Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Makale ve Köşe Yazıları (https://www.forum.medineweb.net/516-makale-ve-kose-yazilari)
-   -   Cafer Tayyar'ın Medineweb için Derlediği Makaleler (https://www.forum.medineweb.net/makale-ve-kose-yazilari/946-cafer-tayyarin-medineweb-icin-derledigi-makaleler.html)

CaferTayar 16 Kasım 2007 20:08

Cvp: Bir Canan ki Cevabı Hak Eder
 
cenge çıkana ancak gazan mubarek ola denir

sevgi değer doslarımızı rabbim bu güzel gün hürmetinde hazreti insan kılsın amin

CaferTayar 16 Kasım 2007 20:09

Cvp: Bunu da aşacağız!
 
gerçekten dostu allah cc luhu olan lara ne mutlu bu dosluğa erenlere selam olsun

CaferTayar 17 Kasım 2007 10:40

Romantik Kıskançlık
 
Psikolog Esin AŞKIN
Sevgi İlişkinin Tuzu Biberi Olarak Görebileceğimiz Tutku' nun reçetesi mi ?
İlişkiyi Gitgide Yokoluşa Sürükleyen Bir Virüs mü ?

Kıskançlık milyonlarca yıl içinde işlene işlene gelişmiş ve uzun süreli hedefleri olan
sevgi ile simbiyotik bir ilişki içinde olan bir duygudur.

Terk edilme tehlikelerine ve sadakatsizliğe karşı kişide bir savunma aracı olarak gelişir.
Kıskançlık binlerce biçimde kendini ifade edebilir.
Bizim sözünü edeceğimiz kıskançlık ise daha çok özel ilişkilerde kendini hissettiren "kıskançlık" olacak.
Kıskançlık dendiğinde çoğumuzun aklında oluşan ilk anlamlandırma muhtemelen "olumsuz" anlamıyla ifade edilir olmaktadır.

Gerçekte ilişkilerde kıskançlık hangi noktaya kadar olumlu, hangi noktadan sonra olumsuz sonuçlar doğurur?
Kıskanç bir partner kendini nasıl ifade eder ve ederken de aklından neler geçer ?
Kurban rolünde kalan karşı tarafın içinde kaldığı durumlar neler?...
Bu gibi bir çok sorunun yanıtlarını bulmaya ne dersiniz. Öncelikle "kıskanç kişi"den başlayalım:

Kıskanç partner içinde ne gibi bilişsel süreçler geçirir ve bunları nasıl dışavurur?
Bir kısmında bir veye birden çok korku egemendir;
ihmal edilme korkusu, terk edilme korkusu, partnerini kaybetme korkusu, partnerini bir başka hemcinsiyle paylaşma korkusu...
Bir kısımda ise derin bir güven problemi vardır ve karşı tarafa bağlanmada güvensizlik yaşar.

Tehdit hissettiği kişilere karşı da tuzak kurma ve/ veya onları eleştirel değerlendirmede abartma eğilimi görülür.
Partnerine karşı geliştirdiği bu duygulanımı ona karsı yansıtmada ise;
anlamsız karşı çıkışlar, özgürlüğünü kısıtlayıcı davranış ve isteklerde bulunma
(eşini sevgi zinciriyle sıkıca bağlama, sevdiği bu kişinin etrafına duvar örme, sevilen kişinin ne yapması, ne görmesi,
ne düşünmesi gerektiği hakkında emirler yağdırması...)
Bunlar yalnızca amaca ulaşmak, yani partnerine sahip olmak, arzusu ile seçilen yollardır.

Peki ilişkilerdeki bu kıskançlık duygusu nasıl ve ne zaman harekete geçer ?
Her ne kadar asıl yapılanma çocukluk çağlarına uzanmış olduğu düşünülse de
(özellikle kardeş kıskançlığı ile kendini belirgin hale getirir),
ilişkilerde durum biraz daha farklı şekil alır. Kıskançlık duygusu özellikle bir "terk etme sinyali" algılandığında
(şüpheli bir ortadan kayboluş, davranışlarda bir değişiklik,
yabancı biri ile göz teması yakalandığında, partnerinizin de o yabancıya tepkisiz kalmaması,
ortaya çıkan yeni tek başına yapması gereken faaliyetler, cinsel yaşamda ani bir değişiklik...) harekete geçer.

