Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Tasavvuf-Tarikat (https://www.forum.medineweb.net/647-tasavvuf-tarikat)
-   -   Tasavvuf nedir? (https://www.forum.medineweb.net/tasavvuf-tarikat/225-tasavvuf-nedir.html)

Medine-web 12 Temmuz 2007 21:56

Tasavvuf nedir?
 
Soru:
Tasavvuf nedir, yeni mi çıktı?

Cevap:
Tasavvuf, kalbi saf yapmak, kötülüklerden temizlemek demektir. İnsanın kalbini, Allahü teâlânın muhabbetine bağlamak, Resûlullahın söz, hareket ve ahlâkına uymak, yolundan gitmektir. Kalb ile yapılması ve sakınılması gerekli şeyleri ve kalbin, rûhun, kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten ilme, tasavvuf ilmi denir. Îmânın yerleşmesini, fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin severek, kolaylıkla yapılmasını ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı sağlar. Tasavvuf ilmine, Ahlâk ilmi de denir. Âlimler tasavvufu çeşitli şekillerde ta'rîf etmişlerdir. Ba'zıları şöyledir:

Tasavvuf, güzel ahlâktır. (İ. Kettânî)

Tasavvuf, kalbi temizlemektir. (Ebû Ali Rodbârî)

Tasavvuf, edebe riâyettir. ( Ebû Muhammed Cevîrî)

Tasavvuf, i'tirâzı bırakıp, emredilene peki demektir. (Ebû Sehl Sa'lûkî)

Tasavvuf, nefsin kötü isteklerini terk etmektir. (Ebû Hüseyn Nûrî)

Tasavvuf, faydasız işleri terk etmektir. (Ebû Saîd İbni Arabî)

Tasavvuf, vakti değerlendirmek ve vaktin kıymetini bilmektir. (İbni Osman Mekkî)

Tasavvuf, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. (Cüneyd-i Bağdâdî)

Tasavvuf, kimseye ezâ ve cefâ vermemek, herkese lütûf ve ihsânda bulunmak, hastalık ve musîbetleri herkese izhâr etmemek, düşmanlarını affetmek, insanlık mertebesinin en yüksek derecesine kavuşmayı usûl ittihaz etmektir. (Ahmed Şirbâhî)


Güzel ve çirkin huylar

Kalbin, kötü huylardan temizlenmesi için, Allah için olmayan herşeyin sevgisini kalbden çıkarmak gerekir. Bu yolda ilerlemek Peygamberlerin ahlâkındandır.

Kötü sıfatlar, câhillik, öfke, riyâ, kin, hased, kibir, ucup cimrilik, mal ve makam sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplamaktan korkmamak, sû-i zan, övünmek gibi şeylerdir.

Güzel huylar, ilim, tefekkür, rızâ, hayâ, tevâzu, merhamet, mürüvvet, cömertlik gibi güzel işlerdir.

Hak yolunda ilerlemekten maksat, kötü sıfatlardan kurtulmak ve güzel huylarla süslenmektir.

Tasavvuf, Yahudi veya Yunan filozoflarının uydurması değildir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Resulullahtan gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resûlullahın, Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalble zikrettiği mu'teber eserlerde yazılıdır.

Zikir ve nefs muhasebesi, Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm zamanında da vardı. Hicrî 2. asır sonlarında, Ehl-i sünnetten, kalblerini gafletten koruyanların ve nefislerini Allaha itâ'ate kavuşturanların bu hâllerine Tasavvuf ve kendilerine Sofî ismi verildi. Kendine ilk defa sofî denilen zât, Ebû Hâşim Sofî'dir.

Tasavvuf, İslâm ahlâkı ile ahlâklanmak için lâzım olan bilgileri öğreten bir ilimdir. Tıp ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf da kalbin, rûhun, kötü huylardan kurtulmasını öğretir, kalb hastalıklarının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırır, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zaten dinimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra buna uygun iş ve ibâdetin Allah rızâsı için yapılmasını emreder. Kısaca din, ilim, amel ve ihlâstan ibârettir.

Huzûra kavuşmak için

Dünya ve âhıret iyiliklerine, rahat ve huzûra kavuşmak için birinci olarak doğru bir îmân sâhibi olmak gerekir. Doğru bir îmâna kavuşmak için, Ehl-i sünnet i'tikâdını öğrenmek ve inanmak gerekir.

İkincisi, insanların saâdeti için lâzım olan şey, dinin emîr ve yasaklarını öğrenmektir. Dînimizde bildirilen helâlı, harâmı ve diğer husûsları öğrenmek ve buna uygun hareket etmektir.

Üçüncüsü, kalbin kötülüklerden temizlenmesi ve nefsin terbiye edilmesidir. Nefs hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak ve Allah sevgisini kalbe yerleştirmek için, tasavvuf âlimlerinin eserlerini okuyup amel etmek lâzımdır.

Bir kimse doğru îmâna kavuşur, dinin emîrlerini seve seve yerine getirirse enbiyâya, evliyâya ve melâikeye benzer ve onlara yaklaşır. Aynı cinsten olan şeyler, birbirini çektiği gibi onlar tarafından yanlarına çekilir. Çok büyük bir mıknatısın bir iğneyi çekmesi gibi onu yüksekliklere çekip Cennete kavuşmasına sebep olurlar.

Ma'nen yükselmek dünya ve âhıret saâdetine kavuşmak bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, ya'nî benzinidir. Tasavvufun iki gâyesi vardır: Birincisi, îmânın yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Âkıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ buyurdu ki:

(Kalblere îmanın yerleşmesi ancak ve yalnız zikir ile olur.) [Ra'd 28]

Zikir, her işte, her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O'nun rızasına uygun iş yapmak demektir.

İkinci gâyesi, ibâdetlerde kolaylık, lezzet hâsıl olması için, nefisten doğan sıkıntıların giderilmesidir. İbâdetleri kolaylıkla, seve seve yapmak ve günâh olan işlerden de nefret edip uzaklaşmak, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür.

İmâm-ı Mâlik hazretleri buyurdu ki:

Fıkhı öğrenmeden tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkhı öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid'at sahibi, sapık olur. Her ikisini edinen hakikate kavuşur.) [Merec-ül bahreyn

AŞK'ÜL İSLAM 12 Temmuz 2007 22:12

RE: Tasavvuf nedir?
 
Fıkhı öğrenmeden tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkhı öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid'at sahibi, sapık olur. Her ikisini edinen hakikate kavuşur.) [Merec-ül bahreyn)

Kesinlikle katılıyorum, Tecrübeyle sabittir...

Medine-web 12 Temmuz 2007 22:28

RE: Tasavvuf nedir?
 
Zamanımızdaki tarikatların durumu nedir?

Tasavvuf büyükleri, asırlardır, bıkmadan, usanmadan İslâmın güzel ahlâkını anlatıp İslâmı herkese sevdirmişlerdir. Her hâlleri ile İslâmiyeti yaşıyarak örnek olmuşlardır. Bu büyükler ayrıca İslamiyeti dünyaya yaymakta bir nevi öncü kuvvet olmuşlardır. Tasavvuf büyüklerinin dîni yaymaktaki bu önemli fonksiyonunu gören İslâm düşmanları, bütün güçleri ile tasavvufa yöneldiler.

Yüz yıldır, tarîkat diyerek, birçok şey uyduruldu.
Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Câhiller, sahtekârlar şeyh maskesi altında her çeşit günâhı işlettiler. İslâm memleketlerini, gerçek ma'nâda tasavvuf ile ilgisi olmayan, Müslümanları sömüren sahte mürşitler, sahte şeyhler istilâ etti.

Eskiden, ya'nî zamanımızdan 100-150 yıl önce dînimizin emir ve yasaklarını öğreten; severek, zorlama olmadan yapılmasını sağlayan, insanlara dînimizin güzel ahlâkını ağlayan birçok tarîkat, birçok şeyh vardı.

Dimyat'a pirince giderken...

Fakat, Osmanlıların son zamanlarından itibaren, tarîkatlar bozulmaya başladı. Tarîkatlara, çeşitli ajanlar sızdı. Müslüman kılığındaki bu ajanlar, yerine göre talebe, yerine göre şeyh, mürşid rolünde çeşitli yollar ile tarîkatlara harâmlar, bid'atler karıştırdılar. Din ile ilgisi olmayan, dînimizin yasak ettiği şeyleri, dînimizin emri olarak gösterdiler.

[size=medium]Meselâ, 18. asırda yaşamış meşhur İngiliz Casusu Hempher, hatırasında, İslâm ülkelerinde talebe, mürşid kıyâfetinde beşbin ajanımız vardı, diye yazmaktadır. [/size]

Bilhassa son zamanlarda, tarîkat adı altında, insanların îmânını çalmak için uğraşan sayısız sahte şeyhler türedi. Namaz kılmanın farz olmadığını, kadınların açık gezmesinin sevâb olduğunu açıkça söyleyebilen şeyhler çıktı ortaya. O hâle geldi ki, insanlara dîni sevdirmek olan tarîkatın gâyesini, insanları dinden uzaklaştırmak şekline çevirdiler.

"Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" sözünü öne sürerek, topladıkları Müslümanların îmânlarını, i'tikâdlarını bozdular. Bu söz, dîne uygun tasavvuf ehli bir kimse olduğu zaman için geçerlidir. Yoksa her önüne gelen, ne olduğu belirsiz kimselere gidip tâbi olmak değildir. Böyle kimseler şeytandan daha kötü kimselerdir. Böyle bozuk bir tarîkata girmek, yağmurdan kaçalım derken, doluya tutulmaktan, Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaktan daha kötüdür. Çünkü bulgursuz yaşanır da, îmânsız yaşanmaz.

Bunların tuzaklarına düşen kimse, sahte, câhil doktora giden hastaya benzer. Sahte doktora giden hayatından olduğu gibi, sahte şeyhe giden de dîninden îmânından olur.

Hakîkî tasavvuf âlimi olmadığı zaman, eskiden yaşamış, bilinen meşhur evliyâların, mürşid-i kâmillerin kitaplarını okuyarak, dînimizi, dînimizin güzel ahlâkını buralardan öğrenmeliyiz.

Hele hele şu karışık zamanda, din hırsızlarının, ırz, namus düşmanlarının kol gezdiği bir zamanda, bilhassa kadınların sokak sokak şeyh aramaya çıkması çok yanlıştır. Bunların ve her Müslümanın yapacağı, mu'teber bir ilmihâl kitabından dînini öğrenmek, beyine karşı vazîfelerini ifâ etmek, çocuklarını İslâm terbiyesi ile yetiştirmek, ev işlerini yapmak olmalıdır.

Başta İngilizler olmak üzere İslâm düşmanları, 18. asırda taktik değişikliği yaptılar. Kaba kuvveti bırakarak, âlimlere ve ilme yöneldiler. Âlimleri ve ilmi ortadan kaldırdıkları takdirde, câhil kalan Müslümanları istedikleri tarafa yöneltmenin çok kolay olacağını anlamışlardı.
anasayfadan..

Medine-web 12 Temmuz 2007 22:30

RE: Tasavvuf nedir?
 
İki asır önce ektikleri tohumlar artık tam istedikleri şekilde meyve vermeye başlamıştı.
Âlimler, fıkıh kitapları bir tarafa bırakılmış, herkes âlim olmuştu artık!
Daha Kur'ân-ı kerîmi doğru dürüst yüzünden bile okuyamayan kimseler, kimin ne maksatla yaptığı bilinmiyen meâllerden din öğrenmeye kalktılar.
Netîcede ortaya bu karanlık tablolar ortaya çıktı. Bundan kurtulmanın yolu da eskiye dönüp, dîni hakîkî Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmektir. Bileni, elinde Ehl-i sünnet ölçüsü olanı, kimse kandıramaz. İlmin olmadığı, âlimin bulunmadığı yerde, din de kalmaz.

Nitekim, hadîs-i şerîfte, (İlim bulunan yerde Müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümanlık kalmaz) buyuruldu.

maşuk 24 Ocak 2008 23:55

Mutlaka bir tarikata bağlanmak gerekir mi?Din kitaplarından din öğrenilemez mi ?
 
Din kitaplarından zühd ve takva öğrenilmez...
Zühd ve takva yaşayarak bir mürşid-i kamile bağlanarak öğrenilir...

Sen kitapları karıştırıp abuk subuk bilgiler öğreneceğine bir Allah dostunun gönlüne gir ki o senin gönül kitabını karıştırsın...

Tarikat-ı aliye’ye intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir il kalbini ihyâ eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.
Binaenaleyh:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.(Tevbe: 119)

Şeklindeki ilâhî emre uyarak Tarikat-ı aliye’ye dahil olmak ve o Tarikat-ı aliye’de mevcut olan ümmetin, büyüklerinin ruhânî yardımlarıyla kuvvet kazanmak gerekir.

Bu emr-i şerif’e uyarak bir Mürşid-i kâmil aramak vâciptir.

“Sâdıkîn”den murad “Mürşidûn” yani mürşidler olduğu “Bahr-ul Hakâyık” tefsirinde beyan buyurulmuştur.

Allah-u Teâlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerime ile mükellef kılmış
Velakin surette ihfa ederler Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)

Bir başka ayet-i celilerinde ise Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadâkat gösterirler Onlardan kimi bu uğurda canını fedâ etti, kimi de bu şerefi beklemektedir.” (Ahzab: 23)
“İçinizden insanları hayra çağıran, iyilikleri emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i imran: 104)

Bir başka Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz.” (En’am: 83)
İşte bunlar bu derecelere yükselttiği kullardır. Gerçek bahtiyar insan bunlardır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bize kendi katından bir veli ver, bize kendi katından bir yardımcı ver.”(Nisâ: 75)
Bazı zevât-ı kiram bu Âyet-i kerime’yi:
“Bize senden sana gitmemizi gösterecek, bize kılavuzluk edecek bir veli ver.”şeklinde mânâlandırmışlardır.

Rasulullah Efendimiz de Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir).Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur kisizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.(Nevâdir-ül Usül)
Bir başka Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)

“Allah’ın kullarından öylesi vardır ki,şöyle olacak diye yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir.Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1186),Buyurmaktadır. işte bütün bunlar belirli bir zamana mahsus olmayıp belli bir devirle de sınırlandırılamayacak ve kıyamete kadar mevcudiyeti sürecek olacak bilgilerdendir.
Şimdi siz bir misal verecek olursak bugüne kadar sağlam kovayla taşıdığınız suları yukarıda astığının bilgilerle adeta--- kovayı delerek taşımaya kalkışmaktasınız.Delik kova ile su taşınmaz ve maksada ulaşılamaz. Bu sebeple sağlam kovalardan şaşmayınız ve müslümanları da şaşırtmayınız Vesselâm.

Bazı mertebeler vardı ki, sadece mürşid-i kamil'ine olan muhabbet ile o mertebeler kat edilebilir. O yüzden bir mürşid-i kamile bağlanmak şart...
önce fena fiş şeyhardından fena fir rasulen, son da fene fillahdin hırsızlarına aldanmamalı) dedik. Tasavvuf âliminin yok gibi olduğunu, yani çok az olduğunu bildirdik. Zaten kıymetli şeyler az, taklitleri çok olur. Bütün yayınlarımızda tasavvuf büyüklerinin, hayatlarını, menkıbelerini anlatıyoruz. Tasavvuf, evliyalık demektir. Tasavvufa hiç kimse karşı çıkamaz. Hakiki tasavvufa karşı çıkmak Müslümanlığa karşı çıkmak demektir. Fakat sahte tasavvufa karşı çıkmak her Müslümana gerekir.

Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;

Eşten,dosttan,sevgiliden ayrılmadan geçilmez.

İçeride bir has oda,yeri samur döşeli

Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.

Eti zehir,yağı zehir,balı zehir dünyada,
Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez.

Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekün?

]Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.


Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.

Ne okudun,ne öğrendin,ne bildinse berhava

yer çökmeden,gök iki şak yarılmadan geçilmez.

Geçitlerin,kilitlerin yalnız O'nda şifresi;

İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!


N.Fazıl KISAKÜREK
‘’ Allah’ım sen her şeyden münezzehsin, ben gerçekten zalimlerden oldum!

