de beyazının ortasındaki karasıyla görür. Nur Müellifi, "gözünde bir nehâr var" diye haber verir. Lâkin, bu gündüz beyaz ve karanlıktır. Gözün aydınlığı, ne garip ki, karasında saklıdır. Beyazı kördür; karası görür. karasında, nurlanmış bir gece saklıdır. Ak kağıt parçalarının, üzerindeki karalamalarla mektuba ve kitaba dönüşmesi, gözümüzün nuru olması da böyledir. yazı, tıpkı gözbebeği gibi, "mübârek, hâlis kalemlerden akan siyah nur" hükmündedir. Okumak, bu açıdan bakıldığında, iki karanın, gözün karasıyla kâğıdın karasinin buluşmasidir; iki gözbebeğinin bakişmasi ve birbiri içinde derinleşmesidir. ÒOku!" emrinde de öylesi kara sirlar sakli olmalı ki, ilk olarak H”ra”nin karanliğinda, ümm”liği ile dünyanin dünyev”liğini karanlikta birakan Zata (asm) geldi. Resûl-ü Ekrem (asm) sanki başkalarinin zulmetli gündüzüne sırtını dönüp, okuman sirrini inziva halinin nurlu karanlığı içinde aradi ve buldu. Öylece arzın ve semâvâtin gözbebeği oldu. Ve bize Regaib, Beraat, Mi”rac ve Kadir gibi nurlu geceleri hediye getirdi. Ve öylece nice geceleri zulmetli gündüzlerimizin ortasinda semâya bakan kara gözbebeklerine çevirdi. Gerçekten de, insan gözü, gündüzleri, semâya kördür. Tek bir yildizin beyaz oklarinin ucunda, dünya bütün derinliği, ayrintisiyla ve cezbe odaklariyla biçimlenip, renkler giyerek kiyama durur, nazarimizi kendi üzerine kilitler. Diğer yıldızlar bir beyaz perdenin ardinda gizlenir; gözümüzde semâvât derinliğini yitirir. Bir kizil şafak için, nice yildizin kani akitilir. Oysa, kâinatta aslolan gece ve karanliktir. ÒGündüz" dediğimiz hâl, olsa olsa, güneş diye bir yildiza yakınlığın adidir. Dünyanin güneşe uzak düşen yüzü, semâya daha yakin gibi durur. Gece ve karanlık, göklerin eşiği gibi gelir bana nedense. Öyle ki, gün akşama eriştiğinde, karanlık âlemi, gündüzün bütün izlerini siler; dünya albenisiz bir Òsiyah kefen"e bürünür. Gözümüzü ve dünyamizi kaplayan siyah gece, en son giyineceğimiz beyaz kefen gibi, bizi dünyanin ardina, hayatin öte yüzüne, gaybe ve hakikate davet eder. Öylece leylâmiz olan gündüzümüz, siyah çarşafi içinde leyl”imiz olur. Leyl”imiz, leylâmiz gibi aldatmaz ve oyalamaz; Mevlâya giden yol olur. Hayatimizin tek nurlu karanlığı gece değildir lâkin. Dünyamizi karartan musibetler ve felâketler, hayatin tekdüze gündüzünü delen, ayağimizin altindaki buzlari kiran nurlu geceler gibidir. Her musibet âni, pürüzsüzce sürüp giden hayatin şaşaasi ortasinda, hakikati kalbimize ayân eden bir kara gözbebeği gibi durur. Nitekim, Yûsuf Aleyhisselâm, nurlu dersini iki karanliktan, kuyudan ve zindandan, geçerek anlatir. Yûnus Aleyhisselâmin dersi ise, üç karanlık içinden çikagelir: gece, deniz ve balik. aslında, bunca zulmetler içinde, hayatimizin pariltili, beyaz gündüzleri içinde kör kaldiğimiz asil karanlığı görme dersini verir peygamberler: Musibetin zulmeti, onlara nefsin zulmünü gösterir. Yûsuf Aleyhisselâm, Òmuhakkak ki nefsim emmâredir," diyerek, Rah”m olan Rabbini bulur. Yûnus Aleyhisselâm, Òmuhakkak ki ben zulmedenlerden oldum," der; Rabbini kusur ve noksandan tenzih eder, bir küll” tesbih ve takdis dersi verir. Öylece bizi de Rahim ve Adil olan Rabbimizin tecelligâhi olan bir büyük sabaha eriştirirler. Demek, bizim en derin gecemiz, nefsimizi ak bilmemizdir. Zaten, nefsimizi zulümlü ve zulümâtli bildiğimizde, hayatimizin gözünde nurlu bir siyahlik peyda olacağini haber verir Nûr müellifi. Yoksa, hayat-i dünyeviyenin beyaz, şaşaali gündüzü, o hayat gözümüzün nursuz beyazidir ki, ileriyi, öteyi görmez; bizi ebed” karanliklara koyar. Öyleyse Senai, senin gözün kara olmali. Sabaha erişmek için güneşi beklemeye ne hâcet! Nefsinin zulmetini gördüğünde başlar senin fecr-i sâdikin. Hiçbir göz kapağinin perdeleyemediği bir ak sabaha uyanirsin öylece. Bir sabah ki, gecenin değil kalbin karasindan çikar.Bir uyaniş ki, nefsinin zulmünü kendine güneş eyler. Değil mi ki sen nefsini aklamak uğruna nice güneşlerin önüne durdun da nice gecelerce yüzüne gün değmedi... şimdi bu kara yazi aklar mi seni? Yolcularin en güzeline açik mektup Sevgili Dostum, Şimdi yolcusun. Ayaklarının altından dünya toprağının kaydığını hissediyorsun. Uçarı bir kelebek heyecanını yüklenip, gördüğün herşeye eğreti bakışlar atıyorsun. Ayaklarinin altindan dünya toprağinin kaydiğini hissediyorsun. Uçari bir kelebek heyecanini yüklenip, gördüğün herşeye eğreti bakişlar atiyorsun. Herşey sapindan kopuyor, kökünden ayriliyor, kabuğundan siyriliyor; günişiği eşyadan renklerini çekiyor. Sokaklar ve duvarlar hafifleyip, eriyor. Dünya toprağini siki sikiya basmiş ayaklarin tatli bir rüzgâra karişiyor. |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır [B]Dostum, Yolculuklar tekdüze akip giden hayatimizin kirilma noktalaridir. Aslinda, hayat yolculuğun tâ kendisidir ya, nedense sicak ve sokulgan şehirler, sokaklar bize yolcu olduğumuz bu handa hanciliğa soyunduruyor. Garip ki, sevdiklerini, aliştiklarini ve alişkanliklarini ardina koyarak çiktiğin bu yolculuk, bu kirilma âni, seni hayatla yüz yüze getiriyor: Sen yolcusun. Yolcu olana fazla ağirliklarini birakmak yaraşir. Zaten, birazdan giyeceğin ihram fazladan ağirliklarini omuzundan atmani temsil ediyor. Sana yalin ve yalniz bir yolcu edâsi giyindirecek ihramin. İhrami giymek için yalniz elbiselerini çikarman yetmiyor. Küll” bir soyunuşu gerektiriyor ihramlanmak. Şimdiye kadar kendi kiymetinin ölçüleri bildiğin herşey, mevki, makam, milliyet, kavim, soy, sinif meslekten yana ne varsa, hepsi ihramin beyaz yüzüne çarpip eriyecek. Herkesten uzakta, tek başina sadece Rabbine kul olduğunu artik daha rahat görebilirsin. Seni kiymetlendirecek tek şey, Rabbine kulluğun, yalniz ve yalniz O”na kul olmakliğindir. Renksiz, desensiz, rozetsiz ve bayraksiz ihram herşeyle olan bağini koparip atiyor, yalniz Rabbine nisbet ediyor seni. Beyazlara büründükçe heva ve hevesin kökleri dünya toprağindan çekiliyor. İhramin içinde emredemeyen, tek bir kil bile koparamayan, helâl zevklerini dahi tadamayan teslim olmuş bir insansin. Ayak diremeye ne hâcet! Nihâyet ben de sen de her günbatiminda rüzgârini yüzümüzde hissettiğimiz durmak bilmez bir seferberliğin erleri değil miyiz? Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Ayağin çiplak, başin açik ağirliğini unutmuş bir su damlasi uçariliğinda dünyani ve dünya adina sevişlerini terk etmek için bu yola girdik. Bak, herkesle ve herşeyle olan bağlarin çözülmek üzere. Habire eğirip durduğun hayat yumaği dağiliverdi. İncecik ve keskin bir yolculuk niyeti herşeyi ve herkesi arkada birakmali. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadiğimiz mekani solgun bir güle dönüştürüverir. Etraftaki herşey birden eğretileşir, âdeta arzin çekim alanindan siyrilir, uçuşmaya başlarlar. Mekânla olan bağlarin zayiflar, müphemleşir. Mekâna bağliliğin çözüldükçe, zamanin da senin üzerindeki hükmü ağirlaşir, bir mahpus edâsiyla fenanin hükmünü boynuna dolanmiş bulursun. Yarina randevu verememek bulunduğun ânin daracik duvarlarini göğsüne bitiştiriverir. Zamanin pasli kilici değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen gidicisin; dönüyorsun, dönücüsün. Aziz dostum, bu defaki yolculuğun, tam da zamanin beni de seni de alip götürdüğü yere doğru. Evet, Kâbeye gidiyorsun. Hayat kirintilarimizin göllendiği yere doğru gidiyorsun. Kulluğunun keskin siratlarda sinanacaği yere uçuyorsun. Böylece Òhesap günü" ile ayni yöne düşüyor Kâbe”nin yöresi. Hergün beş vakit döndüğün yere dönüyorsun. Öteden beri yönelegeldiği yöreye dönmek, bir geri dönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakinlaşma duygusu yaşamali, aslinda. Gurbet değil, sila kokmali alnina değen rüzgârda. Ama, hayir! Kâbe”ye yönelmek dehşetli bir uzaklik korkusunu da haber veriyor gibi. Mesele, Kâbe”nin bulunduğumuz yere uzakliği değil, bizim ubudiyet hâline uzakliğimizdir. Bu yolculuk, bu yöneliş o başdöndürücü uçurumu gün yüzüne çikariyor şimdi. Yüzünü herhangi bir duvara çevirir gibi kolayca ve üstünkörü kibleye yönelişlerini hatirla. ÒDöndüm kibleye" demek, O”ndan başka herşeyden, O”ndan haber vermeyen herşeyden yüzçevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe çok uzaklarda olsa! Lâkin Rabbimize uzaklik kible yönünde yükselen duvari diğerlerinden sonsuzcasina uzaklaştiriyor. Bu uzaklik, bu uçurum baş döndürüyor, kalbi ürpertiyor! Nereye gitsen ayağini bu uçurumun kenarindan uzak edemezsin. Dilerim, dostum, Rabbim seni de beni de Kendine yakin eyler! Kâbe”ye yakinlaşma isteğin bu duâdan başka bir birşey