Bu işaretler, sadakatsizlik olarak algılanıp duygusal olarak tehdit hissedilirse alarma geçer.
Çünkü bunlar, ilişkinin bitmesi ile bağlantılı çağrışımlar yaparak kişiyi var olan düzeni korumaya,
git gide daha da emniyetlendirme çabalarına imkan tanıması için tetikler.

Kıskançlıkta sınır nedir? Nereye kadar ilişkiyi sağlamlaştırır, nereden sonra tüketir?
Beklenebilirlik sınırını aşmış (aşırı), olayları rasyonel algılamanın dışına çıkmış ve
akıldışı tehditler algıladığını savunan bir psikiyatrik bozukluk olan paranoya çizgisine uzanan
hastalıklı kıskançlık boyutunda yaşanan duruma hem kişinin kendisinde bir özyıkım
hem karsı tarafta bunaltı hem de normal giden ilişkinin dramatik bir şekilde sona erişi bilinen ve beklenen bir sonuçtur.

Bu durumda gerçek bir rakiple ilgilenen eşin oluşturduğu gerçek bir tehdit de algılandığından durum daha da vahimleşir.
Kıskançlıkla kendine savunma düzeneği oluşturan kişi,
asıl amacını yani hedefi elde etmekten çok onu kaybetmeye yol açan tavırlar sergilemeye başlamıştır.

Bununla birlikte kıskançlık asıl hedefe işaret ettiği sürece ve sonuçları iki tarafı da zedelemediği sürece
ilişkiyi besleyici ve zenginleştirici bir rol oynar.

Romantik bir ilişki içinde kıskançlığın bu normal seviyede varolması değil, yokluğu kötüye işarettir.
Bu hal duygusal iflasın habercisidir. Bu durum en azından bir tarafın kendisinin "sevilmiyor" olmasını düşündürtebilir.
Bunun sonucunda duygusal patlamalar, öfkeli konuşmalar ile iletişim kopukluğu ortaya çıkarak ilişkinin bitmesine suç ortaklığı yaparlar.

Bir kıskançlık testinin ortaya çıkardığı ilginç sonuçlar
Western İllinois Üniversitesin'nden Dr. Eugene Mathes, evli olmayan ama duygusal bir ilişki içinde bulunan bir grup kadın ve erkeğe, bir ilişki içinde yaşanan kıskançlık testi uygulamış.

Testten 7 yıl sonra bu insanlarla tekrar bağlantı kurmuş ve onlara ilişkilerinin şu anda ne durumda olduğunu sormuş.
Teste katılanların yaklaşık olarak %25' i evlenmiş, %75' i ise ayrılmış.
Evlenenlerin 7 yıl önceki kıskançlık puanları ortalama olarak 168 bulunmuş, ayrılanların ise 128.
Sonuç, kıskançlığın uzun vadeli sevgi ile kaçınılmaz bir biçimde bağlantılı olduğuna işaret etmektedir.
(Dr.David Buss, Dangerous Passion,2000.)

Kıskançlığın "olumlu yüzü " eşlere neler kazandırır ?
Eşler arasında bazı kıskançlık ifadeleri sevgi davranışları olarak da yorumlanabilir.
Bu kıskançlığın ilk aşaması olarak tedbirli davranmanın artmasıdır.
(son aşama ise şiddeti içerir ancak bu olumsuz aşamaya geçer.)
Örneğin erkek, eşini günde en az bir iki kez aramasıyla ilişkiyi koruma ve uyanık olduğunu hissettirerek eşine sevgi mesajları vermiş olur.

Ya da kadının uykusunun eşini düşünmekten kaçması onu derin sevgisinin işareti olarak algılanabilir.
Bunun gibi, bir erkek kız arkadaşını çok sevdiğini arkadaşlarına anlatırken
hem sevgisini haykırmakta hem de olası rakiplerine gözdağı vererek kız arkadaşından uzak durmaları gerektiği
mesajını vermekte bir bakıma ilişkini korumaktadır.
Daha da ayrıntılara indiğimizde aslında bütün rakip olarak algılanabilecek üçüncü şahıslar, tutkuyu daha da güçlendirebilmektedir.