Medine-web 25 Ocak 2008 00:16

Cvp: Mutlaka bir tarikata bağlanmak gerekir mi?Din kitaplarından din öğrenilemez mi ?
 
güzel bir konu..ve bu konu her zaman güncelimiz olmuştur.sizin tarikatin önemine binaen yazdıklarınızı inkar edecek bir müslüman olduğunu sanmıyorum ancak,bakış açısı farklarına da musamahalı davranmak gerek.tarikati ırkçılığa çevirmemek gerek.benim şeyhim senin şeyhini döver mücadelesine girmemek gerek.islam düşmanlarını unutup birbirlerinin boğazını sıkmamak gerek..vs vs vs ...konu olgunlaştıkça açıcağız bunları inşaallah..evela bir iki önemli konu ile giriş yapalım..;
biz müslümanlar tarikati şöyle anlıyoruz,öğrendik,öğretiyoruz,
. Tariki Ahyar: Namaz, oruç, Kur'an tilaveti gibi ibadetleri devamlı olarak yapmak
Tariki Ebrar:Mücahede ve riyazat ashabıdır. Kötü ahlakı iyi ahlaka çevirerek mücadele etmek.
3. Tariki Şettar Şevk, Iştiyak, zikir, fikir, şükür yoludur.
Bu ise on şekilde olur: Tevbe zühd tevekkül, kanaat, uzlet, Allah a teveccüh, sabır, rıza, zikir, murakabedir.
amaç yukarıdaki üç maddede özetlenendir
kardeşimiz maşuk,sık sık vurguladığı sıddıklarle beraber olun ayeti kerimesi,lastikleştirilebilir manadadır.sana göre şeyhindir,bana göre camii hocasıdır,ona göre veysel karanidir,diğerine göre kuran sünnettir vs vs ..
şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözüne katılmam.eğer katılırsam şeyhim değilde şeyhlerim(islam alimlerinin hepsi) derim..
devam ederiz sıkmadan...

maşuk 25 Ocak 2008 00:29

Cvp: Mutlaka bir tarikata bağlanmak gerekir mi?Din kitaplarından din öğrenilemez mi ?
 
Tariki Ahyar:2. Tariki Ebrar 3. Tariki Şettar ewwet abdulmelik kardeşim.bunlar tarikatlerin usül metodlarıdır.Ancak hepsinin başında bir kamil mürşit vardır.Tabiki benim şeyhim senin şeyhini döver tabir tarikin hakikine ermiş kimselerin ağızlarına alıcakları bir kelam değildir Neden farklılıklar var ?çünkü insan fıtratı farklı farklı..kimi zikrederken yerinde duramaz sema eder,kimi zikri kalben eder,kimi zikri sesli eder bu fıtrata binaen rabbin rahmetidir kişinin görevi ise kendi fıtratına uygun ve hakk bir yola girmektir.

Medine-web 25 Ocak 2008 00:39

Cvp: Mutlaka bir tarikata bağlanmak gerekir mi?Din kitaplarından din öğrenilemez mi ?
 
bana göre;
tarikata girmek,ilim anlamında sorunlu fakir ümmi dediğimiz kişilerin girmesi gereken bir daire.böylece ilimden alamadığını,orda mürşid dediğimiz zatın terbiyesinde yetişmesi gerekir.ama cahil kesimi tarikate girmesi ayrı dert..hiç bir şeyh uçmaz onu uçuran cahil muritleridir.alimler zaten kimsenin dizi dibinde kalmaz.onun muhatabı kuran sünnet müfessir muhadis ve fakihtir.illaki başında biri olması gerekmez.örneğin ben,risalei nur,fizilal,nakşibendi,elbenna,gülen,tunahan, v svs vs gibi eserleri zevkle okurum.aaa bu benim şeyhim falan demem.eğer farz ise hepsi benim mürşidim...

maşuk 25 Ocak 2008 10:07

Cvp: Mutlaka bir tarikata bağlanmak gerekir mi?Din kitaplarından din öğrenilemez mi ?
 

size katılmıyorum abdulmelik kardeşim.
insanın her kitabı okuması yahut sayfalarca bilgileri dimağında bulundurması her bir şey tamamdır manasına gelmez...
......
bir söz geldi aklıma :
padişah_ı cihan olmak bir kuru kavga imiş.
bir veliye bende olmak cümlesinden ala imiş.
.......
şaytan da alimdi.
ilmen bilmediği bir şey yoktu.
ama ona bu bilgisi fayda veremedi.
.....
her yerde olan hiçbir yerdedir
diye bir söz bilirim dostum..
......
İstanbul' a beni ulaştıran birçok yol vardır.
ama benim nerde bulunduğuma bağlıdır.
ben bütün yolların varlığını kabul ederim inkar etmem.
ama
bütün yollar benim diyerek bir yolu ucundan tutmaz isem şayet
İstanbul'u rüyamda bile görmem gülünçtür affet...
.......
hedef : İstanbul
yol : x kara yahut hava yolu üzeri.
kaptan : ?
.........
benim bu yolda bir kaptana ihtiyacım var.
çünkü
klavuz ile alınan yol ,
klavuzsuz alınan yoldan hem daha hızlı götürür hem de daha sekin...
...........
elimde bir sürü klavuz kitabı var.
ancak hepsi aynı yere ulaştırdığı halde
ben
hepsine uysam desem
bu yolu karıştırmaktan başka bir işe yaramaz dostum...
....
hem madem ben okumayı bilirim yada sen
neden onca yıl mektebe giderim ?
......
madem iş okumayı bilmekte
herkes alsın istediği kitabı
ve desin
ben tıp kitabı okudum
ben doktorum
yahut
ben hukuk kitabı okudum
ben hakim,avukat..
..........
bu kafi mi ?
hasta doktora gitmeden kitaba bakıp da teşhisi kendisi koyabilir mi?
ya o hasta baygınlık geçirirse ,
yahut kaza
bir doktor onun elinden tutsa
bu ona zarar verir mi ?
.........
size katılmıyorum............

maşuk 25 Ocak 2008 10:11

Cvp: Mutlaka bir tarikata bağlanmak gerekir mi?Din kitaplarından din öğrenilemez mi ?
 
hem tarikata girmek cahil kimselerin işi olsa,
evvela o malum Fatihler, Sultan Ahmetler bir veliye bende olmaz idi.
ilim farklı bir şeydir.
nefsi terbiye ve tezkiyye için
nabza göre şerbet vermeyi en iyi bilen birine tabi olmak başka bir şeydir...
...........
ama diyorsanız ki ben o Fatihlerden daha iyi ilim aldım
ne diyelim ?
seçim sizin.........

AŞK'ÜL İSLAM 25 Ocak 2008 16:02

Cvp: Tasavvuf nedir?
 
Maşuk Kardeşim Bak şimdi demek istediğimiz şu : Klavuz= Öğretmen = İllaki Şart.. Yan yana yürüyeceğiniz bir dost, size omuz verecek, bu yoldan yürümüş, Alim, Bilgili, Allah Yolunda gözünü kırpmadan yürüyecek , istifade edeceğiniz bir yoldaş daima şart.. Efendimiz Alayhisselatü Vessellem'in de hocası Cebrail Aleyhisselam idi...

Şimdi bizim burada anlatmak istediğimiz, Bütün insanlığın mürşidi ve hocası Hz. Kurandır. Bazı insanlar var ki, şeyhlerinin eteklerini öperek, sakallarını okşayarak, ne bileyim ona ait eşyaların kutsallığına inanarak, ondan gelenin hep en güzel olacağını düşünerek cennete falan girebileceklerini düşünüyor, eteğinden ayrılmıyorlar (Cahil Kesim.. ) Benim şeyhimin şöyle altın silsilesi var, böyle elmas silsilesi var, benim şeyhim, mürşidim asla hata yapmaz!!! (Allah Allah?? Peygamber mi yahu!.. Peygamberler dahi hata yapmış oysa!.. [HIGHLIGHT=#92d050]Kur'an'da da hz.muhammed'in Hata yaptıgını görüyoruz, dini öğrenmek için yanına gelen kör bir insanı başından savdıgı için allah'tan azar işiten o değil midir? "seni sağlamlaştırmasaydık kafirlere meylediverecektin" diye vahyedilen, o değil midir? [/HIGHLIGHT]
Neyse efendim sonra Mürşit ne derse çıkar diyorlar ( Müneccimmi yahu !.. ) vs vs Buyrun burdan yakın!...


Efendim, İslama hizmet edene sözümüz yok, Aksine islama hizmet eden her insan benim gözümde saygıdeğerdir, Allah için attıgı her adım , allah için işlediği her iş, gözümde altın değerindedir , amma velakin, kim ne kadar bilirse bilsin, ne kadar alim olursa olsun, ne kadar müridi olursa olsun, her zaman ondan daha fazla bilenler olacaktır. İşte ben bu noktada karşıyım "mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" cümlesine, bunun sebepleri de şunlardır :

1_ En alim dahi olsa, mürşid dahi olsa, herkesin bir ene'si, bir benliği mutlaka vardır, ve ene ile savaş ölene dek bitmez!..
2_Alimler, Resullarin varisleridir , ama "İLİM" öğretmede, Nasihat etmede, Emri Bil Maruf, Neyh-i Anil Münker noktasında varistirler !..Yoksa alimler kutsal yaratamaz, Kimseyi yükseltemez, Kimseyi Alçaltamaz, Dua makamından ve kulluk makamından zerre kadar dahi yükselemez, ayrılamaz !...
3_ Sen kendin için iyilik yapmaz, taat ve ibadetini sağlamazsan hiç bir şey yapamaz alimler. Onların tek görevi vardır Sevdirmek , nasihat etmek, (EMİR VERMEZLER!.VERMEMELİDİRLER !.. )
4_ Hiç bir mürşid kendisinin cennete gideceği garantisini VEREMEZ !..Onlar da Kul'dur!..Onlar da hata yapabilirler ! Rasullah'ın soyundan gelmiş olmaları onları garantiye almaz ASLA!.. Kaldıki ebucehil karpuzu da Rasullah 'ın soyundan gelmekte idi, amaaa ümmeddinin en karpuzuydu yani !..Demek istediğim, Mekkedeki Ali cehenneme gidebilirken, Rusyadaki mustafa Cennetlik olabilir !.. Yanlız şu vardır, Rasullah'ın (aleyhisselatü vessellem) soyundan gelmenin insanlara olan katkısı islami ilimlerde daha hızlı ve daha kolay ilerleme hassası taşımalarıdır.
5_ Alimler sadece Ümitle korku arasında olmayı, namazı dosdoğru kılmayı,Allahtan başkasına kul olmamayı,Şirkten uzak durmayı,ondan başkasına boyun eğmemeyi, sadece ve sadece allah ve Rasülünun yolunda sapasaglam yürümeyi öğreten bir DOSTTUR!.. Onlar sadece uyarıcıdır, her insanın, hayatının belli dönemlerinde bir uyarıcıya, bir dosta ihtiyacı vardır , işte mürşidin vazifesi budur . Bunun dışında tek gerçek mürşid Hz. Kurandır.

Umarım anlatmak istediklerimi anlatabilmişimdir maşuk kardeş..

maşuk 25 Ocak 2008 17:31

Cvp: Tasavvuf nedir?
 
ben herkese saygı duyuyorum fikrimi beyan edeyim size şeyhlerin dokunulmazlığı olduğunu idda etmedim Evet hoca ve en büyük ikram Kur'an dır.Ama ne yazık ki ben ve emsal aciz kardeşlerimin ,o kitabı hakkı ile anlayabilmek içinhimmete ihtiyacımız vardımuhabbet öyle basit bir şekilde elde edilebilecek bir muhabbet değildir O şeyh bizleri o En Sevgiliye götüren bir torpil ben düştüğümde beni ipi ile çekip kendime getiricek bir kıymettir..O'ndaki muhabbette fena olunmaz ise rasulde fenaya hiç ulaşıılmaz.çünkü benim kanatlarım yoktur ayaklarım vardır apartmanın 1. katını görmeden 2.kata varabileceğimi zannetmiyorum.Bazıları gibi kendimi çok iyi teşhis ve tahlil edebilecek bir kemale vardığımı zannetmiyorum Ayrıca tarikatten bi haberlere tarikatın bir amacını da söyleyeyim tarikat bir manevi idman sahasıdır.orda verilen tesbihatlerle artık kişi belli bir sorumluluktadır.onları hergün düzenle çeker.Ancak kişi yahut beny alnız kendi halime kalsam belki o tesbihatlerin 10/1 ini çekemiycem.neden şeyh ?çünkü kişi ne kadar alimse de rasulü kabul ederse dkendine bir büyük olarak bir mübareği benimsemesi onun farkında olmadığı kibrini kırar Bir zamanlar bir hocam bana tarikten bir ders vermek istemişti .Ben se ona aman hocam benim zaten bir sürü dersim var diyerek geçiştirmiştimAma bu öyle bir dersttir ki verdiği tad haz anlatılmaz yaşanır.o sebeple üzgünüm ki hislerimi kelimelerle ifade etmem imkansızdı Her önüne gelen şeyh olamaz.Hak olan şeyhlik ledunnidir.We belli ısbatları vardır.Siz tarik ehliniher önüne gelene amenna diyen saftirikler mi sanırsınız dahi eremedim fenaya......ne diyeyim size

AŞK'ÜL İSLAM 25 Ocak 2008 17:36

Cvp: Tasavvuf nedir?
 
Maşuk kardeşim, verdiğiniz cevaptan, benim yazdıklarımı anlayamamış oldugunuz manasını çıkartıyotum, bir kere daha okusanız...

maşuk 25 Ocak 2008 18:00

Cvp: Tasavvuf nedir?
 

Kardeşim
benim şeyhim senin şeyhini döver diye bir şey yoktur.
Bunu üstünlük için söylemiyorum.
Kendim müşahade ettiğim için söylüyorum
....
şeyhim beni irşad ettiğinde dili şekerden tatlı,
sadrıma nazarı güneşten de yakıcıdır.
..........
O asla kendini övmez bilakis her an mütevazıdır.
O ehli sünnettir.
Hali de sünnet üzeredir.
Öyle olsa o şeyh değil
Olsa olsa şebektir.
........
Allah herkese kamil bir mürşidi nasib etsin...
Sizin oraya yazdıklarınız zaten şeyhlerde de variddir.
Şeyhler aksini idda etmez.
.........
Amacım çatışmak değildir.
Ancak hasta bile olmazse insan belli aralıklarla check-up dan geçer.
...........
Şeyh e neden bende olmamak için bu denli ısrar edersiniz anlayabilmiş değilim..
.........
Şeyhi olanın yahut olmayanın şeyhi şeytan mı Allah bilir.
.........
Ancak ikisinin de şaytanı vardır.
Ama şeyhe bende olan bir nevi aşısını almıştır.
Olmayan ise bi aşısız gelen mikroplara karşı nahif ve zayıf düşebilir..
.........
Bunlar tamamen kendi düşüncelerimdir.
Saygılar.........

AŞK'ÜL İSLAM 25 Ocak 2008 18:20

Cvp: Tasavvuf nedir?
 
Maşuk kardeşim ben mürşidimiz olmasın demiyorum, kaldı ki İlk Okul talebesi gibi hepimizin Ömrü boyunca bir ÖĞRETMEN'e ihtiyacı vardır.
O öğretmenle paylaşılan herşey , en sevgili ile paylaşılan her şey gibi olmalıdır, Dostane, Sıcacık, Arkadaşça.. Yani aman hocam elini ayagını sakalını öpeyim hocam şeklinde değil, sen ne dersen o olur şeklinde değil. Benim şeyhim birtanedir şudur budur şeklinde değil..

Anlatmaya çalıştıgım Muhabbetten Muhammed SAV.in hasıl oldugu bir sevgi... Himmeti veren o şeyh hoca değildir, himmet direkt o muhabbetullah'tan hasıl olur. Ben de yaşadım ki biliyorum, benim de mürşidim var elhamdüillah ..Ondan öğrendiğim en güzel ders , o kişinin öncelikle kendisi için mürşit diyenlerden köşşşeee buccakkk kaçması oldu. Ben mürşid değilim allahın aciz bir kuluyum der, islamı en güzel hali ile yaşar ve yaşanması için canını dişine takardı kendisi

YANİ O ŞEYH torpil değildir, asıl torpil SİZSİNİZ , asıl torpil sizin muhabbetiniz, arkadaşlıgınız sadece ve sadece allah rızası için kurdugunuz muhabbetullah dostlugunun torpilidir bu ...O dostlukla O'na varırsınız... O dost sizin bırakın düşmenizi, ayagınıza batan dikenin acısını taa içinde duyar, annedir , babadır, agabeydir, kardeştir, sizinle buyur, sizinle çocuklaşır, size sahip oldugu tüm ilmi vermek için çareler arar gece gündüz. Onunla birlikte iken hem o kendisini, hem siz kendinizi , nefsinizi, yaşantınızı, allah cc.in hoşuna giden ve gitmeyen her şeyi birlikte keşfedersiniz. Buraya kadar sorun yok değil mi maşuk kardeşim..

Asıl olay burdan sonra başlıyor, cemaat, tarikat olaylarına girdiğimiz noktada ben dur diyorum . Neden ?
Mürşit çok, istemediğiniz kadar çok , talebe yok ! Herkes mürşit, herkes şeyh.. Halbuki mürşitler de talebe !...Hem de öyle bir talebe ki , hayatları son nefese kadar telep etmekle geçer.. ben mürşidim diyenden kaçarım ben, hem de son hızla!.. Ama kendi acziyetini, hatalarını, yanlışlarını gören, bunu açık açık itiraf etmekten çekinmeyen, ben mürşit değil talebeyim diyene gönül veririm, ömür veririm, sonuna kadar her fırsatta sohbet ederim, çünkü o benim için ezel ve ebed dostumdur, ya birlikte ahiretimizi kurtaracagızdır, yahut "onlar mürşitleriyle birlikte cehenneme girdiler" ayeti celilesinin muhatapları olacagız ki allah korusun !...