değil. |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır Sevgili dostum, Aslinda, hacca ister var, ister varma, Kâbe”den pek uzak düşmediğimizi de söylemem gerekiyor sana. Her gün beş vakit Kâbe”ye dönüp, Rabbimize ubudiyet sözü veriyor değil miyiz? Bu da bir Kâbe yolculuğudur aslinda. Mesafeler kat edilmiyor bu yolculukta. Tek bir niyet menzile eriştiriyor bizi: kul olma niyeti. İşte bu niyettir ki, en bitmez mesafelerden daha uzak, en sarp dağlarin kestiği yollardan daha dolambaçli, belki çöllerle, dağlarla tarif edilemeyecek bir yolun yolcusu eyler bizi. Kul olmaya niyet, en küll” terkedişleri içeren bir uzun seferdir. O”na, yalniz O”na dönmek nelerden koparmiyor ki bizi? Kibleye dönmek, O”nun delillerini gösterenlerden başka herşeye yüzçevirmektir. Peki, O”nu göstermeyen bir şey var mi şu kâinat yüzünde? Herşey hâl diliyle O”nu zikrederken, her zerre O”na tesbihfeşân iken, yüz çevireceğimiz ne kalir geriye? Hangi şey var ki O”ndan söz açmiyor bize? Hayir, O”nu göstermeyen bir şey yoktur. Olsa olsa O”nu görmeyen birisi vardir: İnsan. İnsanin bir kör bakişi, eşyanin âyinedarliğini köreltiyor, Rabbini tesbih ve takdis eden hadsiz dilleri susturuyor. Şu halde, O”nu göstermeyenlerden yüz çevirmek, eşyaya kendisi adina bakma niyetini terketmek demek olur. O”na yönelmek ise, herşeye O”nu görme niyetiyle bakmak demektir. Böylece âyinedarlik vazifesini, eşyanin sirtindan alip kendi nazarimiza giydirdik. Kendisini kendi başina buyruk bilen insan, eşyayi da kendi başina buyruk bilir, başkasini gösteren âyineler olmaktan çikarir. Böylece kâinat dolusu aynalar kirilir; semâlar boyu güneşler ebediyen batirilir. İnsanin nazari bir karadelik gibi, kâinattan nefsine gelen nurlu haberleri soğurup, herşeyi bir derin karanliğa itiverir. İşte O”nu göstermeyen tek şey, tek karanlik nokta, nefsimize takilmiş enaniyetimizdir. Şu halde, Kâbe”ye yöneliş, O”nu göstermeyen ve başka herşeyin âyinesini paslandiran tek kara noktayi, yâni gururumuzu arkamiza atmayi gerektiriyor. Kibleye dönmek, ben-merkezimizin yörüngesinden çikip, Rabbimizin marziyati dairesinde bir tavafa girmeyi gerektiyor. Tavaf odur ki, kendi başinaliğini terkedesin, kendi heva ve hevesinin etrafinda pervâ olmaktan vazgeçesin. Yoksa Kâbe”ye varmak da, Kâbe”yi dolanmak da kolaydir. Oysa, Kâbe”ye varmak ene”yi yirtip hüve”yi göstermek kadar zor bir yolculuğu gerektiriyor. Heva ve hevesimizin vazgeçilmezliği ölçüsünde uzak ve erişilmez bir yer Kâbe. Hangi dağin yüksekliği, hangi çölün aşilmazliği ene ile hüve arasindaki mesafeyi tasvire yeter ki? Kendimizi kendi başina buyruk değil de, O”nu gösterir bir ayine olarak bilmek, herşeyi bize yakin, ahbab, kardeş ve dost ediyor. O”nu görmek kör noktamiz olan enaniyetimizi küçültmek ve yok etmekle başliyor sevgili dostum. Ve ancak kabini terkeden Kâbe”ye varir. Kâbe ne çok yakindir, ne de çok uzaktir. Bilesin ki, ene ile hüve”nin arasi kadar uzak bize Kâbe. Ve kabindan çiktiğin yerde hemen hazir bekler seni. Hele kibleye dönmek, öyle bildiğin gibi kolay değil; kibleye dönünce önünde kara bir noktayi, yâni Kâbe”yi bulacaksin, ama arkanda mutlaka karanlik bir nokta kalacak: benliğin. Yolculuğun şimdi ülkeni terketmekle başliyor, Kâbe”ye vardiğinda ise kendini terkedeceksin. Kabini terkettiğin an Kâbeni bulacaksin. Kara bir çiçeğin yakasinda ak bir toz olup uçuşacaksin. Ve yol hiç bitmeyecek. İhram; bizi Òbiz"den ayirdi Kara gecenin orta yerinde beyazlara bürünüyorum. İhrama giriyorum. Küll” bir soyunmayi gerektiriyor ihramlanmak. Mevki, makam, millet, kavim, soy, sinif meslek alâmeti ihramin beyaz yüzünde eriyor. İhram bayraksiz, ihram rozetsiz, ihram milliyetsiz ve renksiz. Bütün renkler, desenler, nakişlar ihramin beyazinda soluyor, siliniyor. Sadece bedenleri örtüyor değil ihram. Aşilmaz bir Sedd-i Zülkarneyn (as) misâli, nefsi örtüyor, kendi hevesleri içine hapsediyor. Beyazlara büründükçe heva ve hevesin kökleri dünya toprağindan çekiliyor. İhramin içinde emredemeyen, tek bir kil bile koparamayan, helâl zevklerini dahi tadamayan teslim olmuş bir insan vardir artik. Sanki insan kendi ben-merkezinin cazibesinden koparilmak istenir gibi. Acemice ihramimi bürünmeye çalişirken, bir taraftan diğer haci adaylarini süzüyorum. Tanidik-tanimadik herkesin gözünde ayni hedefin işiltilari okunuyor. Zihinler ene”nin dişinda ortak bir nokta bulunca kaynaşma kolaylaşiyor; aradaki buzlar kolayca eriyiveriyor. Herkesin benlik duvarlari yikiliveriyor; ruhlardan ruhlara yollar kuruluyor. Herkes buz parçasi hükmündeki enaniyetini Kevser-i Kur”ân””nin havuzu içine katmak istiyor. Kibleleri bir, Rableri bir, Kitablari bir insanlarin tekdüze beyazliği, gündoğumunun akliği gibi, gaflet gecesinin içinden yükselen bir küll” sabahi simgeliyor. Şeriat-i kevniyenin mücessem misâli dev balinanin, uçağin, rotasi her haci adayinin yerini almasiyla, daha bir kesinleşiyor gibi. Yüzler ve kalbler Kâbeye dönük. İhramlar geride biraktiğimiz hayati ve şehri kalin bir perde gibi bizden ayiriyor. Hayir, ne şehir ne de hayatti bizi Kâbeden uzak eden. İhram, nefsimizden siyiriyor bizi. Şeriat-i kevniyenin yeryüzüne indirilmiş meleği JUMBO JET dev bir gürültüyle çeviriyor pervanelerini. Rüzgâr insana teshir ediliyor. ‚ok geçmeden ayağimiz yerden kesiliyor; uçak yükseldikçe alnimin yere doğru yakinlaştiğini hissediyorum. ‚elik meleğimiz gökyüzündeki yerini aldikça, irade sifatindan gelen şeriata bağliliğini haykiriyor uğultuyla. Yükseldikçe secde ediyor gibi meleğimiz. Ve ben sünnetullaha ittibanin böylesine hayret secdesi ediyorum. Binlerce metre yukaridayim ama alnimi her zamankinden daha çok yere yakin hissediyorum. Yol arkadaşima uçaği anlatmaya çalişiyorum: ÒBu Süleyman Aleyhisselâma ikram edilen uçma nimetinden bir tadimlik lokma sadece..." Yükseldikçe alnini yere değdiriyor meleğimiz. Pervaneleri üzerinde, Kâbenin kâinat dolusu pervanelerini taşiyor. Dünya sadece altimizda değil artik, arkamizda da... |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır [B]kâbe uzak değil Sevgili dostum, Yolculuklar tekdüze akip giden hayatimizin kirilma noktalaridir. Ayağimiz siki sikiya yere yapişik, durup durdukça geçip gitmez sandiğimiz ömür sermayesi, her ayrilikla kiyisindan köşesinden ufalanir. İnsan sefer” olduğunu hatirliyor yolculukta. Alişageldiğimiz şeylerden koptukça Òaceleci bir misafir" sifati gelip oturur üzerimize. Zamanin durgun ve sessiz akişi, küçük ayriliklarla köpükleniyor, ayrilik anlari dere yatağinda beklenmedik çağlayanlar gibi gürültülü bir düşüşle emiyor zamani. Oysa değişen bir şey yoktur, zaman zaten akmaktadir da, gürültüsünü yeni işitiyoruzdur. Ayak diremeye ne hâcet! Nihâyet ben de sen de her günbatiminda rüzgârini yüzümüzde hissettiğimiz durmak bilmez bir seferberliğin erleri değil miyiz? Gel gör ki, insan kolayca kabullenemiyor gidişini. Kimilerinin dünyanin döndüğünü kabul etmeye yanaşmamalarini şimdi anliyorum. Bu mesele sadece Galileo ve Kilise arasinda kalacak kadar basit değil. Kim olsa, kararsizliği, gelip geçiciliği yakiştiramiyor dünyasina. Dünya dönmesin istiyor, seyrü sefere kör ve sağir kalmak istiyor. Onca mezartaşi, gelip geçenlerin tek kelimelik, kati, tok ve yalin birer nasihati olarak gözümüz önünde dikilip dururken, aklimiz taş üstüne taşlar koyup burada biraz daha kalmanin hayâli ile meşgul. Sadece dünyanin dönüşünü değil, kendi dönüşünü de unutuyor insan. Döneceği yeri unutuyor. Seferden geri kalmak istiyor. Gönderilmişliğini hatirlamak istemiyor. ÒUyku ölümün küçük kardeşidir," diyen haklidir şüphesiz. Uyku, bir ölçüde herşeyi terkedişi saklar içinde. Göz kapaği kadar incecik bir perdenin gerisinde, eşinden, dostundan, şehrinden, makamindan, rütbenden ve nihayet kendinden kopuverirsin. Herkesle ve herşeyle olan bağlarin çözülür. Habire eğirip durduğun hayat yumaği dağiliverir. Ayaklarimiz dünya toprağindan çekilir, zamani ve zamanimizi unuturuz uykuda. Uykuyu Òölümün küçük kardeşi" diye bilenlerin bilmesi gereken bir şey daha vardir. Ölümün uykudan başka kardeşleri de olabilir pekâlâ. Yolculuk gibi, ayrilik gibi meselâ. Zaten uykuyu da ölüme kardeş eyleyen bu ayrilik baği değil midir? Uykunun ayriliklarini farkinda olmadan yaşadiğimiz için olsa gerek, uykuda sakli ölümcükleri pek keskince hissedemiyoruz. Fakat yolculuğa bilerek giriyoruz; bile isteye uzaklaşiyoruz sevdiklerimizden; bağliliklarimizi kanimizi akitircasina sicak ve dirice kopariyoruz kalbimizden. Niyetle başliyor yolculuk. Farkinda olmanin niha” ifadesidir niyet. O niyet ki, kalbimize düşer