Kıskançlığın ilişkiye zarar verdiğini hissettiğimiz anda neler yapılmalı ?

İlk başta hissedilen kıskançlık duygusunun kaynağı araştırılmalı,
kişi önce kendi kendine bu sebepleri sıralamalı ve " zarar almadan bu durumun üstesinden nasıl gelebilirim sorusuna yanıt aramalıdır".
Daha önceden kazanılmış olması gereken, kazanılmamış ise
daha zor olacağından bir uzman desteği ile açık ve dürüst iletişim ile problemi sahiplenip,
fayda getirebilecek çözümleri paylaşmalı ve orta yolu bulmayı amaçlamalılardır.

Psikolog Esin AŞKIN

NUR 17 Kasım 2007 22:57

Cvp: Romantik Kıskançlık
 
kıskançlık hastalık derecesine varmadığı müddetçe bence güzeldir.seven kıskanır:)

Emekdar Üye 18 Kasım 2007 10:20

Cvp: Romantik Kıskançlık
 
"Kıskançlık, sahip olduklarını koruma isteğinden kaynaklanan bir tür korkudur."

zaten herşeyin azı zarar,çoğu zarar ortası karardır...

CaferTayar 15 Nisan 2008 10:07

Muhammed im olan erkeğin Hatice si olurum...”
 
Kadın, Allah’ın pertevidir, maşuk değildir.
Kadın, Hakk’ın ışığıdır, nûrudur.
Sanki o, mahluk değildir de hâlıktır.
Mevlana

Dini, hayatı ikame eden bir gerçeklik olarak değil de kültürel bir öğe olarak ele alan modern dünya, din ve dünya arasında derin bir uçurum olduğuna dair söylemini her geçen gün daha da keskinleştiriyor. Dini, dünyadan dışladığımız zaman özgürleşeceğimiz ve çoğalacağımız söyleniyor pozitivist bir üslupla her defasında...

Dinin, hayatımızı yaşanılmaz kılan, her hareketimizi kısıtlayan, bizi daraltan ve azaltan bir etkiye sahip olduğunu fısıldıyor modern dünya kulaklarımıza. Ama daralan ruhlarımız ve SOS veren vicdanlarımız kendini bile aydınlatmaktan mahrum aydınlanmacı düşüncenin mumumun giderek sönükleştiğini haber veriyor bizlere...

Ne var ki suçu sadece seküler düşünceyi hararetle savunan aydınlanmacı “aydınların” üzerine atıp kurtulamayız. Meydanlarda laiklerden daha laik dindarların gezindiğini gördükçe Sezen Aksu’nun şarkısındaki gibi “Masum değiliz hiçbirimiz” demekle yetinebiliyoruz ancak... Belki garip gelecek ama ortada laiklerden daha laik bir dindar güruhun olduğu ve her geçen gün bu güruhun kalabaklaştığı bir gerçektir ve inkar edilmeye çalışılsa bile Kutlu Üstadımızın dediği gibi maalesef “bu böyledir”.

“Laikçi dindarlar da ne oluyor, böyle şey mi olur?” demeye hazırlananlara sadece kendi hayat tarzlarına kısa bir göz atmalarını söylemekle yetineceğim. Namaz kılana kadar dinin içinde, onu alelacele bitirdikten sonra dinin içinden çıkıp dünyaya dahil olduğumuz ve artık dinin değil de dünyanın kuralları ile hareket etmemiz gerektiği düşüncesi hangimizin anlam dünyasında yer etmemiştir ki? Artık itiraf etmemiz gerekiyor ki, dini dünyadan en çok da bizler yani kendini dindar olarak adlandıran grup dışlıyor. Belki fikrî anlamda böyle bir şeyi savunmuyoruz hiçbirimiz ama dinin her alanda belirleyici bir role sahip olduğunu unutuyoruz. Dini sadece şekillerden ibaret ruhsuz ve cansız bir varlık olarak algıladığımız için namaz, oruç vs. bitince din de bitiyor bizim için ve artık dünyaya dahil olduğumuzda dünyanın verili kuralları ile hareket etme zorunluluğunu duyuyoruz içimizde... Dinin kuşatıcı bir etkinliğe sahip olduğunu her defasında unuturak...