1-Ben şeyh'e yapılan rabıtayı değil, Gönül kabesine yapılan rabıtayı seçerim,
2-Şeyhın rabbin nurunu taşıdıgına değil, Kabe'nin sahibinin o nur'u rabıta ile gönüllerimize verdiğine inanırım.
3-Mürşidim dediğim insanın cennetlilk bir huri olduguna değil, mübarek olduguna değil , allahın aciz bir kulu olduguna ve onun da benim kadar cehennemlik olma ihtimaline inanırım .
4-Mürşidim dediğim insanlara olan sevgimle, cehennemlik olduklarını bilsem, kendim cennetlik olsam , sevdiklerimi , muhabbetullah dostlarımı almadan cennete girmem de girmemmm diye cennet kapısında yüz sene bekleyip ayak direrim.
5- Mürşid dediğimiz allah dostlarının, kendi okudukları kitap Hz. Kuran'dır, Onların mürşidi Hz. Kuran'dır, ama aynı zamanda tüm islam alimlerinin eserlerini sonuna kadar okurlar, Neden ? Çünki ilk ayete kayıtsız şartsız iman etmişlerdir. Onları mürşit yapan budur (Kendileri mürşit kıymetinde olduklarını bilmezler bile çogu zaman hatta reddederler. ) İşte o ayet "İKRA" _OKU!.. YARADAN RABBİNİN ADIYLA OKU.. !...

Başka söze ne hacet...





AŞK'ÜL İSLAM 25 Ocak 2008 18:30

Cvp: Tasavvuf nedir?
 
Bak yine anlamamışsın yazdıklarından maşuk ...
Çatışmıyoz yahuu estagfirullah , şurada sohbet ediyorz
Neyi anlamamışsın bak, Ben "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" sözüne inanmıyorum .
İllaki bir cemaate gireceksin, illaki birisine tabi olacaksın, illahi o ne derse odur , başka bişey yoktur ' sözüne inanmıyorum.

Check_up'un her zaman lazım olduguna ise inanıyorum ama " Bana teslim ol, ben ne dersem onu yap " Noktasında hopp dur hele diyorum, emir değil, istişare !..Sen ne dersen o değil, sen benim eşimi de seçebilirsin, hayatımı da seçebilirsin değil, birlikte, ortak, konuşarak, sevgiyle, ilimle, aşkla, şevkle, "OKU" emri ilahisiyle.. Sorarak , öğrenerek, üstünlükle değil, takvayla.. Sonuçta, onun da benim de sonumuz musalla taşı !.. Ahiret hayatımız ise meçhul.. O değil, BİZ yapacagız, O olsa da olmasa da BİZ yapacagız..

Medine-web 25 Ocak 2008 21:40

Cvp: Tasavvuf nedir?
 
tasavuf hakkındaki düşünceleriniz gerçekten takdir edici..her kafadan,her düşünceden,her taraftan bakış açıları olmuş.sıryanı kardeşimizin düşüceleride,admin kardeşimizin,yağmur kardeşimizin inzar kardeşimizin ve nur kardeşimizin bakışları ayrı ayrı renk katmış.hepiniz sağolun.
acizane;
tasavufun bir islam kurumu olduğu,kökü islamdan öncesine dayanan hanif islam dediğimiz,islam ile birlikte zirveye ulaştığı ,bir çeşit gazalicilik,arabicilik,ebu zercilik ya da zinnureyncilik diyebiliriz..
günümüzde ise tasavufun yozlaştığı,ameliyat işleri kasapların eline düştüğü,ilim merkezli değilde sırr merkezli olduğu,kuran hadisin sonralarda geldiği ya da unutulduğu,tasavuf şeyhinin muğlak cümleleri cahil kesimin anlamadığı halde başını salladığı bir nurtopu gibi din üretilmiştir adeta..bu tasavufa ömrümce karşı oldum olacağım bulduğum yerde de yok etmek için çabalayacağım...
konumuz olan tasavufu ise inşaallah yaşamak emelimdir amacımdır dinimdir imanımdır..
hepinize saygılar sunar .
deli ferdi


not:tasavuf hakkında daha önce tartıştığımızda ,bir arkadaşımız yukarıdaki düşünceyi dile getirmişti.sizce haksızmıdır?

Medine-web 25 Ocak 2008 21:42

Cvp: Tasavvuf nedir?
 
YAĞMUR Yazılan:
Değerli NUR kardeşim;

Tasavvuf alanı islamda vazgeçilmez bir yol, Lakin islama en büyük zararı veren yine bu yol.Herkes aklına geleni lastikleştirerek hurafe,şirk-hafi,ile donatılmıştır ;Tasavvuf ki; kanayan yaramız olmuş; İslam adına..Yanlış anlatışılmış ve yanlış anlatılmış.. Ben şahsen Tasavvufu çok kutuplu bir eksen olarak görmekteyim.. Her zaman bıçak_ Ekmek olayı olarak bakarım tasavvuf'a.. Bir avam'ın bilmeden tasavvufa bulaşması, Kuran_ı Kerim'i bir tek kez dahi okumadan, Tasavvuf ile ilgilenmesi o kişinin direkt kendisine zarardır.. Ehil insanlarla birlikte KURAN_SÜNNET çizgisinden şaşmadan yürünen tasavvufi seyir ise, kişilerin bulunduğu kademelere göre bir anlayış tarzı getirmektedir.

Şimdi Muhyiddin_ İ Arabi üstadımızın kişiliğini araştırdığımızda, son derece sırlı bir kişilik olduğunu ve gerek kurani, gerekse tasavvufi alanda, bizlerin aklının ermeyeceği bir seviyede olduğu aşikardır. Ben Arabi'nin sözlerinde ŞAHSİ'LİK olmadığına inanıyorum. Sadece zamanı geldiğinde ANLAYABİLECEK islam ER'leri olacaktır, (ki olmuştur, ÖRN: Fatih Sultan Mehmet )

Tasavvufta sınırımızın ne olması gerektiğine gelince; tasavuf;bir insanın nefsini nasıl teskiye terbiye etmesinin,sofuluk dediğimiz ibadetlere azamı dikkatıin,bir lokma bir hırkanın talebinin,Allaha aşık olmanın yaşantımızla ıspatın,nar nur değil rüyetullah hasretinin,bir mürşidi kamilin(gündüz kalkancı değil) kontrolunde kurumsallaşmasıdır.Şahsi görüşüm : İLİMSİZ TASAVVUF, TASAVVUFSUZ İLİM OLMAZ.. İKİSİ DE BİRBİRİNİ TAMAMLAYAN BİRER EKSENDİR , AMMMAAA ÖNCE İLİM, SONRA TASAVVUF...

Tasavvuf isee bir mÜrşit ister.. Fakat nasıl olmalıdır o mürşit dersen nur kardeşim ;
1-Bir mürşit; yaşantısıyla,edebiyle ahlakıyla tüm hücreleriyle safsatalardan hurafelerden arınmış saf berrak kuran hadis islamını yaşayacak.
2-Müritlerine emrettiklerinin azamisini kendisi yaparak örnek olacak.
3-Alim olacak(işkembeden sallamayacak,saçma sapan düşüncelerini islam diye yutturmuyacak,kuran derki,hadis der ki diyecek.Rüyamda bunu gördüm,şunu sezdim,kalbime geldi,şeyhim,kerametim,uçarım kaçarımlardan uzak duracak).
4-ilimsiz tasavuf,abdestsiz namaz gibidir.
5-maddi anlamda asla beklentisi olmayacaktır mürşidin.
6-insanların cehaletlerini,saf duygularını kendi emellerine alet etmeyecek.

Syglr..
YAĞMUR
katılmakla beraber eklemek istediğim bir nokta;
arabinin kullandığı o cümle kuran sünnete aykırıdır zahiren,batınen ise doğru bile olsa ,müslümanların kafasını karıştırmak noktasında ulu orta sarfedilecek cümle olamaz.zahiren bunun şirk olduğu tartışılmazdır.yağmurun dile getirdiği nokta ise bizim bilmediğimiz olabilir gibi,acziyeti dile getiren,muğlak kafa karıştırıcı ve en önemlisi küfür sayılan bir cümleyı kamufle etmek mazur göstermek çabası ayrıca düşündürücü olsa gerek..
günümüzde,özellikle ülkemizdeki tasavuf laçkalaşmış,ya bir siyasi partinin oy deposu,ya bir sakal sarık elde etmekle kendisini şeyh ilan etmesi noktasındaki cehaletin doğurdu bir çeşit din,ya menfaat üzeri kurulu,ya kızlarımızı istismar eden bir çeşit kirli emel yuvaları,ya da sadık temiz alim bir insanın etrafında toplanan mürid dediğimiz islamdan habersiz,şeyhinin her dediğini ayet kabul eden ayrı bir dert sorun çıkmazlık...vs vs vs...
istisnalar kaideyı bozmaz..
saygılar.. (abdulmelik)
bu taraftan da baksan nasıl olur sizce?

hattaboğlu 26 Ocak 2008 09:45

Cvp: Tasavvuf nedir?
 
tasavvuf denince akla cehaleti getirenler,ilm ile sürekli çatışma halinde imiş gibi lanse edenler,ilmi reddediyor süsü verenler,menfaat ile adını beraber ananlar.müridleri cühela belleyip şeyhleri onların sağmal koyun gördüğünü ima edenler
günümüzde ilm diye okuduğunuz herşey ehli tasavvufun süzgecinden geçerek elimize ulaşmıştır
aşk aşk diye ordan burdan kopyaladığınız şiirler bizzat onların "aşanmış hallerinden"alınmıştır
tezkiye terbiye kurbiyye onların anlayışı ile yaşanmaktadır
bir lokma bir hırka anlayışı olan bir tasavvuf ehli değil tembel dünya ehli nin anlayışıdır.alış verişi allah ile yapma anlayışı onlardan alışılmıştır.ehli tasavvuf veren el olmuştur alan el değil !!!
aşklarınıza tercüman olan hali yunus emreler yaşamadımı
peygamber sevgisini gönlünde fokur fokur kaynatan hz mevlana değilmi onun kitablari ile mana alemine dalmıyormusunuz.
düşünce dünyasının ilham kaynağı imamı gazali değilmi
allah a yakınlık okuduğunuz ve nefs tezkiyesi öğrendiğiniz abdul kadir geylani değilmi
neden tasavvufu bir takım kendini bilmez kişilerin değerlendirmeleri gibi hep istismar yönünü(bilinçli) olarak ortaya atıyorsunuz .sizde biliyorsunuzki gündüz ali kalkancı vs ehli tasavvuf değildi !! onlar ordan vurmak istediler sizede gün mü doğdu burdan ?
günümüzde islam ın hakikatini yaşayanlar sadece ehli tasavvuf tur !
tasavvufu rabıtaya indirgemişsiniz
şeyh eli öpmeye indirgemişsiniz
cahil mürid toluluğuna indirgemişsiniz
içine girdinizmi hiç ? tattınızmı o kitaplarda okuyupta vayy be dediğiniz muhabbeti ? yalancı halleri kendine ilah edinmiş insanlar onların hallerini ninni yapıp hala kendilerini kandırmaktan ne zaman vazgeçecek ?

CaferTayar 26 Ocak 2008 14:59

Cvp: Tasavvuf nedir?
 
selam sevgi ve muhabbetimle

sevgi değer doslarıma
hepinizi allah için seviyorum
yazıların her biri harika hemde mükemmel başta adimin amdul melike
sonra maşuk ve yağmura ve diğer kardeşlere
en güzele olan iştiyaklarını gönül dağarcıklarından farklı bir üslubla anlatmalarıda çok hoş

medime webwdw bu yakışır zahir
islamı seviyor tasavvufu seviyor ilmi seviyor basiretli ve ferasetli kardeşlerimi bu gayretlerinden mütevellit kutluyorum
zamanım yok kaçıyorum hoşçakalım

maşuk 26 Ocak 2008 16:53

(CIK !!.)Tasavvufla Tarikat Aynı şey değildir.
 
1. Tasavvuf Güzel Ahlâk ve Edeptir
وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ
Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin[/B]" (el-Kalem, 4)" Andolsun ki, sizin için; Allâh'a ve
âhiret gününe kavuşacağını uman ve Allâh'ı çok zikreden (mümin)' ler için Rasûlullâh'ta en mükemmel bir örnek ( üsve -ihasene ) vardır." (el- Ahzâb 21)Edeb bir tâc imiş nûr-i Hudâ'dan
Giy o tâcı emîn ol her belâdan
Bu itibarla evvelce tekke ve dergâhların yegâne îkaz levhalarından birisi de
اَدَبْ ياَ هه
Edeb yâ Hû!..) idi. 2. Tasavvuf, Nefs Tezkiyesi ve Kalb TasfiyesidirسَلِيمٍO gün ne mal fayda verir, ne de evlâd . Ancak Allâh'a kalb -i selîm (tertemiz bir kalb ) ile gelenler müstesnâ." (eş- Şuarâ , 88-89)
... Nefse ve ona birtakım kâbiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran (tezkiye eden) kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyân etmiştir." (eş-Şems, 7-10)
"...Allâh'ı zikretmek husûsunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler](ez- Zümer , 22)
3. Tasavvuf,
Sulhü Olmayan Mânevî Bir Cenktir[/B]
"... Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devâm et!"(el- Hicr , 99)
Cenâb -ı Hak, nefsin hîle ve desîselerine kapı aralayan"gaflet"e karşı dâimî bir teyakkuz hâlinde bulunup bu minvâl üzere kulluğa devâm edilmesini şöyle emretmiştir:
وَاذْكُر رَّبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعاً وَخِيفَةً
وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالآصَالِ وَلاَ تَكُن مِّنَ الْغَافِلِينَ
]"Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam Rabbini zikret! Gâfillerden olma! (el-A'raf, 205).........4.Tasavvuf İhlâstır
Tasavvuf, Allâh'a karşı samîmiyettir. Amelleri sırf rızâ- yı ilâhîyi kastederek îfâ etmek ve onlar üzerine başka gâyelerin gölgesini düşürmemek, dînî ıstılahta " ihlâs " kelimesiyle ifâde olunur. Cenâb -ı Hakk'ın rızâsından gayrı bütün emelleri
kalbden temizlemek, müslümanın memur bulunduğu büyük bir fazîlettir.(Ey Rasûlüm !) Şüphesiz ki Kitâb'ı
sana hak olarak indirdik. O hâlde sen de dîni sadece Allâh'a has kılarak ( ihlâs ile) kulluk et!.." (ez- Zümer , 2)
"De ki: Ben, dîni Allâh'a has kılarak ( ihlâslı bir şekilde) O'na kulluk etmekle emrolundum ." (ez- Zümer , 11)فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَـكِنَّ اللّهَ "(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allâh öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allâh attı..." (el-
Enfâl , 17) . Tasavvuf İstikâmettir

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَن تَابَ مَعَكَ وَلاَ تَطْغَوْا"Ey Habîbim ! Beraberindeki tevbe eden (mümin)' lerle birlikte, emrolunduğun gibi istikâmet üzere olun ve aşırı gitmeyin!.." ( Hûd , 112)

قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ
فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ "(
Rasûlüm !) De ki: Eğer Allâh'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.Allâh Ğafûrdur ,Rahîmdir." (Âl-i İmrân , 31)
[B]"De ki: Allâh'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin... Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş (hidâyete ermiş) olursunuz."(en-Nûr, 54) "Kim Allâh'a ve Rasûlüne itaat ederse işte onlar, Allâh'ın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar , şehidler ve sâlihlerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!" (en-Nisâ, 69) buyurulmuştur .
Allâh'a inandım de! Ondan sonra da istikamet üzere dosdoğru ol."

(Müslim, Îmân, 62)
buyurarak dîni hülâsâ etmiştir.
Bu can tende durdukça, Kur'ân'ın bendesiyim ve Muhammedü'l -Muhtâr'ın yolunun toprağı, ayağının tozuyum. [/SIZE][SIZE=2]Eğer biri benim sözlerimden, bundan başka bir şey naklederse, naklettiği sözden de, kendisinden de bîzârım."
"Kim Peygamber - sallâllâhu aleyhi ve sellem -'in sofrasından başka bir sofraya giderse, bil ki şeytan onunla bir kaptan yemek yer.
Zîrâ, o irfan sofrasından başka bir sofra seçen kişinin boğazını kemik yırtar ve deler."

"Tasavvuf, (gönül mumunun) ışığını, ilâhî nurlarla tutuşturmaktır. Çünkü tasavvuf aşk ateşi ile tutuşmaya derler."

Tasavvufta şerâit nâme-i hestîyi dürmektir
Tasavvuf ehl-i şer' u ehl-i îmân olmağa derler

"Tasavvufta esas olan, varlık kitabını dürmek, benlikten sıyrılmaktır. Asıl tasavvuf, şeriat ehli ve hakîkî îmân sahibi olmaktır."