düşmez yaşadiğimiz mekani solgun bir güle dönüştürüverir. Etraftaki herşey birden eğretileşir, âdeta arzin çekim alanindan siyrilir, uçuşmaya başlarlar. Mekânla olan bağlarimiz zayiflar, müphemleşir. Mekâna bağliliğimiz çözüldükçe, zamanin da üzerimizdeki hükmü ağirlaşir, bir mahpus edâsiyla fenanin hükmünü boynumuza dolanmiş buluruz. Dünya ayaklarimizin altindan kaymiştir artik; yarina randevu verememek bulunduğun ânin daracik duvarlarini göğsüne bitiştiriverir. Zamanin pasli kilici değer yüreğine, ölümün soğuk nefesi yüzünü yalar geçer. Sen gidiyorsun, sen dönüyorsun. Bu defaki yolculuğum, tam da zamanin beni alip götürdüğü yere doğru. Kâbeye gidiyorum. Hayatimin göllendiği yere doğru gidiyorum. Kulluğumun keskin siratlarda sinanacaği yere uçuyorum. Böylece Òhesap günü" ile ayni yöne düşüyor Kâbe”nin yöresi. Hergün beş vakit döndüğüm yere dönüyorum. Öteden beri yönelegeldiği yöreye dönmek, bir geridönüşü içerdiği için, insan bu yolculukta uzaklaşma değil, bir yakinlaşma duygusu yaşamali değil mi? Gurbet değil, sila kokmali alnina değen rüzgârda. Ama, hayir! Kâbe”ye yönelmekle dehşetli bir uzaklik korkusuna kapiliyorum. Mesele, Kâbe”nin bulunduğum yere uzakliği değil, benim ubudiyet hâline uzakliğim. Bu yolculuk başdöndürücü bir uçurumu gün yüzüne çikariyor şimdi. Taklid” kibleye yönelişlerime hayiflaniyorum artik. ÒDöndüm kibleye" demek, O”ndan başka herşeyden, O”ndan haber vermeyen herşeyden yüzçevirmeyi gerektirmiyor muydu? Ne gam Kâbe bana uzak olsa! Lâkin ben Rabbime uzakmişim. Bu uzaklik, bu uçurum baş döndürüyor, ürpertiyor kalbimi! Nereye gitsem ayağimi uzak edemiyorum uçurum kenarindan! Dilerim, dostum, Rabbim seni de beni de Kendine yakin eyler! Kâbe uzak değil oysa... |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır [B]Mekke”nin Kara Güneşi Gece kelimesi, insanda sessizliği ve karanliği çağriştirir. Mekke”de öyle değil, oysa. Güneşin renklerinin yeryüzünden çekilivermesi bir şeyi değiştirmiyor. Beyazlara bürünmüş milyonlarca insan, gecenin karanliğini her noktasindan deliveriyor. Diller dünya lakirtisindan siyrilmiş, geceyi velveleye veriyor. Geceler, gündüzler kadar avazli ve beyazli Mekke”de. Mekke”nin kara güneşi hiç batmiyor çünkü. Güneşin batmasiyla birlikte, kalplerdeki yerini daha bir dolduruyor Kâbe. İnsan ruhundan yoğrulma beyaz seyyarelerini bir çekip, bir birakiyor. Kara bir taşi andiran Beytullah”in etrafindaki insan seli dinmiyor. Sanki bütün dünyanin mü”minleri denize koşan sular misâli başlarini bu taşa vurdukça, beyaz beyaz köpürüyorlar, süzülüyorlar. Kâbe, insanin bütün hatiatini, kusurunu, ayiplarini emip yutuyor. Menfaatini düşünen bir kimse göremezsiniz tavafta. Gözlerde ve gönüllerde sadece Kâbe var. Ubudiyetin yöneldiği makâmin temiz ve taşlaşmiş temsili gibi herkesin merkezinde suskun, ağirbaşli duruyor Kâbe. Herkes kendi hayatinin manasinin kendi nefsi dişinda bir noktaya bağli olduğunu açikça ve net görüyor. İnsanlar, bir harf olduklarini; kendi manâlarinin kendi nefislerinde değil, nefislerinin ayinedârliğinda olduğunu hissediyor. Herkes kendini değil, bir başkasini gösteriyor. Herkes herkese, kendisini değil bir başkasini gösterdiğini gösteriyor. İnsan tüm dünyeviliğini sabun köpüğü gibi siyiriyor elinden ve dilinden. İnsan âdeta durulaniyor, fakat insan seli durulmuyor. Köpük köpük af yağiyor Kâbe”den. Sularin aktikça saflaşmasi gibi, insanlar döndükçe temizleniyor. Tavaf halkasina dahil olmak anlatilmaz bir duygu. Kâbe”yi merkezinize alip, yürümeye başliyorsunuz. Kendi iradenizle başladiğiniz yolculuğun hemen başinda, iradenizin hükümsüzlüğü ortaya çikiyor. İnsan seline katildiktan sonra, yürümek ve yürümemek arasindaki tercihiniz iptal oluyor. Artik yürüyor değil, sürükleniyorsunuz; dönüyor değil akiyorsunuz. Ayaklarim Kâbe”nin etrafinda, Kâbe”yi gözlerimin ortasina yerleştirip, yönümü ve yolumu irademin kontrolünden çikardiktan sonra, kalp ve aklin bağliliklari Kâbe”nin kara renginde soğruluyor. Kâbe nefsimizin karasini emercesine, aydinlatiyor gaflet gecemizi. Beyazlara bürünmüş insanlarin orta yerinde bir kara güneş gibi yükseliyor; hiçbir göz kapağinin uykusu olmamacasina. Kâbe”ye yakinlaştikça, Kible”ye yönelmenin anlami da cisimleşiyor. Tevhid hakikati, tek bir yön, tek bir nokta önünde somutlaşip, katilaştikça, Bir”i göstermeyen herşeye yüz çevirmeyi, herşeyi TEK ve BİR adina bakmanin ağirliğini hissediyorum. Öyle ki, Kâbe”yi TEK ve BİR olarak görmek, herşeyi bir kefesine alan bir terazinin diğer kefesinin birden ağmasi gibi anlik bir şaşkinlik getiriyor. Herşey hafifliyor, VAHDET ağirlaşiyor. VAHDET, Kâbe”nin cismi kadar yalin ve reddedilmez biçimde ortaya çikinca, KESRETİ terketmekle zorlaniyor insan. Öyle ki, gördüğüm bu Kâbe”nin herkesin, her zamanki Kâbe”si ile ayni olup olmadiğindan şüpheye düşüyorum. ÒYoksa başka bir tane daha mi var?" Vehim ne kadar itiraz ederse etsin, terazinin VAHDET kefesi, hacilarin nefesleri ve adimlari sayisinca ağirlaşip yerine oturuyor; KESRET kefesi bir daha inmemek üzere hafifliyor; boşaliyor. Zira, bunca kesretin böylesi somut ve kati bir VAHDETE yönelişini, göz gördükçe, akil çaresiz kaliyor. Gözün görmeyen beyazi gibi akip duran hacilar, gözün gören siyahliğinda, Kâbe”de topluyorlar bakişlarini. Kara bir gözbebeği gibi VAHDETİ görüyor Kâbe, VAHDETİ gösteriyor. Günahlar ve kusurlarla dokunmuş kara lekeleri âyân ediyor. Kara bir güneşi var Mekke”nin. Gece kimsenin aklina gelmiyor, gözler karanliği unutuyor. Kara güneş sadece gözlerin değil, kalblerin sahahini da müjdeliyor.... |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır [B]Karaçiçeğim Gecenin orta yerinde, soluk sari renkli tünelin ucundaki aydinlik, Kâbeyi çevreleyen minarelerin beyaz pariltilariyla yeniden açiliyor. Tünelin ucunda ömür boyu sürecek bir gündüz sakli sanki. Kâbenin birden karşima çikmasini beklerken, derin siyahliğini perdeleyen işiltili, beyaz perdelerle yüzyüze geliyorum. Yüksek beyaz duvarlarla çevrili Kâbe. Otobüsten inip, beyaz kalabaliğa karişiyorum. Gözlerim Kâbeyi çevreleyen duvarlara delercenise bakiyor. Gizlenmiş olmasi, ilk anda, hasretle karişik bir hayâl kirikliği uyandirirken, hazirliksiz gözlerin hoyrat bakişlarindan gizlenir gibi tuhaf bir mahrumiyet duygusu ihsas ediyor. Beyaz işiklarin solduğu yerden başlayan karanlik gökyüzü, henüz göremediğim karaçiçeğimin, Kâbenin karasini yildizlara bulaştiriyor gibi. Esmer bir güzelin beyaz peçesini kaldirmak üzere, adimlarima heyecân yüklüyorum. Kâbeye yakinlaştikça kalabalik yoğunlaşiyor, ister istemez adimlarim küçülüyor. Derken ilk duvari aşip içeri karişiyorum, fakat karşima yeni mesafeler, yeni tüneller çikiyor. Yakinlaştikça uzaklaşan nazli bir sevgili gibi Kâbe. Kimileri benim gibi Kâbeye doğru yürürken, kimileri geri dönüyor. Geri dönenlerin yüzlerinde ve gözlerinde Kâbenin izini ariyorum. Kâbeden uzaklaşilmasina anlam veremiyorum. Bir ara şüpheye düşmedim de değil; yoksa Kâbeyi görmeme müsaade edilmeyecek mi? Gözümün karasina Kâbenin karasi değmeyecek mi? Garip ki, yakinlaştikça yolum uzuyor; kalabalik daha bir geçit vermez oluyor. Fakat, bu ertelemeden de memnunum; kendimi Kâbenin tek ve bir oluşuna hazirlamaya vakit buluyorum. Etrafimdaki kesret kesifleştikçe Kâbenin birliği de keskin bir açiklik kazaniyor. Attiğim her adimda üzerimden binler ayrilik-gayriliklarin siyrildiğini hissediyorum. Hiç tanimadiğim renk renk, boy boy insanlarla olan ortakliğimiz gün yüzüne çikiyor. Üzerimizdeki ihramlarin yalinliğina münasip bir BİR”liği giyiniyoruz. Böylece Kâbeye yakinlaştikça herkes tanidik oluyor; binbir gayriliklar Kâbenin kara yüzünde eriyiveriyor. Ve nihayet sütunlar arasindan bölük pörçük gözlerime değiyor Kâbe. Yüzünün şeklini seçmek için sütunlari aradan kaldirmaya çalişiyorum. İşte sütunlari da arkada biraktim; kara Kâbe ve beyaz sevgilileri hiç engelsiz karşimda. Hayret; şaşirmiyorum; şaşiramiyorum. Eteğine tutunmuş, cezbe içinde dönüp duran sevgililerin enis nefeslerini hissediyor gibiyim. Bunca insanin sevgilisi, vesile-i muhabbeti olmasi, Kâbeyi anlatilmaz derinlikte âşinâ kiliyor insana. Yüzü öylesine tanidik, öylesine enis ve sicak ki, başka her türlü muhabbeti unutuveriyor insan. Birden, onu görmek için geride biraktiklarimin sadece sütünlar ve duvarlar olmadiğini anliyorum. Aşinâlik duygusu, tuhaf bir şekilde, derin bir geç kalmişlik duygusu da uyandiriyor. Zira bu kadar yakin, sicak ve tanidik bir sevgiliye, yillar yili bigâne kalmanin, sicakliğini şimdiye kadar hissetmemenin verdiği eziklik