Bunun neticesinde dini, hayatın içinde var olan organik bir yapı olarak değil de aksesuar olarak algılayan anlayış, dini ve dindarlığı bir belirli günler ve haftalar listesine çevirmekten de kendini alamıyor. Böylelikle sadece kutlu doğum gibi günlere hapsedilmiş bir din anlayışı karşımıza çıkıyor ve o gün geçtikten sonra evli evine köylü köyüne yaklaşımı ile Efendimiz evine gönderiliyor biz de kaldığımız yerden dünyevi hayatımıza geri dönüyoruz.

Başka türlü ifade etmek gerekirse modern dünya, bizleri daha az kadın, daha az erkek, daha az çocuk, daha az anne-baba, daha az dindar kısacası daha az insan yapmak için çabalarken, bir yandan da “kutlu doğum” gibi kodlarla o günleri “değer”li yapan “değer”lere değil “günlere” vurgu yaparak bizi “değersiz”leştirmeye yönelik bir harekâtı başlatmış olduğunu düşünüyorum. İşte tam da bu sebepten bize dayatılan “kutlu doğum”u kutlamayı reddediyorum. “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası” diyen, dini hayatın içinde ve her anında canlı bir varlık olarak gören öğretiye kendimi daha yakın hissediyorum.

Bir “kutlu doğum” daha yaklaşırken bu cümleler birikiyor kalbime ve seküler dünyanın etkilerinin en çok da kadın-erkek ilişkilerine sirayet ettiği gerçeğiyle yüzleşiyorum. Yani dini dünyadan dışlamakla genelde insanî ilişkilerimiz, özelde ise kadın-erkek ilişkileri dünyevileşiyor. Efendimiz’in kadınlara olan yaklaşımı “dünya”mızdan uzaklaştıkça azalıyor ve yalnızlaşıyoruz. Böylelikle evlerimiz bize “ev” olmaktan uzak düşüyorlar ve kalbimiz gün geçtikçe daha fazla kan kaybediyor...

Bu kertede yaklaşan “kutlu doğum”la birlikte yeni bir düşünceye doğmak için Efendimiz’in kadınlara olan yaklaşımını ve davranışlarını konu alan kitaplara kaçıyorum. Dini, hayatı ikame eden bir gerçek olarak bizlere sunan o güzel insanın ikliminde, kirlenen ruhumu dinlendirmek istiyorum. O kadınları nasıl seviyordu? Ailesi nasıldı? Aşk ne demekti onun için? Ve sevgi... Hayatındaki yeri ve anlamları neydi aşka ve sevgiye dair kavramların?... Bunları bilmek ve bugünkü dünyanın kirlenmiş ilişkilerinden, içi boşaltılmış kavramlarından kaçarak O’na sığınmak istiyorum.

Efendimiz’i, eşlerini ve onların çevresindeki insanları her defasında melekleştirilmiş insanlar olarak gördüğümüz gerçeğiyle yüzleşiyorum okuduğum kitaplarda... Bunun da Nasranî bir düşünceden neş’et ettiğini düşünüyorum. Böylelikle onlar “insanlıktan” uzaklaşıp melekleşecek ve biz de kendi “insanlığımızı” meşrulaştıracaktık... Evet, onlar gerçekten üstün vasıflarıyla zirve insanlardı. Ama her ne olursa olsunlar “insandılar” öncelikle... Nefisleri, şeytanları, zaafları olan, düşen, kalkan, yaralanan ve kalp sahibi insanlardan bir insan... İlk önce bu gerçeği görebilmek ve onların dünyasını, kendi dünyamıza yakınlaştırmak gerekiyor ki o insanları, aşklarını, sevgilerini ve dünyaya bakışlarını anlayabilelim...

Bu pencereden bakmaya başladığımda karşıma birbirine zıt iki insan protitipi çıkıyor: Kadını kadın olduğu için seven, onun hiçbir fedakârlığını karşılıksız bırakmayan, tepeden tırnağa aşkla donanmış bir Peygamber insan ve kadının kendisinin kölesi olduğunu sanan, gel deyince gelmesi gereken git deyince gitmesi gereken bir varlık olarak addedip aşağılamayı, kırmayı, terk etmeyi ve hatta dövmeyi normal olarak gören bir ümmet insan...