Tasavvuf ârif olmaktır hakîmen âdetullâha
Tasavvuf cümle ehl-i derde dermân olmağa derler

"Tasavvuf, ilâhî sır, tecellî ve irâdenin hikmetlerini bilmektir; ârifliktir. Yine tasavvuf, bütün dert sahiplerine derman olmaktır."

Tasavvuf ten tılısmın ism miftâhıyla açmaktır
Tasavvuf bu imâret külli vîrân olmağa derle

"Tasavvuf, bu beden tılsımını isim anahtarı (Allâh ismi) ile çözmektir. Yine tasavvuf, bu fânî imâreti tamamen yok etmektir."

Tasavvuf sûfî kâli hâle tebdil eylemektir bil
Dahî her söz ki söyler âb-ı hayvân olmağa derler

"Bilesin ki tasavvuf, sûfînin sözünü (ve bilgisini) hâle dönüştürmektir. Bu, bir bakıma onun her sözünün bir âb-ı hayât (ölümsüzlük iksiri) olmasıdır."

Tasavvuf ilm-i ta'bîrât u te'vîlâtı bilmektir
Tasavvuf can evinde sırr-ı Sübhân olmağa derler
"Tasavvuf, büyük bir derinlik kazanarak tâbîr ve te'vîl ilimlerine vâkıf olmak ve böylece insan, kâinât, Kur'ân ve sünnetteki ilâhî sırları idrâk etmektir. Yine tasavvuf, can evinde Allâh'ın bir sırrı olabilmektir."
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâlih olmaktır
Tasavvuf Hakk'ın esrârında hayrân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın azamet, kudret ve güzelliği karşısında büyük bir hayret ve dehşet içinde olarak hem sarhoş hem de uyanık olmaktır. Çünkü tasavvuf, Hakk'ın sonsuz sırlarına hayranlıktır."
Tasavvuf kalb evinden mâsivâllâhı gidermektir
Tasavvuf kalb-i mümin arş-ı Rahmân olmağa derler
"Tasavvuf, gönül sarayından Allâh'tan başka her şeyi çıkarmaktır. Çünkü tasavvuf, mümin bir kalbin Allâh'ın arşı olması demektir."
Tasavvuf her nefeste şarka vü garba erişmektir
Tasavvuf bu kamu halka nigehbân olmağa derler
"Tasavvuf, her nefeste doğuya ve batıya erişmek, yâni oralardaki ehl-i îmânı düşünmek, onların sevinç ve kederlerine ortak olmak; ihtiyaç sahiplerine hizmet etmektir. Yine tasavvuf, bütün halkı görüp gözetmeye çalışmaktır."
Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk'ı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olmağa derler
"Tasavvuf, cihanın bütün zerrelerinde Hakk'ı müşâhede etmektir. Böylece tasavvuf, âlemlere güneş gibi olmaktır."
Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleymân olmağa derler
"Tasavvuf, yetmiş iki milletin dilini bilmek, yâni herkesin hâlinden anlamaktır. Tasavvuf, akıl âlemine Süleyman olmaktır."
Tasavvuf urvetü'l-vüskâ yükün can ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufrân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın insana yüklediği ilâhî emânet olan Kur'ân-ı Kerîm ve onun getirdiği mes'ûliyeti canla başla taşımaktır. Tasavvuf, ilâhî mağfireti müjdeleyen âyetlerin mazharı olmaya derler."
Tasavvuf ism-i âzamla tasarruftur bütün kevne
Tasavvuf câmi-i ahkâm-ı Kur'ân olmağa derler
"Tasavvuf, bütün kâinâta "İsm-i a'zam"la tasarruf etmektir. Yine tasavvuf, Kur'ân hükümlerini gönülde cem etmek, yâni canlı bir Kur'ân olabilmektir."
Tasavvuf her nazarda zât-ı Hakk'a nâzır olmaktır
Tasavvuf sûfîye her müşkil âsân olmağa derler
"Tasavvuf, her bakışta Cenâb-ı Hakk'a yönelmektir. Yine tasavvuf, sûfîye, bütün zorlukların kolaylaşmasıdır."
Tasavvuf ilm-i Hakk'a sînesini mahzen etmektir
Tasavvuf sûfî bir katreyken ummân olmağa derler
"Tasavvuf, gönlünü Hakk'ın ilmine mekân etmek, yâni ledünnî ilme sahip olmaktır. Böylece tasavvuf, bir damla hükmünde iken sûfînin engin bir derya hâline gelmesidir."
Tasavvuf külli yakmaktır vücûdun nâr-ı "lâ" ile
Tasavvuf nûr-i "illâ" ile insân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın varlığı karşısında bütün mevcudâtın "lâ / yok" ateşiyle yanıp kül olmasıdır. Tasavvuf, "illâ" nûruyla, yâni temizlenmiş bir gönülle Allâh'ı tevhîd ederek insan-ı kâmil olmaktır."
Tasavvuf "kul kefâ billâh" ile dâvet-dürür halkı
Tasavvuf "irciî" lafzıyla mestân olmağa derler
"Tasavvuf, "De ki: Allâh sana yeter!" (er-Ra'd, 43) âyetiyle insanları Hak yoluna davet etmektir. Yine tasavvuf, "Rabbine dön!" (el-Fecr, 28) lafzının zevkiyle kendinden geçmektir."
Tasavvuf günde bin kerre ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine can olmağa derle
"Tasavvuf, her gün ölmeden evvel ölmek sırrını binlerce kez yaşamak ve kalben diri kalmaktır. Bundan sonra tasavvuf, bütün âlemin cismine can olabilmek, yâni diğer gönülleri de ihyâ edebilmektir."
Tasavvuf zât-ı insan zât-ı Hak'da fâni olmaktır
Tasavvuf kurb-ı "ev ednâ"da pinhân olmağa derler
"Tasavvuf, insanın kendi varlığını, Hakk'ın varlığında yok etmesidir. Böylece tasavvuf, mîrac vuslatında tecellî eden ve âyet-i kerîmede "iki yaydan daha yakın" (en-Necm, 9) şeklinde ifâde buyurulan bir yakınlık içerisinde bile kendini gizleyebilmektir."
Tasavvuf cânı cânâna verip âzâde olmaktır
Tasavvuf cân-ı cânân cân-ı cânân olmağa derler
"Tasavvuf, canı sevgiliye verip her türlü fânî esaretten kurtulmaktır. Bu bakımdan tasavvuf, sevgilinin canı, evet sevgilinin canı olabilmek, yâni onun tarafından da sevilmektir."
Tasavvuf bende olmaktır hakîkat hak ey İbrahim
Tasavvuf şer'-i Ahmed dilde burhân olmağa derle
"Ey İbrahim! Tasavvuf, aslında Allâh Teâlâ'ya kul-köle olmaktır. Bunun için tasavvuf, Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yolunu ve düstûrlarını gönülde bir delil (rehber) eylemektir."
6. Tasavvuf, Rızâ ve Teslîmiyettir
Teslîmiyet; boyun eğmek, itaat etmek, teslim olmak ve itirazsız kabul etmek demektir. İslâm kelimesi de aynı köktendir. Tasavvuf kulun, ilâhî istikâmet üzere yaşayabilmesi ve her nefeste Rabbine daha ziyâde yaklaşabilmesi için, Hakk'a rızâ ve teslîmiyet duygusunu gönüllere yerleştirir.
Çünkü şu fânî âlemi kuşatan binbir elem, keder ve çilelerin tesiri ve nefsânî aldanışların kesâfeti, ancak Hakk'a rızâ ve teslîmiyet netîcesinde azalmaya başlar. Yâni rızâ ve teslîmiyetin berekâtı ile ızdıraplar âdetâ hissedilmez hâle gelir. Hattâ iptilâlar bile Rabbin bir iltifâtı şeklinde telakkî olunarak sürûra döner.
Teslîmiyet, kader tecellîlerini engin bir rızâ ile karşılamak, tedbirden sonra mukadderâtı kabullenmek ve tahakkuk edecek netîceye gönül hoşluğu içinde boyun eğmektir. Bu teslîmiyetin en güzel misâli, Allâh'ın emrine imtisâlen ciğerpâresini kurban etmeye götüren İbrahim -aleyhisselâm- ile boynunu ilâhî takdîre seve seve uzatan İsmail -aleyhisselâm-'da tecellî etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm bu iki Peygamberin teslîmiyetini bütün insanlığa misâl olarak göstermiş ve onlar hakkında:
"Her ikisi de Allâh'ın emrine teslim olmuşlardı..."(es-Saffât, 103) buyurmuştur. Onların bu teslîmiyetleri, başlı başına bir ibâdetin rükünlerini teşkil etme şeklindeki ilâhî iltifâta nâil olmuştur. Hac ibâdeti, kıyamete kadar gelecek ümmete, her ân teslîmiyeti tebliğ eden bir lisândır.
Emir ve nehiylerde Hakk'a teslim olmak; ilâhî takdire, meşakkat ve imtihanlara sabır ve tevekkülle rızâ göstermek gerekir. Zîrâ kemâlin anahtarı iptilâlardır.
Şakîk-ı Belhî:
"Sıkıntının mükâfâtını bilen, ondan kurtulmaya heves etmez." buyurmuştur. Bu nükteye âgâh olan Allâh dostları, gam ve sürûra aynı gözle bakmışlar; aşırı sürûr ile aşırı ızdırab gibi nefse tuzak olan uç noktalara sürüklenmeyip rızâ ve teslîmiyet makamında terakkî etmişlerdir.
Teslîmiyetin bir yönü de "aşk" ve "ilâhî muhabbet"tir. Zîrâ sevenler sevdiklerinden gelen her şeyi hoş karşılayarak sevgilerindeki samîmiyeti izhâr ve isbât etme gayreti içinde olurlar.
Ebû Ali Ruzbârî, muhtemelen bu düşünceden hareketle tasavvufu:
"Kovulsa bile, kişinin sevgilinin kapısında diz çöküp sadâkat ve teslîmiyetle beklemesidir." diye târif etmiştir.
Gönlü aşk ile dolu olan kul, Rabbinden gelen her şeyi, muhabbeti nisbetinde kucaklar. İbrahim -aleyhisselâm-'ın Allâh'a olan teslîmiyet ve aşkının tecellîsi, dünya ateşini bir anda gül bahçesine çevirmişti. Yâkûb -aleyhisselâm-'ın ilâhî takdîr karşısındaki rızâ ve teslîmiyeti, yavrusu Yusuf'un hasret acısını:
"Bana sabr-ı cemîl düşer." (Yûsuf, 18) diyerek bastırmaya muvaffak kılmıştı.
Tasavvuf ehli, peygamberlerin yolu olan Hakk'a teslîmiyeti, hayatlarının mihveri kılmışlardır. Zîrâ Râbiatü'l-Adeviyye -kuddise sirruhâ-'nın da dediği gibi:
"Seven sevdiğine itaat eder."
Yâni teslîmiyet, sevgiye dayanan gönüllü bir itaat işidir.
Ashâb-ı kirâm da Peygamberimize olan sevgi, bağlılık ve itaatleri nisbetinde tekâmül etmişlerdir. Sevgi ve teslîmiyet ile itirazsız boyun eğmeleri sâyesinde bütün ümmete nümûne yıldızlar olmuşlardır.
Tasavvufun târifleriyle ilgili olarak bu anlatılanlardan ilhâmla şunları söyleyebiliriz:
Tasavvuf, maddî-mânevî kirlerden arınıp, güzel ahlâk ve vasıfları kazanarak, dîni, özüne uygun bir keyfiyette yaşayabilme gayretidir. Böylece, sırf aklın çözmeye kâfî gelmediği maddî veya mânevî hadiselerdeki sırrî oluşlar ve yüce muammâları kuşatıcı bir görüş olgunluğuna ulaşmaktır. Gönlün, sonsuz rûhânî hazlara duyduğu meclûbiyetin önünde âdetâ bir ayak bağı olan nefs engelini aşabilmeye çalışmaktır. Rûhun hapsedilmiş olduğu bedenin nefsânî temâyüllerini aşarak bütün hâdiselerin özündeki mücerred hakîkatleri, idrâklerin hudûdundaki perdenin de arkasında cereyân eden ibret ve hikmet safhalarını, ârifâne bir üslûb ile temâşâ edebilmeyi sağlayan birtakım hâller ve bilgilerin ilmidir.
Bu tasavvuf tarifleri mevzuunda neticeyi, Aksaray Olanlar Dergâhı Şeyhi İbrahim Efendi'nin meşhur "tasavvuf manzûmesi"ne bırakalım:
Bidâyette tasavvuf sûfî bî-cân olmağa derler
Nihâyette gönül tahtında sultân olmağa derler
"Tasavvufun başlangıcı, maddî varlığından sıyrılan ve kendinde bir varlık görmeyen, kısaca irâdesini Hakk'a teslim etmiş bir sûfî olabilmektir. Sonu ise, bütün ilâhî güzellikleri kazanarak gönül tahtının sultânı olmaktır."
Tarîkatte ibârettir tasavvuf mahv-ı sûretten
Hakîkatte sarây-ı sırda mihmân olmağa derler
"Tarîkatte tasavvuf; sûretin mahvından ibârettir. Yâni beşerî zaaflardan kurtulmaktır. Hakîkat olarak ise, ilâhî sır sarayının misafiri olmaktır."
Bu âb u kil libâsından tasavvuf ârî olmaktır
Tasavvuf cism-i sâfî nûr-i Yezdân olmağa derler