sariveriyor insani. Onu orada, herkesin tam da ortasinda, sokakta oyuna dalmiş çocuğunu sabirla ve şefkatle bekleyen anne gibi hissediyorum. Sadece haylazliğimi ve muhabbetsizliğimi düşünüyorum. ÒNerelerdeydin Senai?" diye sormadan edemiyorum. Hele benden önce gelmişlerin bunca çokluğu, bunca velvelesi yalnizliğimi, gecikmişliğimi, yolda kalmişliğimi derinleştirdikçe derinleştiriyor. Heyhat, ona en yakin olduğum bu yerde, uzakliğimi ve ilgisizliğimi keşfediyorum. Sicacik davetine bunca zaman cevapsiz ve hasretsiz kalmişliğim, derin bir hüsran, hüzün ve pişmanlik yaşattiriyor. Yakinlaşip, dönenler arasinda kendime yer ariyorum. Önce Hacer-ül Esved”e selâm; ÒBismillâhi Allahüekber." Ona kavuştuğumu sandiğim bu noktada, durup hasret gidermeyi beklerken, küll” bir seferberliğin içine karişiyorum; karaçiçeğim nazdar bir sevgili gibi yeniden ulaşilmaz oluyor. Tavaf, ona doğru gidişi değil, onun etrafinda dönüşü gerektiriyor. Henüz dünyali olduğumu hatirlayip, vuslat ve firak arasinda gidip gelmemiz gerektiğini anliyorum. Vahdete doğru bitimsiz bir yolculuğu temsil ediyor tavaf. Vahdet hakikati, Kâbenin katiliği ve duruluğu kadar gözle görülür, elle tutulur hâle gelince, ubudiyet hâlimiz de elimiz, ayağimiz kadar cisimleşiyor. Rububiyet dairelerinin bitimsizliğini temsil edercesine, sonsuz bir sarmalin kivrimlarina tutunup dönmeye başliyoruz. Ona doğru gidiyoruz ama Ona erişemiyoruz. Ancak kesin olan bir şey var ki, kendimden, kendi ben-merkezimin çekim alanindan uzaklaşiyorum; önce irademin temsilcisi ellerim kalabaliğin zoruyla göğsüme gömülüyor; sonra ayaklarim, hiç ihtiyarsiz, yolunu ve yönünü Onun etrafina göre belirliyor: Teslim oluyorum; teslim olmuşlar arasinda eriyorum. Gözlerimde karaçiçeğimin karasi koyulaştikça koyulaşiyor. Kör beyaz tenimin gören kara gözbebeği oluyor Kâbe. Biz döndükçe yapraklar açiyor karaçiçek; insan sesinden rayihalar giyiniyor. Şimdi, karaçiçeğimin yakasinda beyaz bir toz misâli uçuşuyorum. |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır [B]Medine”de yağmur yağiyor Medine”de, Mescid-i Nebev””nin yanibaşinda bir küçük mescid var. Bu küçük mescid, adini bir nebev” olaydan aliyor. Rivâyete göre, Habibullah (asm) şu anda bu mescidin kapladiği alanda konakladiklarinda, mübarek başlarinin üzerinde bir bulut gölgelik ediyordu. Mescid-i Gamâme, yani ÒBulut Mescidi", işte bu anlamli olayin hatirasi olarak yükseliyor Mescid-i Nebev””nin yanibaşinda. Medine”nin yağmuru bizi Mescid-i Nebev” ile Mescid-i Gamâme arasinda bir yerde yakaladi. İri damlali, serince ve seyrek yağmur, yüzüme dokunduğunda islanmaya pek hazirlikli değildim. Beklenmedik, umulmadik bir tarzda indiriliyor yağmur. Damlalar, âdeta güneşin gözünün içinden boşaniyor. Gözümün önünde Kubbe-i Hadra, Fahr-i Kâinat”a (asm) en kesretli selâm ve salâti takdim etme aşkiyla yanip tutuşurken, yağmurla tatli bir serinlik çöktü kalbime. ÒYağmur damlalari sayisinca salât ve selâm Sana Yâ Resûlullah!" Gözlerimi Resûlullaha (asm) kavuşmayi temsil eden Kubbe-i Hadra”dan kubbe-i âsumâna çeviriyorum usulca. Koca bir bulut Mescid-i Gamâme”nin üzerinden Mescid-i Nebev””ye doğru uzaniyordu. Yağmur damlalarin dokunuşu ayağimi yerden kesti; hayâlen yüzyillar öncesine gittim. Ayni bulutun yerinde beklettirilen bulutu ve gölgelediği Zâti (asm) tasavvur etmeye çaliştim. Bir kaç gündür Kubbe-i Hadra”yi gözbebeğime yerleştirip, Ondokuzuncu Söz”ün Reşhalariyla şahsiyet-i mânev”yesini dünyama indirmeye çaliştiğim Muhammed-i Arab””nin (asm) bulutun gölgesi altindaki hayâli genişlendikçe genişlendi. O”nun (asm) şahsiyet-i mânev”yesinin azâmetiyle, bulutun gölgesi de büyüdü ve bütün âsumân gölgeye dönüştü. Fesübhanallah, ne bereketli buluttu o! Tüm kevnü mekânin gölgelendiği bu buluttan yeryüzüne, işte tam bu noktaya, sadece bir reşha süzülmüş ve damlamişti. Nasil da herkes, her zaman, şu anda Mescid”e koşanlarin yüzlerindeki saadetten rahatlikla okunabildiği gibi, bu duru ve lekesiz Reşha”nin (asm) serinliğiyle islaniyordu. Bir insanin başinda bir bulutun gölgelik olarak bekletilmesine olan şaşkinliğim, bu hayâlle yerini kâinat dolusu Òelbette"ler dedirten bir tasdike, sonsuz uyuma ve kabullenmeye birakiyor. Değil mi ki, O Zât (asm) âlemlere rahmettir; değil mi ki O Rahmet-i İlâh””nin yeryüzünde cisimleşmiş en güzel ve saf reşhasidir; elbette böyle bir Yağmur”un (asm) başina kâinat bulut olsa yakişirdi. O bulut da, nihâyet gök ehlini ve yeryüzü sakinlerini temsilen O”nun (asm) başini bekliyor olmaliydi. Resûlullah”in (asm) çok sevdiğim bir sünnetine ittiba ederek, başimi ve göğsümü açip, ellerimi uzatip, alabildiğince islanmaya çaliştim Medine”nin yağmuruyla. Yanimdan geçen şemsiyeli hacilara takilmadan edemiyorum: ÒŞemsiyeni kapat hacim!" Yari tereddütle kapatiyor kimisi; ama Mescid-i Nebev””nin kapisina doğru asil yağmurla serinlemek için adimlarini siklaştiriyorlar. Öyle ya asil yağmur içeride, Mescid-i Nebev””de yağiyor. Kubbelere, beton tavana, dev şemsiyelere inat, Mescid-i Nebev””de bağdaş kurup, soluklanan herkes, bütün zamanlarin en güzel yağmuru ile islaniyor. İki yağmur arasinda mütereddid, Selâm Kapisi”na doğru ilerliyorum. Saçlarimda, tenimde çocukluğumun saf, temiz, günahsiz yağmurlarinin nemli kokusunu aliyorum bir an. Dönüp selâm veriyorum: ÒEsselâmü Aleyke Yâ Resûlallah." O”nun oraciğa, o küçücük hücre-i saadete, Yeşil Kubbe”nin altina siğabilmesini aklim bir türlü almiyor. Anliyorum ki, Yeşil Kubbe artik tüm mevcudati temsil ediyor; Mescid-i Gamâme”nin bulutundan devraldiği vazifeyi devam ettirip, bütün mevcudâti gülücüklere boğan Nûr-u Muhammed””nin (asm) tebessümünü sakliyor kavislerinde. İçeride şipiltilarini duyduğum yağmur damlalarinin Kubbe-i Hadra”nin kavisleri boyunca süzülüşlerini hayâl ediyorum. Bu hayâl beni, O”nun (asm) gül kokulu tenine damlayan yağmur damlalarinin bahtiyarliğina götürüyor. Acaba kim kimi islatiyordu? Yağmur damlalari O”nu mu? Yoksa O yağmur damlalarini mi? Tenimde hissettiğim her damlayi O”nun (asm) nazariyla islanmiş, nemlenmiş bir selâm olarak aliyorum. Böylece yağmur damlalari sayisinca selâm aliyorum Bütün Zamanlarin En Güzel Yağmuru”ndan (asm). Medine”de Mescid-i Nebev””nin oralarda hiç umulmadik, beklenmedik yağmurlar yağiyor. Ben ve gözlerim islaniyoruz. *** |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır [B]Kâbe; Gözümün Nurlu Siyahi Kâbenin tek ve bir oluşu, hiçbir ifadenin eteğine erişemeyeceği kesin ve net bir tevhid dersi veriyor. Gözle görünür ve elle dokunulur kesinlik ve netlikteki bu derse akil ve kalp yetişmekte zorlaniyor; ilk dersi göz aliyor. Hatta göz bile gördüğü görüntüyü hazmetmekte zorlaniyor. Kâbe, sadece o anda hacda olanlarin değil, bütün dünya üzerindeki inananlarin, daha da ötesi geçmiş ve gelecek bütün zamanlardaki mü'minlerin alnini koyduğu nokta. Yeryüzünde güzellik ve anlamdan yana ne varsa, bu kara noktanin eteklerine süzülüp toplanmiş. Birden tevihidin alternatifsizliği biçağin kemiğe dayanmasi gibi, sicak ve dokunakli, hissedilir hale geliyor Kâbede. Sonra, burada olmayan, buraya yönelmeyen her halin çirkinliği ve anlamsizliği çok uzaklarda uğultu halinde yitip gidiyor. İnsan yokluk ve varlik arasindaki siniri adimladiğini hissediyor, irkiliyor. ‚ocukluğumda sik sik başima gelen bir halle tasvir etmeye çalişiyorum Kâbede olmayi. Devasâ bir kiraz ağacinin aşaği dallarinda neşeyle kiraz koparirken, insan farkinda olmadan yükselir. Dallarin sarmaş dolaşliğina kanip, aşaği bakmadan ağacin tepelerine varir. Ama, hâlâ ağacin alt dallarindaymiş gibi, dallarla şakalaşir, gevşekçe tutunur, ayaği kaysa birşey olmayacakmiş sanir. Ama ne zaman ki, arkasina bakip, gözler karartan yüksekliği gördükten sonra, tutunduğu ve ayağini koyduğu dalin hayat ve ölüm arasindaki çizgiyi belirlediğini görür; dehşetle daha bir sikica sarilir dallara. Kâbeyi görene kadar, insan tevhid ağacinin aşaği dallarinda meyveler topladiğini düşünüyor. Sokaklarda ve kaldirimlarda, tevhid ve şirk, iman ve küfür arasindaki mesafe kapaniyor gibi gelir bize. ‚ünkü hem iman ehlinden, hem dünya ehlinden birbirine yakin davranişlar ve sözler çikiyor. İmanin güzelliği ve küfrün çirkinliği, gafletin alacakaranliğinda yumak ipleri gibi birbirine karişiyor, bulaşiyor. Lâkin Kâbenin eteğinde iman ve küfür, tevhid ve şirk birbirinden siyriliyor; çirkinlik güzellikten ayriliyor; şirkin anlamsizliği uzaklarda tortulaşiyor, insani kalbi duru ve berrak bir iman lezzetiyle yikaniyor. Kâbenin bir ve tek oluşunu, dünya gözüyle tasdik edinceye kadar, Kâbeye yönelmenin, kibleye durmanin ebed” visalle ve ebed” firak arasindaki çizgiyi belirlediğini yeterince anlayamiyor insan. İman ve küfrün arasi sonsuzcasina açiliyor Kâbede. Tevhid, bizi mutlak yokluk çukurlarindan düşmekten alikoyan bir ağaç oluveriyor. Tutunduğumuz hakikatlere daha bir siki sariliyoruz; ayağimizi ve kalbimizi kildan ince, kiliçtan keskin siratlara sürüyoruz. Kâinatlar dolusu firaklardan siyrilmiş olmanin hazzi ve bu firaklara yeniden düşebilme ürpertisi, insanin gözünü ve kalbini o kara noktaya, Kâbeye, kilitliyor. Kâbe gözbebeğime ayrilmaz bir kara leke gibi oturuyor. Öylece gözümün kara gözbebeği, kalbimin kara sevdasi oluveriyor... *** |