Etrafımdaki evli veya bekâr bayan arkadaşlarımla konuştuğumda çoğunun bir şekilde bir erkek tarafından yaralandığını görüyorum. Büyük bir kısmı mahzun, mutsuz, ümitsiz ve yaralı... Hiçbirinin bugünün erkeğinden yana bir ümidi yok... Ve ilginçtir ki hepsi, kendisini dindar olarak addeden erkekler tarafından yaralanmışlar. Kendisine bizim anlam dünyamızda yer açmaya çalışan bu yaralayıcı erkeklerin yaptıkları davranışlara bakıldığında, bu davranışların hiçbirinin bizim anlam dünyamızda yerinin olmadığını görüyoruz. İşine geldiği şekilde davranmayı erkeklik sanan bu erkekleri, kendisinde ilahi tecelliyi müşahede ettiği için kadını seven Peygember’in davranışlarıyla baş başa bırakmak gerektiğini düşünüyorum. Zira İbn Arabi’nin ifadesiyle “Kâinat kadın ve erkeğin üzerinde durmaktadır.” Erkekler, kadını ve kâinatı munisleştiren kadın kalbini yıkmakla bir anlamda kâinatı ve kâinatın kalbini yıkıyorlar.

Kadını ilahi tecelliye âyine olarak gören anlayıştan uzaklaşıp da sadece kendisini mutlu ve tatmin etmek için yaratılan bir meta halinde gören anlayışa yaklaşan erkek zihniyeti kendini dindar olarak tanımlasa da yaptığı davranışları hiçbir şekilde “dindar” olarak tanımlayamaz. Tanımlasa bile bu, en fazla onun, Efendimiz’in semtine uzak, seküler-dindarların evine yakın düşmesini sağlar...

Bu meyanda sormak gerekiyor: Kadınları kırmayı, üzmeyi, dövmeyi kısacası onların hakkına girmeyi önemsiz bir davranış olarak addeden dindar bir erkek zihniyetini; kul hakkı kavramını kendine temel edinmiş bir dinin hanesine mi yazmamız gerekir, yoksa modern dünyanın “kul hakkına” yer olmayan anlayışının hanesine mi?...

Bütün bunları düşünürken aklıma bir bayan arkadaşımın söylediği o müthiş ve çarpıcı cümle geliyor. Kendisiyle sohbet ederken her defasında iyileştiğim bir bayan dostum, kendisinin, Hz. Hatice’nin fedakârlık anlayışını örnek aldığından ve benimsediğinden söz açmıştı. Ve yaptığı fedakârlıklara karşısındaki erkeğin vefakârane değil cefekârane karşılıklar verdiğini anlattıktan sonra yaptığı fedakarlıklar sonucunda fena halde canının yandığını söylemişti. En sonunda da beni hâlâ düşündüren şu cümleyi kurmuştu: “Muhammed’im olan erkeğin Hatice’si olurum...” Dostum, kendisine Muhammedî rayihalar soluklatacak ve Muhammedî muhabbetle donanmış bir erkeğe büyük fedakârlıklar yapabileceğini anlatmak için söylemişti bu cümleyi... Ama farkında olmadan kanayan bir yaraya işaret etmiş, bugünün dünyasında böyle bir erkeğin zor bulunacağı imasında bulunmuştu...

Kutlu Doğum’u kutlamaya hazırlananları, içi boş kutlamalarla yorulmak yerine oturup bu cümle üzerinde uzun uzun düşünmeye davet ediyorum. Çünkü erkeği ve kadını ile Efendiler Efendisinin muhabbet ve aşk dünyasını anladığımızda, şimdilerde teklemeye başlayan kâinatın kalbinin yeniden aşk ve şevkle atmaya başlayacağını düşünüyorum...

Fatma Zehra
Perşembe, Şubat 14 • Kategori: _ iktibas _

kocaklar 15 Nisan 2008 12:57

Cvp: Muhammed im olan erkeğin Hatice si olurum...”
 