"Tasavvuf, toprak ve sudan ibaret fânî elbiselerden/kafeslerden kurtulmaktır. Böylece tertemiz bir varlık olarak Allâh Teâlâ'nın nûru hâline gelebilmektir."
Tasavvuf lem'ayı envâr-ı mutlaktan uyarmaktır
Tasavvuf âteş-i aşk ile sûzân olmağa derler.Tasavvuf, (gönül mumunun) ışığını, ilâhî nurlarla tutuşturmaktır. Çünkü tasavvuf aşk ateşi ile tutuşmaya derler."
Tasavvufta şerâit nâme-i hestîyi dürmektir
Tasavvuf ehl-i şer' u ehl-i îmân olmağa derler
"Tasavvufta esas olan, varlık kitabını dürmek, benlikten sıyrılmaktır. Asıl tasavvuf, şeriat ehli ve hakîkî îmân sahibi olmaktır."
Tasavvuf ârif olmaktır hakîmen âdetullâha
Tasavvuf cümle ehl-i derde dermân olmağa derler
"Tasavvuf, ilâhî sır, tecellî ve irâdenin hikmetlerini bilmektir; ârifliktir. Yine tasavvuf, bütün dert sahiplerine derman olmaktır."
Tasavvuf ten tılısmın ism miftâhıyla açmaktır
Tasavvuf bu imâret külli vîrân olmağa derler
"Tasavvuf, bu beden tılsımını isim anahtarı (Allâh ismi) ile çözmektir. Yine tasavvuf, bu fânî imâreti tamamen yok etmektir."
Tasavvuf sûfî kâli hâle tebdil eylemektir bil
Dahî her söz ki söyler âb-ı hayvân olmağa derler
"Bilesin ki tasavvuf, sûfînin sözünü (ve bilgisini) hâle dönüştürmektir. Bu, bir bakıma onun her sözünün bir âb-ı hayât (ölümsüzlük iksiri) olmasıdır."
Tasavvuf ilm-i ta'bîrât u te'vîlâtı bilmektir
Tasavvuf can evinde sırr-ı Sübhân olmağa derler
"Tasavvuf, büyük bir derinlik kazanarak tâbîr ve te'vîl ilimlerine vâkıf olmak ve böylece insan, kâinât, Kur'ân ve sünnetteki ilâhî sırları idrâk etmektir. Yine tasavvuf, can evinde Allâh'ın bir sırrı olabilmektir."
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâlih olmaktır
Tasavvuf Hakk'ın esrârında hayrân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın azamet, kudret ve güzelliği karşısında büyük bir hayret ve dehşet içinde olarak hem sarhoş hem de uyanık olmaktır. Çünkü tasavvuf, Hakk'ın sonsuz sırlarına hayranlıktır."
Tasavvuf kalb evinden mâsivâllâhı gidermektir
Tasavvuf kalb-i mümin arş-ı Rahmân olmağa derler
"Tasavvuf, gönül sarayından Allâh'tan başka her şeyi çıkarmaktır. Çünkü tasavvuf, mümin bir kalbin Allâh'ın arşı olması demektir."
tasavvuf her nefeste şarka vü garba erişmektir
Tasavvuf bu kamu halka nigehbân olmağa derler
"Tasavvuf, her nefeste doğuya ve batıya erişmek, yâni oralardaki ehl-i îmânı düşünmek, onların sevinç ve kederlerine ortak olmak; ihtiyaç sahiplerine hizmet etmektir. Yine tasavvuf, bütün halkı görüp gözetmeye çalışmaktır."
Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk'ı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olmağa derler
"Tasavvuf, cihanın bütün zerrelerinde Hakk'ı müşâhede etmektir. Böylece tasavvuf, âlemlere güneş gibi olmaktır."
Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleymân olmağa derler
"Tasavvuf, yetmiş iki milletin dilini bilmek, yâni herkesin hâlinden anlamaktır. Tasavvuf, akıl âlemine Süleyman olmaktır."
Tasavvuf urvetü'l-vüskâ yükün can ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufrân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın insana yüklediği ilâhî emânet olan Kur'ân-ı Kerîm ve onun getirdiği mes'ûliyeti canla başla taşımaktır. Tasavvuf, ilâhî mağfireti müjdeleyen âyetlerin mazharı olmaya derler."
Tasavvuf ism-i âzamla tasarruftur bütün kevne
Tasavvuf câmi-i ahkâm-ı Kur'ân olmağa derler
"Tasavvuf, bütün kâinâta "İsm-i a'zam"la tasarruf etmektir. Yine tasavvuf, Kur'ân hükümlerini gönülde cem etmek, yâni canlı bir Kur'ân olabilmektir."
Tasavvuf her nazarda zât-ı Hakk'a nâzır olmaktır
Tasavvuf sûfîye her müşkil âsân olmağa derler
"Tasavvuf, her bakışta Cenâb-ı Hakk'a yönelmektir. Yine tasavvuf, sûfîye, bütün zorlukların kolaylaşmasıdır."
Tasavvuf ilm-i Hakk'a sînesini mahzen etmektir
Tasavvuf sûfî bir katreyken ummân olmağa derler
"Tasavvuf, gönlünü Hakk'ın ilmine mekân etmek, yâni ledünnî ilme sahip olmaktır. Böylece tasavvuf, bir damla hükmünde iken sûfînin engin bir derya hâline gelmesidir."
Tasavvuf külli yakmaktır vücûdun nâr-ı "lâ" ile
Tasavvuf nûr-i "illâ" ile insân olmağa derler
"Tasavvuf, Hakk'ın varlığı karşısında bütün mevcudâtın "lâ / yok" ateşiyle yanıp kül olmasıdır. Tasavvuf, "illâ" nûruyla, yâni temizlenmiş bir gönülle Allâh'ı tevhîd ederek insan-ı kâmil olmaktır."
Tasavvuf "kul kefâ billâh" ile dâvet-dürür halkı
Tasavvuf "irciî" lafzıyla mestân olmağa derler
"Tasavvuf, "De ki: Allâh sana yeter!" (er-Ra'd, 43) âyetiyle insanları Hak yoluna davet etmektir. Yine tasavvuf, "Rabbine dön!" (el-Fecr, 28) lafzının zevkiyle kendinden geçmektir."
Tasavvuf günde bin kerre ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine can olmağa derler
"Tasavvuf, her gün ölmeden evvel ölmek sırrını binlerce kez yaşamak ve kalben diri kalmaktır. Bundan sonra tasavvuf, bütün âlemin cismine can olabilmek, yâni diğer gönülleri de ihyâ edebilmektir."
Tasavvuf zât-ı insan zât-ı Hak'da fâni olmaktır
Tasavvuf kurb-ı "ev ednâ"da pinhân olmağa derler
"Tasavvuf, insanın kendi varlığını, Hakk'ın varlığında yok etmesidir. Böylece tasavvuf, mîrac vuslatında tecellî eden ve âyet-i kerîmede "iki yaydan daha yakın" (en-Necm, 9)şeklinde ifâde buyurulan bir yakınlık içerisinde bile kendini gizleyebilmektir."
Tasavvuf cânı cânâna verip âzâde olmaktır
Tasavvuf cân-ı cânân cân-ı cânân olmağa derler
"Tasavvuf, canı sevgiliye verip her türlü fânî esaretten kurtulmaktır. Bu bakımdan tasavvuf, sevgilinin canı, evet sevgilinin canı olabilmek, yâni onun tarafından da sevilmektir."
Tasavvuf bende olmaktır hakîkat hak ey İbrahim
Tasavvuf şer'-i Ahmed dilde burhân olmağa derle
"Ey İbrahim! Tasavvuf, aslında Allâh Teâlâ'ya kul-köle olmaktır. Bunun için tasavvuf, Hazret-i Ahmed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yolunu ve düstûrlarını gönülde bir delil (rehber) eylemektir[

maşuk 26 Ocak 2008 17:02

Tasavvufi Terbiyye(seyri süluk)
 
[CENTER][B][Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
[CENTER]İnsanlar istîdâd ve iktidarları itibâriyle muhtelif seviyelerde yaratılmışlardır. Tasavvuftaki eğitim, sâlikin kalbî istîdâd ve iktidârı ile mîzâcına göredir. Mîzaç ise büsbütün değiştirilemeyeceğinden, ilâhî emirlerle terbiye edilip yönlendirilebildiği ölçüde arzu edilen olgunluk hâsıl olur. Şeriatin, umûma mahsûs ve herkes için aynı olan kâideler koymasına mukâbil, tasavvufta sâlike, tıpkı numaralı gözlükler gibi ferdden ferde değişen terbiyevî metodların kullanılması yolu tervîc edilmiştir. Bu ikisi arasında bir tezâd ve aykırılık olduğu zannı yanlıştır. Zîrâ, tasavvuf-şeriat münâsebeti, meşhur misâli ile bir pergele benzetilegelmiştir. Pergelin sâbit ayağı şeriat, müteharrik ayağı tasavvuftur. Bu iki ayak arasındaki açıklık ise, muhâtabın mîzaç ve istîdâdına göre azaltılıp çoğaltılabilir.
Diğer taraftan tasavvufun bu hassas ölçüleri, Allâh'ın emir ve nehiylerine riâyeti ikmâl etmiş insanlar için mevzubahistir. Bu sebeple gerçek mutasavvıflar, zâhirî âlemlerini düzeltmiş ve iç âlemlerini terbiyeye yönelmiş kimselerdir. Zâhirdeki kemâlâtı, bir de bâtınî inkişâf ile taçlandırmanın gayreti içindedirler. Zîrâ, zâhirin ıslâh ve ikmâli mühimse de aslolan iç âlem, yâni kalbdir. Çünkü fiillere vücûd veren irâde ise de, irâdeyi yönlendirenin de ekseriya hisler olduğu hatırdan uzak tutulmamalıdır. Hislerin mahalli ise kalbdir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mânevî terbiyede tâkib ettiği hassas düstûrlardan biri, muhâtabını itâb etmemek, hattâ kusûru kendisine hamlederek îkâzda bulunmaktır. Pek çok vesîleyle "Bana ne oluyor ki sizleri böyle görüyorum." şeklinde vâkî olan kavilleri, bunun tezâhürünün tipik bir misâlidir. Bu kalbî rikkat ve hassâsiyet ölçülerine tâbî olan gönül ehli de, muâhezeyi nefsine, müsâmahayı ise başkalarına tevcîh etmeyi şiâr edinmişlerdir. Onlar, zâhirden ziyâde kalb temizliği ve dolayısıyla kalb terbiyesiyle meşgul oldukları için, günahkâra dahî merhamet ve müsâmaha ile yaklaşırlar. Zîrâ onlar, günahkârı değil, günâhı bertarâf etmenin derdindedirler. Bu sebeple, insanın menfî hâllerini düzeltmeden önce, sohbetin feyz ve bereketiyle kalblerini yumuşatarak ıslâha hazır hâle getirirler. Nefislerdeki öfke ve gazap fırtınalarını dindirerek nedâmetin tatlı meltemlerinin vücûd bulmasına zemîn hazırlarlar.
Yusuf -aleyhisselâm-'ın Mısır azîzi olduktan sonra, vaktiyle kendisini öldürmeye kastedip kuyuya atan kardeşlerinin yardım taleplerini reddetmemesi ve kendisini gizleyerek onlara îzâz, ikrâm ve ihsânlarda bulunması da kalbî terbiyede kâbına varılamaz bir inceliktir. Hâlbuki o an, elindeki güç ve saltanat ile kardeşlerinden pekâlâ intikâm alabilirdi. Fakat o, kusurları başa kakmak sûretiyle gönül yıkmanın değil, kötülüğe bile iyilikle mukâbele edebilmenin, ayıp ve hatâları setretmenin, şahsına yapılanları Hakk'ın rızâsı uğruna unutuvermenin eşsiz fazîletine nâil olmuş bir hidâyet rehberiydi. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, Yûsuf -aleyhisselâm-'ın kardeşlerine olan bu hüsn-i mukâbelesini şöyle beyân eder:

[CENTER][SIZE=2][B]"(Yusuf) dedi ki:


"- Bugün sizi kınamak yok. Allâh sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir."" (Yûsuf, 92)


Bu asîl ve âlicenap tavırlar karşısında kardeşleri de nedâmet gösterip tevbekâr oldular. Yûsuf -aleyhisselâm-'ın üstünlüğünü kabul ve hakkâniyetini tasdîk ettiler. Matlûb olan netîce de bu sâyede hâsıl oldu.


Aşağıdaki şu misâl de bu terbiyevî metodun bir başka tezâhürüne âittir:


Bir bölük gâfil genç, Dicle kenarında şarab içip eğleniyorlardı. Meşhur Hak dostlarından Mâruf-ı Kerhî -kuddise sirruh- oradan geçiyordu. Şimdi bu şeyhin, işlemekte oldukları mel'anetlerinden dolayı kendilerinin helâki için bedduâ edeceğini düşünen gençlerin keyfi kaçtı. Bunun da kızgınlığıyla içlerinden biri dayanamayıp kalktı ve müstehzî bir tavırla:


"- Yâ Şeyh! Haydi durma, bizim şu anda Dicle'nin azgın sularına gark olmamız için hemen bedduâna başla!." dedi.


Mâruf Hazretleri hiçbir gazap emâresi göstermeksizin merhametle ellerini kaldırdı ve:


"- Yâ İlâhî! Bu yiğitlere dünyâda hoş dirlik verdiğin gibi, âhirette de dirlik ver." dedi.


Ummadıkları bu tavır karşısında gençler:


"- Yâ Şeyh! Siz ne diyorsunuz? Bu sözün mânâsını anlayamadık." dediler.


İhlâsı bereketiyle şu kısacık ve sâde sözlerine Cenâb-ı Hakk'ın tesir gücü verdiği Mâruf-ı Kerhî Hazretleri şöyle dedi:


"- Evlâdlarım! Hak Teâlâ, size âhirette dirlik vermek isterse tevbe etmenizi nasîb kılar."


Yiğitler beklemedikleri bu müşfikâne tavır karşısında önce bir müddet düşünceye daldılar. Akabinden kendilerine pişmanlık ve nefs muhâsebesi hâli geldi. Derken intibâha gelerek nedâmet içinde şaraplarını döktüler, çalgılarını kırdılar ve tevbe ettiler. Her iki cihanın saâdet ve selâmetine tâlib oldular.
Yukarıda da zikrettiğimiz üzere tasavvuftaki kalbî terbiyenin diğer bir husûsiyeti de, her ferdin mizâcına göre bir ıslâh ve irşâd metodu tatbîk edilmesidir. Tarîkatlerin çeşitlenmesi, mizaçlardaki farklılıklara göre terbiye ve telkîn metodunun zarûretinden doğmuştur. Meselâ, umûmiyetle coşkun mizaçlı bir insan, Kâdirîliğin tâkip ettiği usûllerle daha kolay terakkî eder. Şâir, sanatkâr ve romantik mizaçlı kimseler, Mevlevîlik'te huzûr bulur. Vakûr ve sâkin mizaçlı insanlar ise Nakşî Tarîkati'nde kendilerine bir uygunluk görür ve bundan dolayı da o yolun telkînlerine ve terbiye usûllerine daha kolay râm olarak terakkî imkânı bulurlar.


Mizâcın yok edilmesi imkânsızdır. Mürşid-i kâmiller de ancak, sâliklerin mizaçlarındaki istîdâdların nefsânî bir mecrâya akmasına mânî olarak, onları ulvî gâyelere yönlendirmekle vazîfelidirler. Her talebenin mânevî âlemdeki şahsî hastalıklarına çâre olacak husûsî tedâvî reçeteleri sunarlar.


Câhiliye Arapları, kız çocuklarını diri diri gömen taş yürekli kimselerdi.
Onlar, hakkın yalnız güçlüye âit olduğu, güçsüzün her türlü dayanak, barınak ve sığınaktan mahrum bulunduğu,
merhametten nasîbsiz bir toplumun insanlarıydılar.
Bu toplum, hidâyet bulup Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in mânevî terbiyesiyle
dünyânın en mümtaz insanları hâline geldi. Allâh ve Rasûlü'ne duydukları muhabbeti, kalblerinde her an taze tutmakla kazandıkları zindelik sâyesinde, ibâdetleri huşû ile doldu.
Fazîlet menkıbeleri, kıyâmete kadar müslümanların dillerinden düşürmeyecekleri, gönül âlemlerini tenvîr eden ahlâk-ı hamîde misâlleri oldu. Kendilerine "Ashâb-ı Kirâm" denildi.


Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in
terbiyesinde öyle bir mânevî seviyeye ulaşmıştı ki,
Abdullâh bin Mes'ûd -radıyallâhu anh- bu durumu:


"- Biz boğazımızdan geçen lokmaların tesbîhlerini duyar hâle gelmiştik!"
(Buhârî, Menâkıb, 25) sözleriyle ifâde etmiştir.


İşte tasavvuf, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tezkiye ve terbiyesi sâyesinde ashâb-ı kirâmın ulaştığı bu mânevî seviyelerden nasiplenebilmenin ulvî bir yoludur.
Yâni Hazret-i Peygamber'e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde,
nefsin terbiye ve kalbin de tasfiye edildiği
mânevî bir mekteptir. Bu mânevî terbiye mektebine dâhil olup,
insan-ı kâmil olma yolunda mesâfeler katetmeye "seyr u sülûk" tâbir olunur.