Cvp: Mekke geceleri Beyazdır [B]Güneşin ve Ayin Nûrlandiği Dağ Dağ ne kadar yüce olsa Yol onun üstünden geçer ÑYûnus Emre Bir gece yarisi Nûr Daği”nin eteklerindeyiz. Dolunayin süt beyaz gölgesi altinda, ilik bir melteme yüzlerimizi dönüp, ilk âyetin yankilandiği dağin zirvesine doğru bir âyetin mânâsina erişmenin zorluğunu dizlerimize kadar yaşarcasina kâdem basiyoruz. Dağin müphem silüeti karanlik yeryüzünün semânin nûruna ihtiyacini ilan ediyor gibi. İnce ince kivranan patika yolda ayaklarimin altinda yuvarlanan taşlarin benden sakladiklari önemli sirlar olduğunu düşünüyorum. Topraktan başini uzatan dev kayalar binlerce yildir O”nun (asm) nazarina arzedilmeyi beklemişler ve nihayet mükâfatlarini almişlardi. Nasil da bu kadar siradan bir şeylermiş gibi sessiz ve sâkin duruyorlardi. Gece ne kadar karanlik olursa olsun, ebed” kilinmiş Hakikat Güneşi”nin (asm) sicak temasi ve nazari geziniyor gibiydi üzerlerinde. Taşlari kiskaniyorum ve soruyorum: Hanginize Resûlullah”in ayaklari değdi? Yoruldukça duruyor, yürüdükçe daha da uzaklaşir gibi olan zirveyi süzüyorum. Acaba Cebrail”in (as) Òİkra" sesi hâlâ yankilaniyor mu oralarda? Nefes nefese kendime cevap yetiştirmeye çalişiyorum: ÒKur”ân dağlara değil, senin omuzlarina indirildi Sena”. “Oku” emrinin yankisini kendinde aramalisin. Bir dağ kadar dik ve sarp gururunu âyetin emri altina verebiliyor musun? Siradağlar kadar geçit vermez hevesâtini ve hevâni aşip ardina koyabiliyor musun?" Zirvede, gece yarisi olmasina rağmen izdiham yüzünden Hirâ”yi görmekten ferâgat edip, gecenin mağarasini seyre koyuluyoruz. Dolunay Mekke”nin, tam da Kâbe”nin üzerinde yavaş yavaş ufka doğru meylederken, sabahi bekliyoruz. Güneşin hangi dağin ardindan başini uzatacağini tahmin etmek zor. Gecenin mavi ve beyaz karişimi libasi dağlara temas eden eteklerinden yirtilmaya başliyor. Şafağin pembesi kan pihtisi gibi dağlarin zirvelerinde kümelenirken, hiç beklemediğimiz bir dağin arkasindan, tam da ayin batmaya hazirlandiği yerin karşisinda ilk beyaz huzmeler uzandi. Güneş yükseldikçe, dolunay hem siliniyor, hem ufka yakinlaşiyordu. Nihayet güneşin ve ayin karşilikli iki ufku aydinlattiği bir ân geliverdi. Yol arkadaşim tam o ânda Resûlullah”in bizim ebed” saadetimize gebe olan o güzel yeminini hatirlatti: ÒSağ elime güneşi, sol elime ayi verseniz, bu dâvadan vazgeçmem." İzdihamin dağilir gibi olduğu bir ara Hirâ mağarasinin ağzina doğru gittim. Mağaranin ağzi tahminlerimin tersine Mekke”ye doğru değil, Mekke”yi ve Kâbe”yi arka çaprazda birakan bir yöne bakiyordu. Eğer sabahi Hirâ”nin ağzinda oturarak bekleseydik ve duâ ederken ellerimizi alabildiğine genişçe uzatsaydik, güneş sağ avcumuzun içinde, ay sol avucumuzun içinde olacakti. Resûlullah”in (asm) dâvâsi tâ başindan kazanilmiş, duasi ellerini açar açmaz kabul edilmişti. Meğer güneş de ay da o iki elin ayasindan yükselen duanin çerağindan tutuşturulurmuş. Dağlara karanlik diyenlere bakmayin siz; yoksa bazilarinin adi niye “Nûr” olsundu? *** Seni Sevmeler Cumhuriyeti Dönüşten sonra, Medine”nin ve Mescid-i Nebev””nin ruhumda biraktiği tarif edilmez âsûdeliğin ve sükûnetin içinde yüzüp durdum. Bu hâl bozulur korkusuyla bir süre sokağa çikmaktan korktuğumu itiraf ederim. Diğer taraftan, Medine”yi yeterince anla(ta)mayişimin da ezikliği vardi üzerimdeÑinsan anlattikça daha çok eziliyor ya neyse... Medine-i Münevvere”de her söz Muhammed”le (asm) başliyor, Muhammed”le (asm) bitiyor. Habibullahin (asm) şahs-i manev”si gece-gündüz hiç batmayan bir güneş gibi üzerinizde pervâz edip duruyor. Onun (asm) ümmetine olan hadsiz şefkatini serin ve hoş kokulu bir nesim gibi yanağinizda hissediyorsunuz. Bütün endişeleriniz Onun (asm) iki mübarek dudaği arasindaki ebed”Êtebessümde eriyip gidiyor. Hele Ravza-i Mutahhara”da namaz kilarken, dua ederken sâlât ve selâm getirirken, alninizin terini silen, omuzunuzu sivazlayan bir mücessem şefkati hissetmeden edemiyorsunuz. Hele hele Onun (asm) huzurunda iken, Onun (asm) izn-i İlâh” ile sizi duyduğunu ve selâminiza tebessümle karşilik verdiğini bilerek, Rabbimizden isteklerimizi Onun (asm) niyazdar ve nazdar elçiliğine havâle ederek, doğrudan Ona (asm) hitab etmek, semâv” bir helvanin tadini birakiyor dilinizde ve damağinizda. Medine”yi anlatacak kisa ve özlü bir şeyler aradim durdum. Şükür ki hac dönüşünün ertesi günü bir şarki sözü imdadima yetişti. Medine”yi kalbimde şöylece kodladim: ÒSeni Sevmeler Cumhuriyeti" *** Yapraklari Dökülen Hac Kitabi Mekke”de yüreği temiz, safça bir insan bir zamanlar okuduğu bir Hac kitabini öve öve bitiremiyordu: ÒNe güzel kitapti ama... Okudukça ağliyordum." Ardindan esefle ekliyordu: ÒAma sayfalari bir okumada dağiliyor, dökülüveriyordu." Benimse onu teselli etmeye hiç mi hiç niyetim yoktu: ÒBelki," dedim biraz muzipçe, Òsayfalari döküldüğü için güzeldir." Haccin değil bir günü her bir âni bir daha dönmemek üzere kâinat kitabindan kopuyordu. “Hacdan dönmek” olmaz Hacilar dönüyorlar. Eski ve eskimiş bir “haci” olarak kiskaniyorum onlari. Şimdilerde kalpleri dupduru, tenleri Kâbe kokulu, gözleri tevhid doludur onlarin. Onlari ziyaret edin, onlara “haci” olduklarini hatirlatin. Tanimasaniz bile bir taze hacinin yanina varin ve sirf haci olduğu için onunla taniş olun. Taze hacilarin etrafinda onlarin Kâbe etrafinda pervane oluşlari gibi pervane olun. Haci ziyaretinin hac ziyareti kadar olağanüstü ve yegane olduğunu bilin ve onlara bildirin. Onlar da anlasinlar haccin bitmediğini, yüreklerine tek itibar vesilesinin Kâbe”ye yönelmek olduğunu yerleştirin. Asil kiymetlerinin Resul-u Ekrem”e (asm) ümmet olmaktan geldiğini olduğunu bir daha anlasinlar. Onlar hacilar, haci olduklari için, haci kaldiklari için itibar görsünler. Bundan böyle de kazandiklari itibarlarini yitirmemek üzere atsinlar adimlarini. Sakin kalabaliğa karişmasinlar. Kurtlarin kapmasindan korkmasinlar, sürüden ayri kalsinlar; zira şimdi hepimiz kurt sürüsündeyiz. Bir kaç söz de hacilara ama illâ yüreğinde haccin heyecanini terütaze taşiyan hacilara, “taze” hacilara. On defa da gitmiş olsa, “bu hac başkaydi” diyen hacilara sözüm. İki şehri ziyaret edip de, hurma ve zemzemden gayrisini getirmeyen hacilara konuşmuyorum. Fazileti kendinden menkul irki adina ümmeti çekiştiren hacilara sözüm yok. İllâ da taze hacilara diyorum ki, hacdan geldiniz bari “hacdan dönmüş” da olmayin. Bundan beri “hacdan dönmek” olmaz. * * * Hac yolculuğunun yönü tam da hayatimizin aktiği yöne doğrudur. Hac, ruhumuzu çokluktan bire çeker, muhitten merkeze kişkirtir. Hac, ruhumuzu yalinlaştiğimiz, yalnizlaştiğimiz ve yakinlaştiğimiz ölüm anina yakin eder. Kulluğumuzun sinanacaği keskin siratlara ayaklarimiz bu yolculukta. Hayatimizin durulduğu anlarin provasini yapariz Kâbe”ye yaklaşirken. Böylece “hesap günü”ne giden yol üzerine düşer Kâbe”nin yöresi. İstesek de “yoldan dönmek” olmaz. * * * Hergün beş vakit döndüğümüz yeri belleriz hacda. Vahdeti elle dokunulur, gözle görülür eyler Kâbe”nin kara bedeni. Onun etrafinda olmayan herşey ve herkes çirkinleşir, güzellik onun etrafinda olanlara ve ona doğru yönelenlere mahsus olur. Kiblemizi heyecanla doğrulturuz böylece. Güzelliğe doğru, hayra doğru yöneliriz. Kiblemiz yeniden var olur ve bizi de O”na yeniden yâr eder. Bundan beri “kibleden dönmek” olmaz. * * * Arefe günü elimiz bir otu ve bir saç telini bile koparmaktan men edilirken, bayrama erer ermez bir can boğazlamaya emredilir. Anlariz ki, elimiz bile elimizde değilmiş ve irademiz de “O”nun eli”ndeymiş. Öylece O”na ezelde verdiğimiz sözü yeniden hatirlariz. "Evet, sen bizim Rabbimizsin!" Gayri “sözden dönmek” olmaz. * * * Şeytani taşladiğimiz elimizle, Resul”ün[asm] mescdinden el bağlariz. Attiğimiz taşlarca şeytana ve yandaşlarina nefret duyduk, nefsimize ve hevamiza baş kaldirdik ve Muhammed”e [asm] muhabbetimizi artirdik. Biatimizi tazeledik, şeytandan uzak olduk. Artik “biattan dönmek” olmaz. * * * Öteden beri hasretini çektiğimiz yöreye varmakla, uzaklaşma değil, yakinlaşma duygusu yaşariz. Secdelerce yakinlaştiğimiz o yöre alnimiza gurbet değil sila kokulu rüzgârlar değdiriyor olmali. Uzaklik değil, yakinlik yürümüş olmali yüreğimize. Orada bildik bir vatan sicaği tatmiş olmali yüreğimiz, koskoyu bir silaya salinmiş olmali ruhumuz. Dünyalilarin belirlediği mill” sinirlar silinmiş olmali zihnimizde. Burasi ne kadar vatansa, orasi da vatan. Her mü”minle ayni milletten olduğumuzu anlamiş olmaliyiz şimdi. “Millet-i İbrahim”den saymaliyiz kendimizi. Burasi ne kadar sila kokuyorsa, orasi da o kadar “baba ocaği” kokusu salmali ruhumuza. Öyleyse “siladan dönmek” olmaz. * * * Ve illâ ki “hacdan dönmek” olmaz. Senai Demirci |