“Muhammed’im olan erkeğin Hatice’si olurum...” allah razı olsun cok guzel bır paylasım

CaferTayar 20 Mayıs 2008 18:34

Hurafe Televizyonu deccal iftiharla sunar!
 
haftalardır gündüz kuşağı programlarını "dehşet ve ibretle" izliyorsunuzdur.
Kendisini medyum diye yutturup, halkın cebine göz dikenler,
üfürükçüler, din istismarcıları, hurafeciler, sahte şifacılar gündüz ekranlarında adeta resm-i geçit yapıyor.
Yıldızını parlatmak isteyen bir eski şarkıcı/ oyuncu çıkıp, "Sağ elimi sol elime yaklaştırdım, elimdeki yara 10 saniye içinde kayboldu" diyor.
"O zaman stüdyodakilerden birinin baş ağrısını geçirin" diyorlar. Hanımefendi yan çiziyor:
"Gelsinler, parasını ödesinler, tedavi edeyim..." Bir manken eskisi - haşa - Allah'la konuştuğunu iddia ediyor.
Bir başka gün kendini "gelecek mühendisi" diye niteleyen,
falcı mı, medyum mu, astroloji uzmanı mı, ne olduğu bilinmeyen, kerameti kendinden menkul biri,
koca ilahiyat profesörlerini şarlatanlıkla suçluyor.
Eline değnek almış, kafasına paçavra sarmış bir başkası, "Dünyayı din savaşından kurtaracak formül bende.
İnsanlığı ancak ben kurtarırım" diye ekranda ahkâm kesiyor.
Kimi, engelli bebek doğumunu engelleyebileceğini, sağlam çocuk doğurmak için ayın belli günlerinde cinsel birleşmede bulunulması gerektiğini iddia ediyor...
Ve işin ilginç tarafı, bu insanlar işyerlerinde (!) vatandaşa verdikleri bu hizmet (!) için fiş kesip, fatura verebiliyorlar.

Yani mali ve hukuki açıdan "yasal" bir iş yapıyorlar.
Yahu fal bakmak, muska yazmak, göbeğe yazı yazmak ne zamandan beri bu ülkede "yasal iş" statüsüne girdi?
Haydi diyelim ki yetkililer, yasal boşlukları, kara delikleri tıkamakta mahir değiller.
Peki ya programcıların "toplumsal kaygısı" nerede kaldı? Şimdi diyeceklerdir ki,
"Biz bunları deşifre etmek, yalanlarını ortaya çıkarmak, halkı aydınlatmak için stüdyomuza çağırıyoruz..."
Yalanınızı sevsinler... Bu ülkede reklamın iyisinin, kötüsünün olmadığını sizden daha iyi bilecek kimse var mı?
Siz onları programlarınızın baş köşesinde ağırladığınızda, kapılarındaki kuyrukların azaldığını mı sanıyorsunuz?
Amacınız yalanı ortaya çıkarmaksa, girersiniz inlerine gizli kamera ile, haber programı gibi "deşifre" edersiniz.
Ama ne yazık ki bu ülkede televizyonculuğun kurallarını Reyting Hazretleri belirliyor.
Metafizik konuların her zaman iyi reyting getirdiği gerçeği ne yazık ki her türlü toplumsal kaygının önüne geçiyor.
Yahu üfürükçülerin, falcıların, umut tacirlerinin bulunduğu stüdyolara polis baskın yapsa,
"yardım ve yataklıktan" hepiniz ifade verirsiniz, farkında değil misiniz?
Bunlar yakında reyting muskası yazdırır, rakip programlara papaz büyüsü yaptırırsa hiç şaşırmamalıyız doslar!

EbdA 20 Mayıs 2008 19:00

Cvp: Hurafe Televizyonu deccal iftiharla sunar!
 
Televizyonlu odadan, Televizyonsuz odaya göç HİCRETTİR!
Bunu yıllar önce duymuştum ne de haklı değil mi?

KEVİR 20 Mayıs 2008 22:19

Cvp: Hurafe Televizyonu deccal iftiharla sunar!
 
Şu magazinciler yokmu; tıpkı firavun sihirbazları gibiler.
Ama firavun sihirbazları imana gelmişlerdi, bunlar gelecek gibi görünmüyorlar. allah müminleri onların şerrinden korusun


SAAT: 05:24

vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320