maşuk 26 Ocak 2008 17:18

Tarifi Marifetullah
 
ZÂT-I ULÛHİYYET
[CENTER][B]..:: 1 ::..
[CENTER]Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in:
"Allâh'ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin,
Zâtı üzerinde düşünmeyin.
Zîrâ siz O'nun kadrini (O'na lâyık bir sûrette) aslâ takdîr edemezsiniz..."
(Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 81)
:...............
beyânı, Cenâb-ı Hakk'ın Zâtî mâhiyetini kavramanın mümkün olmadığını ifâde eder.
Zâten beşer idrâkini îmân ve irfân iklîmine götürüp hidâyet nûruna vâsıl edecek olan,
Allâh hakkındaki bilgiler de, Zât'ının mâhiyetine dâir değil, sıfatlarına dâirdir.
Zîrâ Allâh Teâlâ, zaman ve mekândan münezzehtir.
İnsan idrâki ise, zaman ve mekânla şartlandığından onun mantığı,
ancak maddî âlemden aldığı intibâlarla faâliyet gösterir.
Bir şeyi kavrayabilmek için o şeyin görülebilen âlemde bir benzerinin ve bunun da zihinde bir intibâının olması lâzımdır.
Allâh ise, yarattıklarına benzememe sıfatı ile muttasıftır (muhâlefetün li'l-havâdis).
Bu, sonradan meydana gelmiş olan hiçbir şeye benzememeyi, onlardan mutlak bir sûrette farklı,
üstün ve mükemmel olmayı ifâde eder. Bu mantıkî gerçek, kâinâta hâkim olan nizâmın mükemmelliğini idrâk etmenin
bir netîcesidir. Böyle bir âlemi yaratmak kudretindeki ilk sebep, yâni Hâlık Teâlâ Hazretleri
, -hâşâ- eseriyle aslâ mukâyese edilemez. O, bütün yaratılmışların üzerinde bir kemâl, azamet ve kudret sâhibidir.
................
Böyle olması lâzım geldiği de, aklî ve mantıkî bir zarûrettir.
Bu itibarla eşi ve benzeri bulunmayan Allâh'ın zâtî mâhiyeti hakkında fikir yürütmek, beşer için ne mümkün ve ne de doğrudur.
Yâni Allâh Teâlâ hakkında bizim mükellefiyetimiz, sıfatlardan yola çıkarak Zât'ın var olduğunu idrâk ve kabul etmektir.
Onun için Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerîm'de bizlere kendisi hakkında takdîm eylediği misâl ve îzâhlar da
bu mâhiyete göredir.
........................
Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Allâh göklerin ve yerin Nûr'udur. O'nun nûrunun misâli, içinde çerağ (yanan ışık)
bulunan bir kandil yuvasına benzer.
O çerağ, cam bir fânus içindedir. Cam fânus ise, sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır.
(O çerağın) yakıtı, ne doğuda ne de batıda eşine rastlanmayan mübârek (bereketli, bitip tükenmeyen)
bir zeytin ağacından alınmaktadır.
Ve o ağacın yağı, (öyle arı-duru ve öyle parlaktır ki) neredeyse ateş değmese bile, ışık verecek.
Nûr üstüne nûr! Allâh dilediğini nûruna kavuşturur.
Allâh insanlara (anlayıp idrâk edebilsinler diye işte böyle) misâller veriyor. O, her şeyi bilir."
(en-Nûr, 35)
.............
Dikkat edilirse âyet-i kerîmedeki temsille beşer idrâki,
önce kavrayabileceği intibâlarla yoğruluyor, sonra da hayâl ve idrâk ötesi bir hakîkat ile o intibâlardan tecrid edilerek
en öz ifadeyle "nûr üzerine nûr" deniliyor.
Yâni O'nun nûru, temsilden zannedileceği gibi sınırlı birkaç çeşit nûr değil, birisi veya tamamı da değil,
sınırsız olarak her nûrun üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi mümkün olmayan bir nûrdur.
Fakat herkes hak delili göremez, Hakk'ın âyetlerini bilemez ve Hakk'ın isteğine eremez.
Çünkü görüleni idrâk etmek, nûra bağlı olduğu kadar, görecek gözün var olmasına da bağlıdır.
Çünkü gözle görülmeye müsâit olan her şey, nûrun bereketiyle gözü olan herkese âşikâr olurken âmâlara aslâ gözükmez.
O hâlde varlık ve hakîkati gösteren nûr kadar gören bir rûh da, müşâhede için vazgeçilmez bir rükün gibidir.
Çünkü ancak gören ruh, idrâk edici ve anlayıcıdır.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk'ın, âyet-i kerîmede kendisini "Nûr" ile tavsif etmesi ve
"Allâh, göklerin ve yerin nûrudur."
buyurması, bütün âlemi yaratan, şu engin kâinâtı gösteren, gizli-açık sayısız hakîkatleri bildiren,
gözleri ve gönülleri şenlendiren varlığın ancak kendisi olduğunun bir ifâdesidir.
Zîrâ Cenâb-ı Hakk'ın o yüce nûru olmasaydı, hiçbir şey bilinmez, bulunmaz; hiçbir hakîkat sezilmez ve hiçbir neşe gönle dolmazdı.
Bu meyânda varlıkların tezâhür ve müşâhedesinin yegâne müessiri olan bütün nûrlar,
o yüce nûrun bir tecellîsinden ibârettir. Dolayısıyla göklerdeki nûrların derecelerine, dünya âleminde de bir misâl vardır. Meselâ
güneşin ışınları aya vurup oradan yeryüzünde bir evin içine girerek
duvardaki bir aynaya düşse,
sonra bundan diğer duvardaki bir aynaya aksetse, sonra ondan su dolu bir tasa düşse,
daha sonra bundan evin tavanına yansısa, bunların en güçlüsü,
ilk kaynak olan güneşteki, ikinci olarak aydaki,
üçüncü olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki, beşinci olarak sudaki, altıncı olarak da tavandaki nûrdur.
Ve hepsinde ilk çıkış noktasına yakın olan, uzak olandan daha güçlüdür. Göklerdeki diğer nûrların derecelenmesi de aynen bunun gibidir. Yâni istifâde edilen nûr, istifâde edenden daha kuvvetlidir.
..........
Ve bütün bu nûrlar, artarak ve güçlenerek en büyük ve sonsuz nûrda nihâyete erer ki,
bu da Allâh Teâlâ'nın nûrudur.
Yâni her şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi, ancak göklerin ve yerin nûrlandırıcısı olan Allâh Teâlâ'nın
açığa çıkarması ve bildirmesiyledir. Zîrâ O'nun nûru olmadan varlığın ortaya çıkması ve görünmesi mümkün değildir.
Ancak, gündüz ışığında baharın yeşilliğine bakan insan,
gözüne görünen türlü türlü renkler karşısında:
"- Yeşillikten başka bir şey görmedim!"
diyerek bahar ve yeşilliğe dalar da gerçekte onları görmesini sağlayan ışığı farketmez.
Hâlbuki gördüğü bütün renkleri ışık sâyesinde idrâk etmiştir.
Bu durumda ışık, aslında âşikâr oluşunun şiddetinden dolayı gizli kalmıştır.
[CENTER]..............
[CENTER]Bu gerçekten hareketle mârifet erbâbı şöyle buyurur:
"Cenâb-ı Allâh, hakîkatte gâib değildir. Ancak bizim beşerî istîdâd ve idrâkimiz açısından zuhûrunun şiddetinden gâibdir."
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
[B][SIZE=2]

Zuhûru perde olmuştur zuhûra
Gözü olan delil ister mi nûra?
..............
Diğer bir tâbirle, bir odada beş bin voltluk bir ışık yansa, insanın gözündeki istîdâd,
bu ışığın altında hiçbir şey görmeye güç yetiremez. Hâl böyleyken milyonlarca voltluk ışıktan da
sonsuz mâhiyette üstün bir nûrun sâhibi olan Hak Teâlâ da elbette ki beşer idrâki açısından bir gâibdir.
Bu nükteyi ifâde için Kur'ân-ı Kerîm'de müminler hakkında:
"Onlar ki gayba îmân ederler..."
(el-Bakara, 3)
buyurulmuştur.
Fakat ehl-i basîret için bu öyle bir gaybdır ki, nûrunun tecellî şiddetiyle en belirgin varlıklardan daha zâhirdir.
Şöyle ki:
Hava ile yaşıyor, fakat bizi çepeçevre kuşattığı hâlde onu göremiyoruz.
Sadece teneffüs etmek sûretiyle hissediyoruz.
Bunun için de onu göremediğimiz halde inkâr etmek bir tarafa, hayatî bir zarûret ile:
"Hava olmazsa yaşayamayız!" diyoruz.
Sudaki canlılar da bizim gibidir. Onlar da deryâ içinde suyun farkına varamazlar.
Hâlbuki su, kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Bu demektir ki, bir varlık karşımızda, sağımızda, solumuzda veya diğer yönlerde olursa, onu idrâkimiz kavrayabilir.
Ancak her tarafımızı çepeçevre kuşatınca, bütün cihet kayıtlarından sıyrılır ve varlığının zuhûru,
idrâkimizin üzerine çıkar; böylece yönlerle kayıtlı olan gözlerimize gizli kalır.
...................
Bu böyle olmasaydı da meselâ hava gözlere âşikâr olsaydı, hayat yaşanmaz olurdu.
Zîrâ sisli bir havada diğer varlıkların tamamı görünmez hâle gelir.
Yâni bizi çepeçevre kuşatan bir varlığın görünmesi, diğer varlıkların görünmemesine sebeptir.
Onun içindir ki, Cenâb-ı Hak bu âlemde gözlere gizli kalmıştır.
Eğer zâhir olsaydı, insanlar hem O'nun cemâlinin güzelliğinden,
hem de kendilerini çepeçevre kuşatmış olmasından dolayı başka hiçbir şey göremezlerdi ve tabiî o zaman
dünyâ hayatı diye bir şey olmazdı.
O hâlde müteâl, yâni hayâl ve idrâk ötesi bir varlık olan
Cenâb-ı Hak, hem en gizli ve hem de en âşikârdır.
Daha doğrusu zât olarak gizli, tecellî olarak âşikârdır.
Âşikârdır; çünkü bütün varlıklar, onun zâtının nûrundan peydâ olur.
Gizlidir; çünkü gözlerin, O'nun nûruna bakmaya gücü yetmez...
Âşikârdır; O'ndan gayri ne varsa, ancak O'nun sıfatlarıyla tecellî eder.
.............
Gizlidir; eşi benzeri olmadığı için...
Çünkü insanın bilgisi, umûmiyetle eşyâyı zıddıyla tanımaktan geçer.
Bu sebeple hiç zıddı olmayan ve aslâ değişmeyenin gizli kalması da gâyet tabiîdir.
Böyle bir varlığı idrâk husûsunda mahlûkâttan şuur sâhibi hiçbir varlık, elbette ki kâfî bir kabiliyete sahip değildir.
Bu sebepledir ki îmân, O'nun Zât'ının hakîkatine vukûfiyet değil,
varlığını kabulden ibârettir.
Çünkü var olup olmama keyfiyeti başka, var olan bir şeyin mâhiyeti hakkındaki hüküm, başka bir şeydir.
.................
Bu bakımdan Cenâb-ı Hak, zât-ı ulûhiyyetinin sâdece var olup olmama keyfiyetini kavraması için insanı,
akıl nîmetiyle techîz etmiş bulunduğu gibi, müşâhede edilebilen âlemi de sıfat tecellîleriyle doldurarak
onlarla eserden müessiri idrâk etmek imkânını sunmuştur.
.........................
Aşağıdaki misâl bu gerçeği ne güzel aksettirir:
Evliyâullâhın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri,
birgün pek çok kimsenin telaş ve merak içerisinde bir yere doğru koşuşturduğunu gördü.
Onlara:
"- Böyle telaş ve heyecan ile nereye gidiyorsunuz?" diye sordu.
Onlar da:
"- Falan yerden bir âlim gelmiş! Allâh Teâlâ'nın varlık ve birliğini binbir delîlle îzâh ediyormuş!
Onun bu delîl ve îzâhlarından istifâdeye gidiyoruz. İstersen sen de buyur!" dediler.

Bunun üzerine Cüneyd Hazretleri, buruk bir tebessümle onlara bakarak şöyle dedi:
"- Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalbler için kâinatta sayısız ilâhî şehâdet terennümleri ve deliller var.
Bizzât Cenâb-ı Hakk'ın, kendisi hakkında nice şehâdeti var.
Ey ahâlî! Bütün bunlara rağmen şüphesi olan varsa, buyursun gitsin! Bizim gönlümüzde gümânın (şüphenin) kırıntısı dahî yoktur."
Kısacası gören gözler için Cenâb-ı Hak, âlemin özü olan insanda,
sözsüz bir Kur'ân olan kâinatta ve sözlü bir kâinât olan Kur'ân'da sayısız ilâhî sıfat tecellîleri bahşetmiştir.
Ayrıca bunlardan istifade husûsunda yardımcı ve yol gösterici olarak peygamberler göndermiştir.
Peygamberler vâsıtasıyla da, görülen ve görülemeyen âlemlerin hakîkatlerini, belli ölçüde
tıpkı Kur'ân-ı Kerîm'de müşâhede edilmekte olduğu gibi,
beşerin idrâk seviyesine uygun bir şekilde "kelâm" sûretinde lutfetmiştir.
Dolayısıyla kelâmın imkânları içerisinde
Allâh hakkında öz olarak şunları söyleyebiliriz:
Hakîkatte Mutlak Varlık, hiçbir kayıtla kayıtlanamaz;
O'nun kendisini vasıflandırması dışında hiçbir sıfatla tavsif edilemez. Hatta ona bizim sınırlı olan
idrâkimiz ile "mutlak" dememiz bile onu kayıtlamaktır; fakat anlatabilmek için böyle söylemek gerekmektedir.
Yoksa insanın hatırına her ne gelirse gelsin, Allâh, ondan başkadır.
................
Böyle bir sübhân olan Mutlak Varlık'ın sıfatlarını izhar etmesi ise, zâtının gereğidir.
Tıpkı parlak bir kandilin ışıklarını yansıtması gibi...
Bütün varlıklar, Mutlak Varlık'ın bilgisinde mücmel olarak sâbit olur ki, kâinât bu hakîkatin bir tezâhürüdür.
Şehâdet âlemi dediğimiz bu âlemdeki varlıklar, izâfî olarak mevcuttur; kendi varlıkları bakımından hiçbiri var olamaz.
Mutlak Varlık'ın sıfatlarının; eserlerinin, hükümlerinin, kudretinin,
yaratıcılığının mazharları olmak itibariyle mevcut sayılırlar. Zât-ı ulûhiyyet, bütün varlıklarda yaratıcılığını, kudretini, hikmetini, tedbirini, tasarrufunu, sıfatlarını izhâr etmekle beraber varlık âlemi,
hiçbir vakit zâtın zuhûru da değildir. Yâni varlık âlemi, zâtın değil sıfatlarının zuhûrudur.
.................
Dolayısıyla zât, her şeyden mukaddes ve münezzehtir.
Güneş olmazsa ışığı olamaz; fakat güneşin ışığı, güneşten ayrı bir varlığa sahip olmamakla beraber güneş değildir.
Her şeyi O bilmek ve tanımak; kâinâtı, varlık âlemini ilâh kabul etmektir ki bu,
"Bir"i "her" olarak düşünen maddeciliğe yol açar.
....................
Eflatun'un ortaya attığı panteizm denilen inanç, işte bu vahim ve yanlış saplantıdan kaynaklanmıştır.
Bazıları Vahdet-i Vücûd'u da bu inanç sistemi içine çekmek istemiş ve
o sistem içinde kabul etmişse de gerçek sûfîler, böyle bir sapık inancı dâimâ reddetmişlerdir.
Çünkü her şeyi, O'nun varlığıyle var olmuş bilmekle beraber zâtı her şeyden tenzih, gerçek Vahdet-i Vücûd[SUP] [/SUP]inancıdır.
Yâni kâinât,
Hakk'ın sıfatlarının mazharlarıdır; fakat zâtı, kâinât değildir.
Zîrâ yaratıcı, aslâ yaratılmış şeklinde zuhûr etmez. Bu kanâate sahip olmak, apaçık küfürdür.
Çünkü Cenâb-ı Hak muhâlefetün li'l-havâdistir. Yâni eşi ve benzeri yoktur, yaratılmışların hiçbirine benzemez.
Dolayısıyla O, her türlü antropomorfik (beşerî) sıfatlarla tavsiften münezzehtir.
Bu hakîkatten uzaklaşarak yahûdîlerin Üzeyr -aleyhisselâm-'a,
hristiyanların da Îsâ -aleyhisselâm-'a -hâşâ- Allâh'ın oğlu diyecek kadar ileri gittikleri mâlûmdur.
.........................
İnsanoğlunun kendi hayâl iklîminde üretip
sonra da inanmaya kalktığı bütün bu dalâlet tezâhürlerine ilâhî bir cevap olarak Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
[SIZE=2][B]

"Onlar (müşrikler ve münkirler) Allâh'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler.
Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır.
O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir."
(ez-Zümer, 67)
Bu itibarla İslâm inancının temelini teşkîl eden kelime-i tevhîd, hakîkatte
"lâ ilâhe" lafzı ile gönülden bütün yanlış inanç ve ilâh telâkkîlerini kaldırmak, yerine
"illâllâh" ifâdesi ile en doğru, yâni Cenâb-ı Hakk'ın kabul buyurduğu
müteâl bir Allâh anlayış ve inancını yerleştirmektir.
Nitekim âyet-i kerîmelerde buyurulur:

"Allâh ki, O'ndan başka ilâh yoktur; O, dâimî diri ve her şeyin kendisiyle var olduğu bir kayyûmdur. Kendisine ne bir uyuklama ne de bir uyku gelir. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nundur..."
(el-Bakara, 255)
"... O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir."
(eş-Şûrâ, 11)
"(Ey Rasûlüm!) De ki: O Allâh birdir. Allâh sameddir.
O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur."
(el-İhlâs, 1-4)
Hâsılı bizim zât hususundaki idrâkimiz, ancak kendi âlemimizden alacağımız intibâ ve hikmetler çerçevesinde
O'nu bilmek ve O'na teslîm olmaktır.
Yâni kul, şu fânî âlemde ve fânî ölçüler içerisinde hangi hâl ve kabiliyete sahip olursa olsun
zâtı idrâk hususunda âcizdir, âcizdir, âcizdir...
.................
Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiği üzere Mûsâ -aleyhisselâm-, Tûr Dağı'nda Cenâb-ı Hak'la konuşunca,
bundan büyük bir mânevî lezzet duydu. Tattığı ilâhî tecellî ile kendisinden geçti.
Dünyâda mı, âhirette mi olduğunu unutarak âdetâ zaman ve mekânın dışına çıktı.
Büyük bir aşk, vecd ve istiğrâk içinde Allâh'ın yüce zâtını görmeye gönlünde şiddetli bir arzu uyandı ve
Cenâb-ı Hak'tan bunu taleb etti. Allâh Teâlâ da:

"Len terânî; Beni aslâ göremezsin!"
buyurdu ve ona,
dağa nazar etmesini, şâyet onu yerinde görebilirse, kendisini de müşâhede edebileceğini bildirdi.
Rivâyetlere göre sayısız hicâbların arkasından Cenâb-ı Hak'tan bir nûr tecellîsi dağa aksetti.
Dağ infilâk etti. Bu dehşetten Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı. Ayıldığında, haddi aştığı için Cenâb-ı Hakk'ı tesbîh ederek istiğfâr etti.

İşte bu Kur'ânî hakîkat de, Zât-ı İlâhî'yi idrâkte beşerin mutlak bir acziyete mahkûm olduğunun açık bir delilidir.