Şimdilik genç olan gerçekte genç değildir. Genç olma sırası kimde? Eskişehir’deydim.Gösterdiler bana. “İşte şurası hapishanenin yeri!” Hapishane yok artık; yerinde tramvay durağı var. “Ama lise olduğu gibi duruyor.” Cumhuriyet Lisesi. Şimdi yerinde olmayan hapishanenin mazi olmuş pencereleri bir zamanlar lisenin bahçesine bakıyordu. Hapishane penceresinin ardındaki gözler ağlıyordu. Lise bahçesinde kendilerini ritmik hareketlere kaptırmış kızlar gülüyordu. Kendisi için değildi gözyaşları. Yaşlılığına dair değildi hüznü. Hapsedilmişliği umurunda değildi. Genç kızlar onun için ağlıyor değil; o genç kızlar için ağlıyordu. Ağlanacak halde olan kendisiydi oysa… O bakış aksına geçip ben de baktım bir süre. O bakışın izdüşümünde tuttum gözlerimi. Yaşlı adamdan genç kızlara doğru yönelmiş ağlayışın yatağında tuttum kalbimi. Ben de böyle bakabilir miyim? Her şeye.. Herkese… O gülüp oynayan genç kızların elli sene sonraki halleri görünür yaşlı adamın gözlerine..Hesap basit: 17+50= 67. Onyedilik genç kızların elli yıl sonraki hali 60’lı 70’li bir “nine”. Güvendikleri gençlik geçip gitmiş… Sarılıp durdukları körpe bedenleri ellerinden kayıp göçmüş.. Beğenme dilendikleri bakışlar, acımayla bakıyorlar soluk yüzlerine. Nefret ve tiksintiyle dönüp geçiyorlar yanlarından. Bir de öbür ihtimal var. Yaşlı olamama ihtimali. Altmışına varmadan toprak olmak da var. Unutulmuş bir mezarda hiç önemsiz oluvermek de var. Hatırlanmaya değmeyen, hatıralara sokulmayan, şen şakrak sohbetlerden uzak tutulan bir tuhaf detaya inmek de var! Eskişehir Hapishanesi’ndeki yaşlı Said Nursî’nin Eskişehir Cumhuriyet Lisesi’nin bahçesindeki neşeli genç kızlar için gözyaşı dökmesinin üzerinden bir değil iki 50 yıl geçti.Kendilerine ağlanan genç kızlar da, kendilerine ağlayan yaşlı adam da yeryüzünde yok şimdi. Yeryüzünde hâlâ yaşlı adamlar dolaşıyor, hâlâ daha genç kızlar ince narin bedenlerini, sokaklara, meydanlara, plajlara, iştahlı bakışlara ayarlıyor. Gülüyorlar. Ağlamıyorlar. Gencecikler. Yaşlanmış kadınlara göz ucuyla bakıyorlar. Acıyarak çeviriyorlar yüzlerini. Sanki elli yıl sonrası gelmeyecekmiş gibi. Sanki şimdilerde yaşlı ve buruşuk yüzlü ihtiyarlar bir zamanlar kendileri gibi genç olmamış gibi. Sanki onlar da kendi gençliklerinde yaşlılara acıyarak bakmamışlar gibi. Sanki onlar da bir zamanlar acıyla bakılacak, hüzünle ağırlanacak, hemencecik toprağa konulup unutulacak, ölmesine şaşılmayacak yaşlılar olmayacakmış gibi… Hayat bu. Yaşıyorsan, yaşamanın her haline yazgılısın demektir. Kendini bir yerine yazdırdın mı, başına getireceklerine razısın demektir. Doğdun ya, öleceksin işte. Doğup da ölmeye razı olmamak yok. Gençliğe uğradıysan bir kere, kaçarı yok; yaşlılık da bekliyor seni. Ya da toprak olmak. Şimdi yaşlı değilsen, bunun tek nedeni şimdilik yaşlılık sıranın gelmemiş olmasıdır. Gençsin, güzelsin, alımlısın, çekicisin. Kim ne diyebilir sana? Ama gel de kulağına fısıldayayım; sadece sıra sende olduğu için. Sadece şimdi. Sadece şimdilik! Şimdilik genç olan gerçekte genç değildir. Sadece genç olma sırası kendisindedir. Genç olma sırasını savarken, kendini daha sonraki sıralardan çekip aldığını sanıyorsa, hep sıranın orasında kalacağına inanıyorsa, ağlanacak-yoksa gülünecek mi?-haldedir. Said Nursî işte bu yüzden ağlar gençlere. Orada takılıp kalanların takılıp kaldığı o zavallılığa ağlar. O andan sonrasını unutanların körlüğüne acır. Başımız sıkıştığında, biz de o yaşlı adam gibi yapalım. Hızla çevirip zamanın çarklarını mesela bir elli yıl sonrasına atalım kendimizi. Alın saatinizi elli yıl sonrasına ayarlayın. Yazı tahtanıza, günlüğünüze 2058 yazın meselâ. Ne size hükmetmeye kalkanlar kalır orta yerde ne siz “zavallı” kalırsınız. Ne bedenlerinin körpeliğine yaslanıp ahlaksızca şehvet oyuncağı olanlara iltifat edersiniz ne de şimdiki dana gözlü iri manşetlerin dehşetine aldırışınız olur. “Ashab-ı Kehf bakışı” diyorum ben bu bakışa.Hani sadece bir geceliğine uyuduklarını sanıp tam 300 yıl sonrasına uyanmışlardı ya. Ellerindeki para geçersizleşmişti. Kendilerini mağaraya zorlayan zalimlerin zulmü geçip gitmişti. Tanınan, beklenen, özlenen yüzleri artık tanınmazdı, yabancı oluvermişti. Evleri “başkaları”nın evleriydi. Şehirleri onlara bir sığınak sunamıyordu. “Yedi uyurlar”ın uyandıkları sabah yaşadıkları her türlü şaşkınlık, şimdilik zalim olan, şimdilik güzel ve genç olan, şimdilik ünlü ve önemli olanların her birine ebedî uyanışlar vaad ediyor. Dürtüyor onları. Uyandırıyor. Şu anda, bugün, şimdi, çok sonraki zamanlarda geçersiz olan paralar peşinde koşturuyoruz.Bugünlerde bir zamanlar tanınmayacak, aranmayacak yüzlerin ardında duruyoruz. Bu sabah ve yarın sabah, 19 Mayıs’ta, yaşlanması kaçınılmaz gençlerin zindeliğine yaslanıyoruz. Ölüyoruz her an. Bir cenaze namazına doğru yaklaşıyoruz. Bir mezar taşına eğreti bir kazıntı olmak üzere yürüyoruz. O “yaşlı adam”ı yaşlanacağını unutanlar ağlattı. Sadece bir kum tanesi olduğunu unutanlar zaman rüzgârının hoyrat savuruşunda. Şimdilik olduğu yerden teselli umanlar. Ama şimdilik! Sadece şimdilik! Senai Demirci |
Cvp: Şimdilik genç olan gerçekte genç değildir. Genç olma sırası kimde? cok irdelenmesı gereken bir konu.... düşünerek, halıme acıyara, okudum.... saıd nursı hazretlerı zamanın kutlu evlıyalarından, ibretle gözyaşlarını sunuyor. ama bız ağlayacagımız yerde hala guluyoruz halımıze.... şimdi lise sıralarına yazılan ask sozlerı burumus beyınlerı, şimdi eteklerin kısalıgı yarıs durumu olmuş şimdi erkek kız ayırımına ihtiyac duyulan en kotu zaman olmuş.... hayallerde hep bir star olma tutkusu hatalarda hep nefis izleri.... rabbim evlatlareımızı genclerımızı mushap, muaz eylesin.... her bırı muhamemed ummetıne yakısır olsun inş... paylasım için çok tskler. medineli.... |
Cvp: Şimdilik genç olan gerçekte genç değildir. Genç olma sırası kimde? Bu gün dünya sisteminin istediği şey, düşünme yargılama sorgulama sadece senden isteneni yap tır. örneğin 19 mayısta öğrencileri asker gibi yürütüyorlar, ne kadar ahmakça. öğrenci neden asker gibi yürütülür. çünkü eğitim sisteminin ona emrettiği şeylere ittiraz edememeli, tıpkı bir askerin komutanına ittiraz edememesi gibi. düşünme sadece emredileni yap. |
Kıl beni ey Namaz Kıl beni ey Namaz Çöllerden topla hücrelerimi Rahmetinin serinliğinde yıka kalbimi Kıl beni ey Namaz Ruhumu secdede yeniden fısılda bana Şah damarı yakınlığından emzir yetimliklerimi. Kıl beni ey Namaz Dağlar küçülsün, denizler taşsın, dağılsın kalabalıklar Rukü rukü doğrult eğriliklerimi. Kıl beni ey Namaz İkiye bölünsün kalbim kıblenin şakağında Sevgilinin işaret parmağı değsin göğsüme. Kıl beni ey Namaz Topla sevdalarımı kırık aynaların çatlaklarından Ömrüme ilikle sevinçlerimi, firuze düşler düşür alnımın şafağına Kıl beni ey Namaz Tenim İbrahim gibi ateşe düşmüşken Gül kokulu serinlikler değdir yüreğime Kıl beni ey Namaz Günahın, isyanın, nisyanın kuytusunda büyüttüğüm pişmanlıklarımın yüzünü kaldır yerden. Al karanlıklarımı, al karalıklarımı gözbebeklerinde yıka. Kıl beni ey Namaz İnsan kıl beni. Doğru kıl. Duru kıl Diri kıl beni. İnsan kıl bu bedeni. Senai Demirci |
Kalıbını Secdeye, Kalbini Kıbleye Bırak ... Kıpırtısız bir boşluğa koyarsın alnını günde beş vakit. Secdenin alnını nereye değdirdiğinden habersizsin. Gösterişsiz bir yöne dönersin yüzünü; ışıktan yolları yoktur şehrin kıblesinin. Kıblenin yüreğini nereye götürdüğünü bilmiyorsun. Suskun bir duvarın dibinde oturur gibisin her tahiyyatta.. . Selâmının kimleri neşelendirdiğini tahmin edemiyorsun, aldığın selâmların sıcağını hissedemiyorsun. Adını bilmediğin bir deniz kıyısında yürür gibisin. Yüzünü görüyorsun sadece mavinin; derindeki incilerin pırıltısına dokunamıyorsun. Terazinin bu kefesindesin; varlığını inceltirken rükûlarda, karşı kefede neyi biriktirdiğini bilmiyorsun. Şimdilik hece hece tutunduğun duanın gölgesinin haber verdiği ışıktan nasibin pek az. Dudaklarını ıslatan abdest suyunun her bir damlasının dudaklarını hangi billur pınarlara değdirdiğini fark etmiyorsun. Hüznünün kuytularından taşırdığın fısıltılarını dök seccadene… Aynalarda aradığın avuntuları sök bakışının perçemlerinden. . Bulduğunu yitir bir tekbirin yankısında… De ki “ben buraya razı değilim!” Yitiğini bul elini elin üzerine koymana fırsat veren vuslatın arefesinde.. De ki “ben sonsuzluğa adayım!” Varı yok et secdenin yüzünde; benliğini sıfırın altına çek, varlığını sonsuzluğun başına taşı. Yoğu var et niyetin fısıltısında; ettiklerinin değil niye/t ettiklerinin seni kurtardığını anla.. Diriyi öldür rükûların darağacında; teninden geç, bedenini yık dağ gibi.. Ölüyü dirilt dualarının burcunda; çağır günahın peltesinde dilsiz ettiğin ruhunu.. Umutlarını namazların ipeğine tane tane dizdiğini bil de sevin dostum. Namazın uçuruma atılmış en güzel gülündür senin. Namaz gülünün bin bahar olup içinde yankılandığını bil de sevin. Bir namazı kaçırmış olmanın o hüznü yok mu? Hiç olmazsa onu al yedeğine? Sana müşfik bir vaize olsun…Pişmanlık değil midir bizi en çok büyüten? Yüzü yerde pişmanlıklarının kalbine attığı sızıları kaybetme lütfen.. Bu bize lazım.. Hep lazım.. İncelmiş duygularımızın izinde yürüyelim hep... İçimizdeki hüzün yol göstersin bize. Kırık kalbimiz, bükük boynumuz Rabbimizin rahmet dergâhına bitiştirsin secdemizi. Göz yaşlarımız rahmetin kucağına akıtsın yakarışlarımızı. “Din sadeliktir” der peygamberimiz [asm].. Bu zamanda beş vakit namazı bir kenara koyup, aradaki vakitleri de namaz beklentisi içinde yaşaman yeter... Tesbihatını yapabildiğin kadar yap; “subhanallah”ı, “elhamdulillah”ı, “allahuekber”i dilinden kalbine indirmeye çalış. Sakın telaşlanıp kendini altından kalkılmaz dil kalabalıklarına, binlerce binlerce ezbere mahkûm etme daha baştan… Önce durul, namazın sükûnetini dinle... Dr. Senai Demirci |
Cuma: Kalbini Dünyanın Kuytusundan Çıkar Yürüyorsun, telaşların omuzlarında. Ç/alışıyorsun, umutların köşe başlarında. Yaşıyorsun, özlemlerin yarınların ardında. Gülüyorsun, mutlulukların var-yok arasında gidip gelmelerde. An'ın bıçak sırtında nefes alıp veriyorsun. Aldığın nefes kadar u/mutlusun, verdiğin kadar huzurlusun. Sürekli ve kalıcı sanıyorsun kendini. Oysa bedenini bir andan bir sonraki an'a taşıyamıyorsun. Sonraların sonrasında hayâllerin. İki du/dağının arasında hayatın. Alıp verdiğin nefes kadar varsın. Nefesin ha bitti ha bitecek. Varlığını çoğaltıyorsun kendince. Biriktiriyorsun, elinde olanlar gitti gidecek. Kızgın bir kor gibi avucunda kaygıların. Şehrin girdaplarında bir varsın bir yoksun. Umut ile umutsuzluk arasında dolanıyorsun. Kaldırımların sana söyleyeceği yok. Kapılar bir yerlere açılmıyor. Meydanlar sesine ses katmıyor. Sokaklar kalbine çıkmıyor... Aynalarda yüzün eskimiş, ağlıyor... Bilmeden benliğini sivriltmişsin. Farkında değilsin, umutlarının hepsini cılız nabzına taşımışsın. Sesin çöle düşüyor, sözün boşlukta kalıyor. Huzurda/n az/alıyorsun her an; hüsranın büyüyor. Bugün Cuma... Varlığın bayramı bugün. Seni Var edenin, seni severek var kıldığını haykırıyor ezanlar. Seni sevenlerin ve sevdiklerinin arasına katan Rabbinin, varlığını, sadece varlığını, hiç bir şeye sahip olmasan da, hiç bir albenili görüntüye sığmasan da, hiç koşulsuz kabul ettiğinin habercisi ezanlar. Dur şimdi... Şimdi dur! Kendini kırılgan aynalarda çoğaltmaya çalışan bencilliğini sustur. Seni boş sevdaların yokuşuna süren hırsını sakinleştir. Seni hızına erişemeyeceğini bantlarda koşturanların çağrılarına kulağını kapat... Alışverişi kes; "canını ve malını güzel bir alışverişle satın almak*" istediğini söyleyen Rabbinin kutsiler pazarına koş... Seni Yusuf (a.s.) gibi ucuza satın almak isteyen bezirgânların elinden kurtar gömleğinin yakasını. Gürültüyü kes; secdenin sükûnetine at özlemlerini. Kıskanıp da seni, güyâ iyiliğin için binbir cezbeyle dünyanın kuyusuna atmak isteyen, atıp da ardından kanlı gömleğine bakarak yalan yere ağlayacak sahte kardeşlerinden uzağa at kalbini ve kalıbını. Bugün Cuma... Dünyadan ümidini kes... Sonsuzun pınarına yapıştır dudağını... Senai Demirci |
Cvp: Cuma: Kalbini Dünyanın Kuytusundan Çıkar Lailahe illallah Cuma’nın sebebiyle, Muhammedün Resullullah gerek yüzün gölgesiyle dünya ve ahiret muradımı ver. Melekler duasıyla, Ya vedüdüm, entel maksudum, Kulhüvellahü ehad, bin bir kere ya samed, cennet kapılarını aç, benim günahımdan geç. Benim günahım varsada senin gibi halikim var. Muhammed Aleyhisselam dostum var. İlahi kabre vardığım gece lütfeyle, yalnız kaldığım gece bilmediğimi bildir. Kabrimi nur ile doldur. Kevser şarabına daldır, ulu cemalini göster. Gece gündüz yalvarırım sana dünya ve ahiret muradımı ver bana. Rabbim Allah, fikrim zikrullah, kalbimin nuru Resullullah, evvelim Allah, ahirim Allah, La ilahe illallah Muhammedün Resullullah. Cuma gibi günümüz var. İslam gibi dinimiz var. Muhammed gibi şahımız var. Allah dedim, dostum dedim, La ilahe illallah!! Sırrım sübhanım Allah, derdim dermanım Allah, gafil kuluna gam düşmüş, yetiş imdadımıza ya Muhammed. [B]Kulhüvellahü ehad, bin bir kere ya samed, ya Allah, ya Muhammed umarız senden şefaat. Lailahe illallahtır özüm, Muhammed Mustafadır sözüm, ihlas-ı şerif ile yıkadım yüzüm. Ayetele kürsü için sen kabul eyle sözüm. Bugün Cuma günüdür. Dinim İslam dinidir. Dinimin İslam dini olduğuna, yetmiş binin nısfına, mühürledim üstüne. Lailahe illallah üç muradım var, biri cennet, bir ırmak diyarını görmek. Aç cemalini göster diyarını. Ya Resullullah! Aman yarabbi ya rabbena her halimiz malumdur sana, gece gündüz yalvarırım sana. Her zaman sana muhtacım, cemalini göster bana. Cennetine davet et Allahım kabrimizde rahatlık, sıratta selamet, tatlı canımız sana emanet, son nefesimizde selametler ihsan eyle. Kabir suallerimiz ahsan eyle, cennetinle cemalini cümleyle beraber bana da nasip eyle. Lailahe illallah selalar duası için, Muhammedün Resullullah arşı ala gölgesi için hastalara şifa, dertlilere deva, borçlulara edalar ihsan eyle Ya Rabbim. Elif Allah, Nur Muhammed tez selamet. Ya Celil, etme zelil, gönder delil. İlahi Yarabbi hacetimi rahmet deryasını ulaştır, duaya açılan elleri icabete eriştir. Allahım senden başka kimsemiz yoktur. Lailahe illallah arşı alaya Muhammedün Resullullah şükür Mevlaya. Yarabbi yarabbena her halim malumdur sana, cenneti alada cemalini göster bana. Lailahe illallah günahlarımız af eyle, Muhammedün Resullullah makamımı nur eyle. İlahi Yarabbi son nefesimde kendime malik olmadığım zaman bu duamı sana emanet ederim. Cumadan bir günüm var, Nûrdan Kuran’im Var, Gögsümde Imanim Var, Rabbime Selamim Var, Selatü selaya yolladım Mevlaya, sen cümlemizin muradını ver gelecek Cuma’ya. Lailahe illallah ve cellehü edası ile, Rabbim muradımızı ver melekler duası ile. Lailahe illallah kalbimizi karartma, rızkımızı azaltma, kabrimizi, daraltma, senden başka kapı aratma, muhannete muhtaç etme. Lailahe illallah imanla sabır, Muhammedün Resullullah azapsız kabir. |
Bugün Günlerden Af/ertesi...!!! Ne zamandır unuttuğumuz bir sevincin bizi yeniden kucakladığı anlar yaşadık oruç akşamlarında. Ne zamandır kalbimize düşmeyen lekesiz huzurlar demledik oruç akşamlarında. Ne zamandır yanımıza yöremize uğramayan çocukça coşkuları avuçladık iftar sofralarımızda. Oruç, bize, her birimize, tek tek, içimizde unuttuğumuz, elini bıraktığımız, suskunluğa terk ettiğimiz içimizdeki çocuğu hatırlatarak gitti. İftar sofralarına ne kadar çocuk/ça oturduk, bir hatırlasanıza. *** Oruç, zamanı yeni bir tatla yaşattı bize. Günün başköşeleri oruca göre belirlendi. Yeni düzenle akmaya başladı şehirde zaman. Köylerde çocukların gözleri belki ilk defa minare uçlarından sevinçler kopardı, ezan sesinden coşkular devşirdi. Ezanlar, sevinçten kanatlar olup kalplerimize dokundu. Her iftar öncesi çoğaldık, bir/leştik, biricikleştik. Bizi her yanımızdan kucaklayan, hücre hücre sarıp sarmalayan bir huzurun arefesinde bulduk kendimizi. Bir mukaddes çağrının eşiğinde sakinleştirdik kalbimizi. Bir Rahmanî sofranın ortasında yeniden tanıştık ruhumuzla. Bir kalbin açılıp kapanması gibi, kutsiyetin nabzını tuttuk, sımsıcak, kıpır kıpır. Orucun nehrinde aktık; iftar sofralarına toplandık, iftar sofralarından dağıldık. Oruç, uğradığı her mekanı kutsileştirdi. Orucun tutulduğu