............................
[CENTER]Bununla birlikte hadîs-i şerîflerde bildirildiği üzere, müminler cennette Zât-ı İlâhî'yi,
bu dünyâda ayın ondördünü gördükleri gibi müşâhede edeceklerdir.
Bu gerçek ile yukarıda söylediğimiz hakîkat arasında bir tezat yoktur.
Çünkü dünyadaki şartlar ile âhiretteki şartlar aynı değildir.
Yâni mü'minlere, cennette Zât-ı İlâhî'yi müşâhedeyi mümkün kılacak farklı bir istîdâd ve kabiliyet ihsân edilecektir.
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in bu dünyâ şartları içinde bırakılmayıp
Cebrâil tarafından göğsünün yarılarak mânevî ameliyattan geçmesi,
bir bakıma üstün vazîfeleri kaldırabilecek bir yapı ve kabiliyeti O'na kazandırmak içindi.
Aksi hâlde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in tâkati, normal bir beşerî yapı ile, ne bu vazîfelere ne de
mîrâc gibi yüce bir tecellîye kâfî gelirdi...
....................
Velhâsıl îmândan ihsâna yücelebilenler,
işte bütün bu ilâhî sırlar ışığında hakîkat ve mârifete nâil olabilenlerdir.
Böyle kullar, kâinâtın göz bebeği ve özü olurlar.
Bunlar, gerçek insan-ı kâmildirler. Dâimâ ezel âlemini, yâni Mutlak Varlık'a vuslatı arar ve özlerler.
Şu kayıtlar âlemine, bu izâfî varlık âlemine düşmüş olmak, onlar için âdetâ bir gurbettir.
Ama onlar, bu âlemde kendi fânî varlığından sıyrılmış, Hak varlığıyla var olduklarını bilmiş ve irâdelerini Hakk'ın irâdesine teslîm etmişlerdir.
................
Cenâb-ı Hak, cümlemizi en doğru ve yakînî bir îmâna müyesser kılsın. Îmân bâğımızı da rızâsı istikâmetindeki amel-i sâlih goncalarıyla güzelleştirsin. Habîbine komşu eyleyip Zâtının Cemâl-i bâ-kemâliyle müşerref buyursun!..
Âmîn!..

maşuk 26 Ocak 2008 17:21

Tasavvufi Terbiyye 'de Temel Esaslar
 
Tasavvuf ehlinin büyüklerinden Abdülhâlık Gucdevânî -kuddise sirruh-[/B]Hazretleri'nin tespit ettiği bâzı prensipler vardır. [/B][U]Husûsan Nakşî yolunun tâkib ettiği seyr u sülûk usûlündeyâni ham vasıflardan kurtulup, kâmil insan hüviyetine ulaşmayı hedefleyen mânevî terbiyede bu prensiplere riâyet, müstesnâ bir ehemmiyeti hâizdir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Hûş der dem:
Her alınıp verilen nefeste mânen uyanık bulunmak.
2. Nazar ber kadem:
Gözün ayak ucuna bakması.
3. Sefer der vatan:
Her adımda Hakk'a yürümek.
4. Halvet der encümen:
Halk içindeyken bile Hâlık ile beraber olmak.
5. Yâd-kerd:
Kalbin zâkir hâle gelmesi.
6. Bâz-geşt:
Matlûb ve maksûdun ancak Allâh rızâsı olması.
7. Nigâh-dâşt:
Şeytânî ve nefsânî havâtırdan korunmak.
8. Yâd-dâşt:
Kendini dâimâ Allâh'ın huzûrunda bilmek.
9. Vukûf-i zamânî:
Her an kendini yoklamak ve zamanı iyi değerlendirmek.
10. Vukûf-i adedî:
Zikir sayısına dikkat ve riâyet etmek.
11. Vukûf-i kalbî:
Kalbin dâimâ zikr-i ilâhî ile meşgûl olması ve zikirde kalbe yönelmek.
Bu kıymetli prensipler üzerinde kısaca durmakta fayda mülâhaza ediyoruz:

maşuk 26 Ocak 2008 17:22

Hûş der dem:
 
Her alıp verilen nefeste mânen uyanık bulunmaktır.
Mevlânâ Sâdeddin Kaşgarî bu ölçüyü;
"Bir nefesten diğer bir nefese geçerken bile asla gaflete düşmemek ve dâimâ Allâh ile huzurda olmak."
şeklinde târif eder.
Her nefeste uyanık olmak, zâkirin gerek zikir esnâsında ve gerekse sâir zamanlarda,
Allâh'tan gâfil olmaması demektir. Nefesleri gafletten kurtarmak, kalbe huzur bahşeder.
Her nefes alıp-verişte kalbin Allâh ile huzurda olması; Allâh'a itaat bereketiyle nefesleri ihyâ etmeye bağlıdır.
Bir insanın kalbi Allâh ile beraberliğin huzûr ve şuuruna erişince,
buna bağlı olarak diğer hâl ve tavırlarında da düzelme görülür.

maşuk 26 Ocak 2008 17:24

Nazar ber kadem:
 
Ayak ucuna bakarak yürümek demektir.
Sâlik, gözünün ve ona bağlı olarak da gönlünün etrafa fazlaca takılıp kalmaması için,
yolda ayaklarının ucuna bakarak yürümelidir. Çünkü lüzûmunu aşan mâsivâ alâkaları kalbî huzûru dağıtır, Hak ile araya perde olur.
Hadd-i zâtında bu usûl, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in
yürüyüş tarzını tatbikten ibârettir. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz,
yürürken gerekmedikçe etrafına bakınmaz, umûmiyetle ayaklarının ucuna bakarak,
sanki yokuştan iniyormuş gibi serî ve vakarlı yürürlerdi.
Yâni bu prensip, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in örnek ahlâkından muktebestir.
..
Hakîkaten göz nereye bakarsa, gönül de oraya akar.
Gözün âdetâ bir kamera gibi çektiği filimler, kalbi çoğu zaman lüzûmsuz yere meşgul eder.
Bu bakışlar gönül arşivinde lüzûmsuz yer işgâl eder. Bu sebeple gönlün dağınıklıktan ve perişanlıktan sâlim kalabilmesi,
bir bakıma oraya akseden görüntülerin keyfiyetine bağlıdır.
Çünkü sâlikin kalbi mâsivâya takılınca vesveseler başlar.
Şâyet gâfillerle ihtilât ederse, onların katı kalblerinin kasveti, kötü huyları, bozuk fikirleri kalbine akseder.
Bu ise son derece tehlikelidir.
Bu sebeple sâlikin, tevâzu ehline yakışan edeb ve üslûb ile,
mümkün olduğunca ayak uçlarına bakarak yürümesi gerektiği gibi,
sâir zamanlarda da bakışlarına dikkat etmesi îcâb eder.
Yürürken ayak uçlarına bakmakta;
tevâzû, edeb,
haddini bilmek, gözü haramdan korumak ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in
sünnetine bağlılık vardır.


maşuk 26 Ocak 2008 17:26

Sefer der vatan
 
Bir mürşid-i kâmile varabilmek kastıyla çıkılan yolculuğun yanısıra, sâlikin, kötü ahlâktan ve günahların kesâfetinden arınıp güzel ahlâk ve latîf duygulara, yâni aslî hüviyetine yönelmesini ifâde eder. Sâlik hiçbir zaman içinde bulunduğu mânevî hâli kâfî görmeyip, daha güzel bir hâle ulaşmaya çalışmalıdır. Yahut bir makamdan, daha yüksek diğer bir makama sefer gayretinde olmalıdır.
Ebû Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuşlardır ki:
"Sâlik, hevâ ve hevesini terk edip Allâh'a ibâdet ve tâata dönmelidir. "Sefer der vatan" sözüyle kastedilen, bir memleketten diğer bir memlekete yolculuk etmek değil, insanın kendi iç âleminde Allâh -celle celâlühû-'ya vuslatıdır. Sâlik, bir mürşid-i kâmil bulduğu zaman zâhirî yolculuğu bırakıp bâtınî yolculuğa başlar."
Seyr u sülûkte bu düstûr ile sâlik, "Ben Rabbime gidiyorum." (es-Saffat, 99) diyen İbrahim -aleyhisselâm- gibi, her adımda Rabbine gitmekte olduğunun idrâkine ulaşır

maşuk 26 Ocak 2008 17:27

Halvet der encümen:
 
Halk içindeyken bile
Hâlık ile beraberlik şuurunu muhâfaza edebilmektir. Yâni sâlik
zâhiren insanlarla ihtilat hâlindeyken ve günlük işleriyle meşgulken bile,
bâtınen Hak Teâlâ ile berâber olma dirâyetine erişmelidir.Bu sâyede etrâfına hissettirmeksizin Rabbiyle beraberliğini sürdürmüş veaynı zamanda beşerî hayatınîcaplarını da aksatmamış olur. Nitekim "el kârda, gönül yarda" kelâm-ı kibârı, bu hâli pek veciz bir sûrette ifâde eder.

Cenâb -ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'de bu kalbî dirâyete sâhip kullarını şöyle tavsif buyurur:رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ
Onlar, ne ticâretin ne de alış-verişin kendilerini Allâh'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir. Onlar,
kalblerin
ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.
(en-Nûr, 37)Nakşîlikte sohbet ve ictimâîleşmek esastırBu sebeple de tek başına tenhâ bir yerde halvete girmek değil, zâhiren kalabalıklar içinde bulunulsa bile kalben Hak
Teâlâ ile halvet hâlini sürdürebilmek daha makbûl görülmüştür.

maşuk 26 Ocak 2008 17:31

Yâd-kerd:
 
Kalbin zâkir hâle gelmesidir.
Nefy ü isbât yoluyla (Lâ ilâhe illâllâh zikriyle)
kalbde bir nevî put hâline gelmiş bulunan bütün mâsivâ kirleri çıkarıldıktan sonra,
yegâne maksûdun Allâh olduğu fikri kalbde sâbitlenir.
Zikrin latîf harâretinin kalbden bütün vücuda yayılması netîcesinde,

insanın şuuraltında meknuz bulunan ulvî duyguları canlanıp bir şuur hâline gelerek,
davranışlara aksedecek kıvâma ulaşır.
Zîrâ zikri ve fikri Allâh ile olan bir insanın merhamet, sabır, sehâvet ve affedebilme
gibi ilâhî ahlâktan nasibsiz kalması düşünülemez.
Bütün bunlar ise kâmil bir insan olabilmenin mecbûrî şartlarındandır.
Bu sebeple kalbin zikirle intibâha getirilmesi, tasavvufun en mühim prensiplerindendir.

maşuk 26 Ocak 2008 17:33

Bâz-geşt:
 
Matlûb
ve maksûdun ancak Allâh rızâsı olmasıdır.

Nefy ü isbât zikrinin sonunda[/B]
اِلهِى اَنْتَ مَقْصُودِى وَ رِضَاكَ مَطْلُوبِى

"
yâni "Allâh'ım, maksûdum ancak Sen'sin ve matlûbum ancak Sen'in rızândır",enilerek yapılan zikrin tefekküründe derinleşmektir.
Bu, nefy ü isbâtın mânâsını
te'kîd edip, tevhîd sırrının kalbde gerçek mânâda yerleşmesi içindir Böylece Allâh ile arada perde olan bütün gâye ve arzular
nefyedilerek kalbî itmi'nân hâsıl olur. Diğer taraftan zikir gibi mânevî bir temrin ile mertebeler aşmak,kerâmetlere nâil olmak gibi gönle gelebilecek muhtemel vesveseler de tamâmen reddedilip, asıl gâyenin Allâh'ın rızâsını kazanmak olduğu düşüncesi gönle bir kez daha nakşedilir.
Bu sûretle yapılan zikrin mânâsı şuura iyice yerleşip hayata aksedince de artık fânî ve îzâfî takıntılar

maşuk 26 Ocak 2008 17:35

Nigâh dâşt:
 
Nefsânî ve şeytânî havâtırdan korunmaktır.Gözü uygunsuz şeylere bakmaktan, aklı kötü düşüncelere dalmaktan muhâfaza etmek veHakk'ın tecellîgâhı olan kalbi dâimâ kontrol altında tutarak,mâsivânın orayı istîlâ etmesine mânî olmaktır.
Tasavvufun bir hedefi de, kalbi menfî havâtırdan ve fâsid fikirlerden muhafaza etmektir. Kalbi bunlardan muhafaza etmek ise çok zor bir iştir.Buna muvaffak olan kimse tasavvufun gerçek semeresini elde etmiş olur.

maşuk 26 Ocak 2008 17:37

Yâd dâşt:
 
Kulun dâimâ Cenâb-ı Hakk'ın mânevî huzûrunda bulunmakta olduğunuhatırında tutması ve bu şuurla hareketlerine dikkat etmesidir.Buna "murâkabe" de denilir.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz.Biz ona şah damarından daha yakınız."(el-Kâf, 16)buyurmaktadır.
Bu sebeple ihsân duygusunu, yâni Cenâb-ı Hakk'ın, kulunu her an görmekte ve her hâlini bilmekte olduğu şuurunu hiçbir zaman kaybetmemek îcâb eder. Hakîkaten bu duygu, günahlara karşı sağlam bir zırh gibidir. Zîrâ bir insan, kendini ilâhî huzurda bilmekteykenve kalbi Allâh ile berâberkennasıl günah işleyebilir?

maşuk 26 Ocak 2008 17:39

Vukûf-i zamânî:
 
Her geçirilen saati "huzur" veya "gaflet
" nokta-i nazarından muhâsebeye tâbî tutmak ve zamanı iyi değerlendirmektir.
Sâlik, içinde bulunduğu vaktin kıymetini iyi bilmeli ve lüzûmsuz şeyleri terk edip
zamânını en kıymetli şeye hasretmelidir.
...............
Zamânı ne derecede değerlendirebildiği husûsunda da
sık sık nefsini hesâba çekmelidir.
Diğer bir mânâda vukûf-i zamânî, sâlikin her an kendi hâlinden haberdâr olması ve
hâlinin şükür mü yoksa özür mü gerektirdiğini bilerek mûcibince amel etmesidir.
Hakîkaten sâlik, her gece ve gündüz işlediği amellerini birer birer muhâsebe etmeli,
sâlih amelleri kendine müyesser kılan Allâh'a şükredip
daha ötelere varmağa gayret göstermeli, hataları için tövbe ve istiğfâr edip
pişmanlıkla Allâh'a yönelmelidir.
....................
Ömrün son derece kıymetli olan her ânını ve hâssaten Cenâb-ı Hakk'ın husûsî bir bereket bahşettiği
müstesnâ demleri bir fırsat ve ganîmet bilmeli, bütün gücü ile mânevî uyanıklık içinde
idrâk ve ihyâsı için gayret göstermelidir.
..............
Velhâsıl
her ân ve her hâlin muhâsebesini yaparak huzûrda geçirdiği ânına ve hâline şükredip,
gafletle tükettiği zamanlar için tevbekâr olmalıdır.
Bir başka ifâde ile kabz hâlinde istiğfâra, bast hâlinde ise şükre devam etmelidir.
Bu sûretle her hâlükârda gafletten sakınan bir kimse,
gereksiz mâzî endişesinden ve istikbâl telâşından kurtularak,
yaşamakta olduğu hâlin ihyâsıyla meşgûl olur ki tasavvuftaki
"Sûfî, ibnü'l-vakt olmalıdır."
prensibi de bunu ifâde eder.

maşuk 26 Ocak 2008 17:42

Vukûf-i adedî:
 

Zikrin adedine dikkat ve riâyet etmektir.
Mürşid-i kâmiller, sâlikin mânevî hâline göre belli miktarda zikir verirler.
Çünkü zikrin de umulan netîceyi hâsıl edebilmesi için, belli bir tekrar sayısı,
tâbir câizse bir dozajı vardır.
Bu sebeple sâlikin zikir esnâsında dikkatinin dağılıp gönlünün vesveseye düşmemesi için,
mürşidinin söylediği ölçülere ve verdiği sayıya riâyet etmesi gerekir.
Zîrâ zikirde her ne kadar evveliyetle keyfiyet mühimse de, zikrin kemmiyeti,
yâni muayyen bir hudûdu ve ölçüsü olmadığı zaman bâzan zihnî ve kalbî huzursuzlukların görülmesi de muhtemeldir.
Bu durum her şeyde olduğu gibi, zikirde de ifrat ve ölçüsüzlükten doğabilecek hatâların bir neticesidir.
Bu sebeple zikri hem keyfiyet ve hem de kemmiyet itibâriyle en güzel bir sûrette îfâ etmeye gayret göstermelidir.
Zîrâ zikirde sayıya riâyet, mücerred olarak sayı saymak değil, sayı çerçevesi içinde "kalbî zikri" derinleştirmektir.
Bunun ise zikrin keyfiyetine mânî olmadığı gibi,
aslında onu takviye eden bir şart olduğu açıktır.
Hakîkaten zihin, muhtelif düşüncelerle dolu ve kalb de çeşitli endişelerle
huzursuz bir hâlde iken yapılan zikirde, adede riâyet de çoğu zaman mümkün olmaz.
Bu sebeple aklı dağınıklıktan koruyup, zikir esnâsında dikkati zikrin mânâsı üzerinde teksîf etmekle berâber,
zikrin adedine de riâyet etmek,
aynı zamanda bu işe gösterilen ciddiyetin bir ifâdesidir.


maşuk 26 Ocak 2008 17:45

Vukûf-i kalbî:
 