her yer Mekke’leşti. Oruçla varılan her mekan Medine’leşti. *** Modernite, insanı eylemlerinin büyüklüğüne endeksler. İnsanın önemini ete kemiğe indirger, varlığını eylemlerine yaslar. Böylece insanı amansız ve vicdansız bir koşu bandında nefes nefese bırakır. Oysa, İslam, insanı niyetiyle tartar: “ameller niyetlere göredir.” Eylem bedenden çıkar. Niyet ise kalptendir. Kalbini kalıbına katmıyorsan, ne edersen et, yaptığın geçersiz ve anlamsızdır kutlu elçiye(asm) göre. Niyet, kalıbı kalbe bağlar, dili gönülle ilişkilendirir. Niyeti olmayan insan vicdanıyla temasını kaybeder. Vicdanı olmayan insan ise, Rabbinin nazarından kaçırır kendini. Hükümsüzleştirir ruhunu. Sahteleştirir kalbini. Huzuru çoklukta arar. Doymayı eşyanın vefasız yüzünden umar. Ömrünü faydasız bilgilerin boğuculuğunda geçirir, kalbini huşusuz ve hayretsiz bir sığlığa hapseder, dilini vicdanına değmeyen kuru çağrıların kuytusunda eskitir. Oruç, bedenin eylemi olarak edilgen bir ibadettir; yememe/içmeme üzerinden yürür. İşte, oruç, bizi bu eylemsizliğin öznesi eylerken, eylemin gürültüsü ardında susturduğumuz niyetin sesini yükseltti. İlk defa, oruç sayesinde, niyetimizi eylemimizin önüne geçirdik. Oruçla, kalbimizi kalıbımıza galip getirdik. Belki, ilk defa, modern zamanlara açıkça karşı durduk. Oruç tuttuk. Oruca tutulduk. Oruca tutunduk. *** Oruç, yalnızlaştırdı bizi. Gurbete düşmüşçesine, eşyanın uzağına attı bizi. Her şey var ama bize faydasız. Herkes burada ama bizden habersiz. O’ndan başkası çare olamadı bize. O’nun izninden başkası doyuramadı bizi. O’nu bir bilerek çokluğu terk ettik. Bir’e vardık. Bir’e kandık. Bir’e uyandık. Bir’e kaldık. Hep arayıp durduğumuz o duruluk hali, özlemiyle yandığımız o uzlet hali orucun dokunuşuyla gerçekleşti. Oruca tutunarak o yalnızlıkta durduk ve durulduk. *** Orucun ertesindeyiz artık. Bize uğradı oruç. Pencere önümüzde durdu. Rahmet günlerinden geçirdi bizi. Mağfiret gecelerinde uyandırdı. Cehennemden kurtuluşumuza vesile günler doğurdu üzerimize. Zamanın zirvesi sessizce gelip dayandı gözlerimizin kıvrımlarına. Kadrimizin bilindiği “o gece”nin içinden geçtik. “O gece” umuduyla, en az “bir ömür”lük umutlar içtik nefes nefes. Pişmanlıklarımızı taşıdık dilimize. Kendimizi utandıracak itiraflar yaptık içimizin içine. Nefsimizi kendimize gammazladık. İlk defa aramızı ayırdık nefsimizle. Haylaz arzularına, yersiz heveslerine “dur!” diyebildik. Merhamet edilmişliğimizin ertesindeyiz artık. Affedilmenin sonrasındayız. Cehennemden kurtuluşu izleyen günlerdeyiz. İnşaallah, tertemiz vardık bayrama. İnşaallah, ak pak bir sabaha uyandık bayramda. O paklığın ve berraklığın hep farkında olarak yaşayalım bundan böyle. Bize yeni baştan açılmış o beyaz sayfaya leke kondurmama özeni ile yürüyelim orucun ertesine. *** Öyle bir ay ki giden, sonsuz müjdelerin göğsüne yasladı hüzünlerimizi. Öyle bir ay ki giden, mağfiret yağmurlarının yüzünde yıkadı suçlarımızı. Öyle bir ay ki giden, rahmet bulutlarının gölgesinde avuttu korkularımızı. Öyle bir ay ki Ramazan, vahyin sonsuz kıpırtısını taşı(r)dı göğsümüze… Özlemeye değmez mi? Senai Demirci |
Oruçla Açılmış Bir Fatiha Var Artık Dudaklarımızda... [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Her istediğimize elimizi uzatabileceğimizden eminken, şeffaf ve yumuşak bir kılıç gibi iner; elimizi eşyadan keser oruç. Eşya ile aramızı açar. Eşya ile aramızda, karşılıklı razı olunmuş bir yabancılık inşa eder. Bu yabancılık, Yaradan’ın eşyayı bize tanıdık ve yakın edişinin hatırlatıcısı olur. Her kavuşmayı çocukça bir heyecanla bekler, her iftarda ter ü taze bir buluşma yaşarız. Denir ki bize: “Hiçbir şey için ‘Benimdir’ deme. De ki ‘Sadece yanımdadır.’” Ve denir ki yine: “Ne su senindir ne de suyu içen dudak... İkisi arasındaki yakınlık, O’nun izniyledir, O’nun hatırınadır, O’nun ismiyledir.” Açlığı ve susuzluğu her hissedişte, yeryüzünde müsaadeyle yaşamanın tadı yayılır damağımıza. Mahrumiyetimizi hatırladıkça, dünyada misafir izzetiyle ve izniyle nefes almanın genişliği dolar göğsümüze. Böylece, sürekli devinen ve sözsüz de söylenen bir “Bismillah”a dönüşür oruç. Arzuladıklarımızın her zaman elimizin altında olduğu hissi, onlara dair hayretimizi azaltır, onların varlığı karşısındaki hayranlığımızı küllendirir. Oruç, eşyanın üzerindeki külleri kaldırır, varlığa olan körlüğümüzü açar. Nimetlerin üzerindeki alışkanlık perdesini yırtar. Diğer zamanlarda sebepler üzerinden fiyatlandırdığımız nimetler, yeni bir bedelle, bambaşka bir fiyatla karşımıza çıkar. “Su eşittir para” denkleminin tek yönlü geçerli olduğunu anlarız meselâ. Su para eder ama para su etmez. Parayla su içemeyeceğimizi ilk defa fark ederiz. Paramız geçersizleşir, suyun gönderilmişliği sahicileşir. Hep yeni, hep yeniden tadarız suyu ve ekmeği.. Yeni baştan tadarız varlığı... Karşılığını ödemekten aciz olduğumuz iyilikler gördüğümüzü öğreniriz. Hayretimiz artar. Teşekkür iştahımız yerine gelir. Minnettarlık duygumuz çoğalır. Hamdimiz artar. Böylece, sessiz bir “Elhamdülillah”ı içirir bize oruç. Arzu ettiklerimizi gerçekleştirmekte pek gecikmeyiz sair zamanlarda. Elimizin altında olana çabucak erişiriz. Canımızın çektiğini hemencecik alırız. Heveslendiğimizi kolaycacık yer içeriz. Arzu ve heveslerimizle yapışık hale geliriz böylece. Yapışık ikizler gibi, her şart altında, onların yanı sıra koşarken buluruz kendimizi. Varlığımızı heveslerimize kilitleriz. Arzularımızdan ayrı bir kişilik oluşturma mecalimizi hepten kaybetmiş olabiliriz. İçgüdülerimizin ucunda savrulmaya başlarız. Sahiciliğimizi yitiririz. Hevamızla aynılaşırız. Sığlaşırız. Orucun yaşattığı gönüllü yoksunluk, heva ve heveslerimiz ile “biz”in arasını ayırır. Kendimizi, ilk defa, kendimiz bildiğimiz arzularımıza “dur!”, “yapma!” derken buluruz. “Ben” ile “ben”imiz sandığımız arzularımız ayrışır, karşı köşelere geçer. Bu hâl, bize naif bir bakış kazandırır. İlk defa, hırsla değil merhametle görürüz eşyayı. “Yiyecekmiş gibi” bakmayız nimete; duru ve sakin “var edilmişliğini”, taze ve kasıtlı “verilmişliğini” okumaya başlarız. Şehvetin sürükleyiciliğinden “ben”imizi sıyırır; şefkatin kucaklayıcı bakışını kuşanırız. Heva ve hevesin, arzu ve hırsın hoyratlığı, her şeyi bize “mecburmuş” gibi göstermesine karşı direnme fırsatı ediniriz. Her şeyi, “ikram”, “iltifat” ve “ihsan” şaşırtıcılığı içinde tatmaya başlarız. Anlarız ki, eşya bizim heveslerimize “mahkûm” değildir; aksine bize yönelmiş “merhamet”in göstergesidir. “Mecburiyet” algımız, “mahcubiyet”e dönüşürüz. Merhamet eden mecbur değildir çünkü. Kendisine kerem edilen, keremi hak etmiş değildir. İhsan, ihsan edenin kendi tercihidir; kimsenin zorlaması değildir. İftar vakti, bu ikram, ihsan ve iltifat edilmişlik duygusunu daha bir net hissederiz. Sofrada, eşya sanki yeniden filizlenir gibi olur. Varlık, taze kabuk bağlamış bir yara gibi pembeleşir. Her şey, “marul içi tazeliği”ne bürünür. Nefsimizle değil, nefesimizle muhatap oluruz varlığa. Bize merhamet edildiğini anlar, başkalarına da merhamet borçlu olduğumuzu farkederiz. Şefkat gözeneklerimiz açılır. Benden bana, benden sana, benden ona, ondan bana, senden bana... şefkat nehri yeniden akmaya başlar. Böylece, “O Rahmandır ve O Rahîmdir” sırrıyla yıkar bizi oruç. Sebepler susar oruçta. Çokluk bire iner. Çokça hazır olanlar tükenir. Bolca el altında tutulanlar faydasızlaşır. Yalnızlaşırız. Eşyanın desteği koltuğumuzun altından çekilir. Tekilleşiriz. Bir gurbete düşmüşçesine, eşyanın uzağına atılırız... Kalabalığın ortasında, yapayalnız kalırız. Her şey var ama bize faydasız. Her şey burada ama bizden habersiz. Çokluğu susturup, Bir olanın emrine kulak kabartırız oruçla. Sebeplerin şımartmasını terk edip, sebepsiz Var Eden’in iznine ayarlarız kalbimizi. Eşyanın içinde kaybolmuşluğumuzu yırtarız. Kentin boğuculuğundan sıyrılırız. Dar zamanların duvarlarından dışarı atarız kendimizi. Silikleşmiş varlığımızı, her şeyi bir kenara itmenin ayrıcalığı ile yeniden biliriz, yeni baştan bileriz. Varlığın göğsünde taze bir heyecanla çarpan kalp gibi yeniden ölçüp biçeriz kendimizi. Her şeyin faydasızlaştığı, her şeyin sustuğu “din günü”nde, “hesap sorulacak adam” imtiyazı ile tek başına ayakta tutulmanın resmini tamamlarız. Böylece, “Din Günü’nün Sahibi”iyle tanış eder bizi oruç. Senai Demirci |
SAAT: 13:39 |
vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
User Alert System provided by
Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) -
vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.