Kalbin dâimâ zikr -i ilâhî ile meşgul olmasıdır.Bu, ihsân duygusunun dâimî bir şuur hâline gelmesi demektir.
Sâlik her fırsatta kalbini yoklamalı, onun ne hâlde olduğuna bakmalıdır. Zîrâ zikirde asıl matlûb , kalbin zikredilenden haberdâr olmasıdır. Zikir, ağızdan kalbe inmeyen kuru lafızların tekrarından ibâret değildir...................Bu sebeple zikir esnâsında murâkabe hâlinde olmalı, bütün dikkati zikredilene teksîf etmeye çalışmalıdır.
Sâdât -ı kirâm hazerâtı , vukûf-ı kalbînin, yâni dikkati kalbe yöneltmenin zikirde şart olduğunu söylerler. ..................Zikrin gerçek muhtevâsını tadabilmek içinbütün varlığın ve husûsan kalbin de Allâh'a yöneltilmesi
îcâb eder. Kur'ân-ı Kerîm'de
Cenâb -ı Hak]وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلًا"Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla O'na yönel."
(el- Müzzemmil, 8) buyurur

maşuk 26 Ocak 2008 17:51

Mürşid-i Kamil
 
Mâneviyat yolunda ilerleyen bir mümin, çok değişik tecellîlerle karşılaşır.
Zîrâ insan kalbi okyanus gibidir. Bu okyanusun suları bazen çok durgundur,
bazen de korkunç dalgalı bir fırtına hâlindedir. Bu sebeple okyanusu geçip sâhil-i selâmete ulaşmak için
geminin sağlamlığı kadar dirâyetli bir kaptana da ihtiyaç vardır.
Eğer kaptan fırtınalar esnâsında gemisine hâkim olamazsa, onu okyanusun derinliklerine gömüverir.
Henüz yolun başındakilerde bu gibi tecellîler pek görülmez.
Ancak bu deryada açıldıkça Rahmânî mi şeytânî mi olduğu bilinemeyen zuhûratlar,
ferdden ferde değişen bâzı mânevî cilveler, inkıbâz, inbisât vs.
tâbir olunan birtakım hâller kendini göstermeye başlar.
İşte bunların tesbîti ve tedbîri için dirâyetli ve kâmil bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç vardır.
Her mümin bu istikâmete ermek için kendisini bir disiplin altına almalıdır.
Ümmete en büyük numûne şahsiyet olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in
kalbî hayâtını da titizlikle ve tâkat nisbetinde tatbîk etmeye çalışmalıdır.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in
Hakk'a teslîmiyetini, belâ ve sıkıntılar karşısında sabır ve şükür hâlini, nîmetler,
derya gibi önünde akarken sergilediği istiğnâ, tevâzû ve mahviyeti, imkân nisbetinde hayata geçirmelidir.
Bu sebeple kalbî inkişâf yolundaki engelleri aşabilmek için, peygamber vârisi olan âlimlerin,
âriflerin ve mürşid-i kâmillerin rehberliğine tevâzû ve edeble mürâcaat edip,
tavsiyelerini cân u gönülden tatbîke gayret etmelidir.
......................
Hak dostlarının yakınında ve terbiyesi altında bulunmayı nîmet bilmelidir.
Çünkü nûrunu güneşten alan mehtap, nasıl güneşin varlığına bir delîl ise,
nûr-i Muhammedî ile nûrlanmış velîler de Hazret-i Peygamber'in birer şâhidi ve vârisidir.
Tasavvuf, kişide fıtraten -az veya çok- var olan mânevî istîdâdı inkişâf ettirmektir.

Her gönül -tâbir câizse- altında petrol bulunan bir arâzî gibidir. Fakat sondaj vurulmadığı için o petrol,
kendi başına hiçbir zaman dışarı çıkma imkânı bulamaz.
İşte o alt zemindeki petrol, Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiği mânevî bir istîdâddır.
Bu da tıpkı akıl gibi her insanda muhtelif seviyededir.
......................
Bu istîdâdın inkişâfı için mânevî sondajı vurarak o cevheri açığa çıkaracak olan, mürşid-i kâmildir.

Ancak bu petrolün yukarı çıkabilmesi için tâ mâdenin bulunduğu mıntıkaya kadar
o sondajın ulaşabilmesi gerekir. Ve sondaj âletinin bir kayaya çarpıp parçalanmaması için
de sağlam olması îcâb eder.
Bu demektir ki mânevî rehberliğine teslîm olunacak mürşidin muktedir ve dirâyetli olması da son derece mühimdir.
Bunun da belli bâzı kıstasları vardır.
Yeri gelmişken bu mühim meseleye bir nebze temâs etmek isteriz:
Gerçek bir mürşid-i kâmili, sâhib olduğu şu üç vasıfla tanımak mümkündür:

Birinci vasıf:
Kitap ve sünnete tam bir ittibâdır.

Kâmil bir mürşidin hayatı ve amelleri Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye ahlâkının yaşanmasından ibârettir.
Mürşid-i kâmillerin Kitap ve sünnete bağlılıkları daha bir üst derecededir.
...................
Tıpkı karlı arâzîdeki bir şahsın,
adımlarını önden giden rehberin ayak izlerine, tam bir hassâsiyetle basarak yürümesi gibidir.
Bunun için mürşid-i kâmile "veresetü'l-enbiyâ", yâni peygamber vârisi denir.
Tabiî ki, böyle bir bağlılığın muhtevâsında nefsânî bir hayat yaşanamaz.

İkinci vasıf:
Söz ve hâlleriyle Allâh'ı hatırlatmasıdır.

Allâh'ın velî kulları esmâ-yı ilâhiyye tecellîlerine kâmilen mazhar olup,
cemâlî sıfatları ahlâka inkılâb ettirdiklerinden etrafındakilere dâimâ Allâh'ı hatırlatırlar.
Nitekim ashâb-ı kirâm:
"- Allâh'ın velî kulları kimlerdir?" diye sorduklarında, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
]اَلَّذِينَ اِذَا رُئوُا ذُكِرَ اللهُ عَزَّ وَ
(Allâh'ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında Allâh Teâlâ'yı hatırlatan kimselerdir."

(Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4)
buyurmuştur.
............................
İşte Allâh dostu bir mürşid-i kâmilin sîmâsının da muhâtabının gönlüne huzur vermesi,

onu mânevî bir âleme taşıması, Allâh'ı ve âhireti hatırlatması îcâb eder.
Çünkü onlar, Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkıyla ahlâklanmışlardır.


Cenâb-ı Hakk'ın en mâruf isimlerinden ikisi "Rahmân" ve "Rahîm"dir.
Allâh'ın velî kulları da çok merhametlidirler. Cenâb-ı Hak, "Settâru'l-uyûb" dur.
Bir velî de ayıp araştırmayıp bilâkis örter.
Cenâb-ı Hak, Kerîm'dir;
evliyâullâh da cömerttir ve ikrâm etmekten haz duyar.
Cenâb-ı Hak Gafûrdur; velîler de hatâ ve kusurları affederler.
Cenâb-ı Hak, Halîm'dir; evliyâullâh da hilm sâhibidirler.


maşuk 26 Ocak 2008 17:56

Mürşid-i kâmil(-2)
 
Kâmil mürşidler, Allâh'ın dostudurlar.

Bu sebeple onlar, diğer insanlardan pek çok yönleriyle farklıdırlar.


Kalbleri Allâh'a yakındır. İbâdetlerinde ciddiyet ve huşû vardır. Davranışlarına çok dikkat ederler.


Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri için onların duâları diğer insanların duâlarından daha makbûldür.


Vücûdları zâkir hâle gelip sadırları da berraklaştığı için girdikleri yerlere ferahlık verirler.


.....................
Samîmî bir mümin, bir fâsıkla ihtilâtın mânevî sıkletinden müteessir olur.


Hâlbuki sâlih bir müminle birliktelik, onun rûhuna huzûr bahşeder.


Lâkin bir mümin için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'le berâberlik, hayâl ötesi bir güzelliktir.


O peygamberler sultanının mânevî heybetine muhâtab olmanın şerefi karşısında


bir müminin alacağı mânevî hazzı târif etmek mümkün değildir. İşte mürşid-i kâmiller de


Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in izinden yürüdükleri,


sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için,


kaynağı Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den gelen mânevî bir heybet ve feyiz taşırlar. Nasıl ki; elektriğe tutulan bir insan sarsılır, gerçek bir mürşidin de insanın rûhunu önce biraz sarsması, sonra da onu ihyâ edip mânevî ufuklara götürmesi lâzımdır.

Üçüncü vasıf:
Mânevî tâyindir. Bir zâtı mürşid tâyin etmek üzere bir zümrenin toplanması yeterli olmaz.


Bu vazîfe, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e


kadar uzanan sahih bir silsileden icâzetli bir mürşid-i kâmilin tensib ve tâyini ile olur.


Böyle bir tâyin olmadığı zaman silsile orada kesilir.


Bu sebeple bâzı mürşid-i kâmiller, salâhiyetli birini bulamadıkları zaman kendilerine halef olarak,


yollarını devâm ettirecek birini bırakamazlar. Bâzen bir tane, bâzen de -Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri gibi-


bir zuhûrât ile çok sayıda mürşid bırakırlar. Bunun hikmeti, Cenâb-ı Hakk'a âit bir keyfiyettir.




Hülâsa, kalbin olgunlaşması ve mânevî hakîkatleri alıcı hâle gelmesi,


bâzı temrinlerle mümkündür. Bunun için mânevî kemâlâtın yollarını bilmek ve tatbîk etmek îcâb eder.


Bu yollardaki engelleri selâmetle aşabilmek için de Hak dostlarının rehberliğine ihtiyaç vardır.


Her sâlik, mânevî inkişâf için kendisine rehber olacak bir mürşid aramalı,


ancak terbiyesi altına gireceği mürşidde de bâzı vasıfların mevcûd olup olmadığına dikkat etmelidir.

[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Mühim birkaç îkâz:



Buraya kadar anlattığımız husûsiyetleri ile mürşid-i kâmiller,


müstesnâ birer Hak dostu ve seçkin kullar olarak tebârüz ettiklerinden elbette ki,


onlara karşı edeb ve hürmette kusur etmemek ve kendilerinden mânen istifâde etmek îcâb eder.


Ancak bu edeb, hürmet ve istifâdeyi, olması gereken sınırların dışına taşırarak ifrat ve tefritlerin arasında boğulmamalıdır.


Zîrâ bütün peygamberler de, sâlih zâtlar da, öncelikle hepsi birer kuldur.


Cenâb-ı Hak, kendilerine ilim, hikmet, mârifet deryâlarından neleri nasîb etmişse, ancak onlara nâil olmuşlardır.


Zaman gelir, gözlerine ve gönüllerine iki cihânın sırları açılır, zaman gelir bir adım ötesini göremeyebilirler.


.........................................


Şeyh Sâdi Gülistan'ında rivâyet eder ki, bir kişi Hazret-i Yâkub'a:




"- Ey kalbi münevver, akıllı peygamber!


Yûsuf'un gömleğinin kokusunu Mısır'dan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken onu görmedin?"


diye sordu.
Yâkub -aleyhisselâm- da cevâben şöyle buyurdu:




"- Bizim bu hususta nâil olduğumuz ilâhî nasîb, çakan şimşekler gibidir.


Bundan dolayı gerçekler, bize bazan ayân olur, bazan kapanır!"




Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de,


birgün kendisine o an için bilmediği bazı suâller soran bir kimseye vahyin kesin olarak geleceğine istinâden,


"inşâallâh" lafzını söylemeden:
"- Yarın gel, cevabını vereyim!" buyurmuştu.
Ancak ertesi gün ilâhî vahiy gelmedi ve bu hâl onbeş gün devam etti.

Böylece âlemlerin kendisi hürmetine yaratıldığı o Varlık Nûru dahî âciz kaldı. Nihâyet ilâhî vahiy ancak:

"(Rasûlüm!) Allâh'ın dilemesi olmadan (inşâallâh demeden) hiçbir şey için

"Bunu yarın muhakkak yapacağım." deme!"


(el-Kehf, 23-24) îkâzıyla birlikte gelmeye başladı.




Bu ölçü, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında bile tahakkuk ettikten sonra,


onun muhtevâsının, bütün kullara ne derecede şâmil olduğunu iyi anlamak lâzımdır.


Bu bakımdan, meselâ Allâh'ın sevgili bir kulu, duâ ettiğinde mutlaka kabul olacak veya


bir hastaya okuduğunda kesinlikle şifâ bulacak denilemez.


Zîrâ bu hususlar, her iki tarafın ihlâsı yanında, bir de Cenâb-ı Hakk'ın murâdına muvafık düşmelidir ki, maksad hâsıl olsun.


Ayrıca yapılan duâ ve ilticâların hepsinin kabulünün,


hemen bu dünyâda değil, daha sonra, yâni âhirette de tecellî edebileceğini ve


bunların da Hakk'ın irâdesine bağlı keyfiyetler olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.

maşuk 26 Ocak 2008 18:02

Mürşid-i kâmil(-3)
 
Başka bir önemli husus da, hem peygamberlerin hem de evliyâullâhın

farklı farklı meşreb ve tasarruflara sahip olmasıdır ki, birinde öne çıkan üstün bir vasıf, diğerinde aynı seviyede bulunmayabilir.


Onun için hepsinden aynı meşreb ve tasarrufları beklemek doğru olmaz.


Kur'ân-ı Kerîm'de de bildirildiği gibi Musâ -aleyhisselâm-'a bir ilim verilmiştir, o Hazret-i Hızır'da yoktur;


Hızır -aleyhisselâm-'a bir ilim verilmiştir, o da Hazret-i Mûsâ'da yoktur.


Aynı şekilde Hazret-i Geylânî bir Hazret-i Mevlânâ olamayacağı gibi, Hazret-i Mevlânâ da bir Hazret-i Geylânî olamaz.


Zîrâ her iki tarafa verilenler ve kendilerinden istenilen hizmetler ayrı ayrıdır.


Ama elbette ki, hepsinde asıl gâye, kulluk ve mârifettir.


Çünkü Rabb'e giden yollar, mahlûkâtın nefesleri sayısınca çoktur.
Diğer bir mühim husus ise, peygamberlerin dışında hiçbir kulun ilâhî teminat altında olmadığı hakîkatidir.


Yâni bir kul zirvelerin zirvesine de çıksa, her an ayak kayması tehlikesi ile karşı karşıyadır.


Nitekim bir zamanlar sâlih bir kimse olan Bel'am bin Baura, daha sonra nefsine uyarak ebedî hüsrâna uğramıştır.


Bu hâdise Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bildirilir:
"Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz âyetlerden sıyrılarak


azgınlardan olan kişinin hâdisesini anlat. Dileseydik, onu âyetlerimizle üstün kılardık;


fakat o, dünyaya meyletti ve hevesine uydu. Onun hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da,


dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir."


(el-A'râf, 175-176)



Kasas Sûresi'nde bildirilen Kârun'un misâli de böyledir.


O da pek müstesnâ sâlih bir kul iken, sefil bir gâfil ve rezil bir âsî olarak ebedî saâdetini perîşân etmiştir.


Cenâb-ı Hak, onu, dayanıp güvendiği ve sırtını yaslayarak böbürlendiği servetiyle beraber yerin dibine geçirmiştir.


Dolayısıyla hangi mânevî makam, mertebe ve üstünlük olursa olsun,


her hâlükârda kulların içindeki nefisler dâimâ pusuda beklemekte ve fırsatını bulur bulmaz gönülleri hüsrâna uğratabilmektedir.


Bu itibarla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bile:




"Allâh'ım! Rahmetini umuyorum.


Gözümü açıp kapayıncaya kadar dahî beni nefsimin hevâsıyla başbaşa bırakma!


Her hâlimi ıslâh eyle! Şüphesiz senden başka ilâh yoktur..."


(Ebû Dâvud, Edeb, 100-101)


şeklinde Hakk'a ilticâda bulunmuştur.




Hak dostları da, dâimâ bu hadîs-i şerîfin muhtevâsı içinde yaşarlar ve hiçbir zaman "bizim işimiz tamam oldu"


şeklinde bir vehme kapılmazlar.


Zîrâ seyr u sülûklerini bitirseler de bu vehme kapılanlar, hep yarı yolda kalmışlardır.


Ancak "daha olamadım" diyerek kendi noksanlarını görenler,


acziyet içinde ve ilticâ hâlinde olarak hiç durmadan yol almışlardır.


Öyle ki, peygamberlerin sertâcı olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dahî,


o kâbına varılmaz kulluk tezâhürlerine rağmen, geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılmayı hiçbir zaman terketmemiş ve O'nun bu hâlinin sebebini soran Hazret-i Âişe'ye:
"- Yâ Âişe, şükreden bir kul olmayayım mı?"


(Müslim, Münâfikûn, 79)

buyurmuştur.

Yine O Fahr-i Kâinât, ezvâc-ı tâhirâtın rivâyetine göre:

"Rabbine hamdederek onu tesbîh et; ondan mağfiret dile! Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir."

(en-Nasr, 3)


âyetinden sonra her an bir öncekinden daha fazla hamd ve senâ ile meşgul olmuştur.
O hâlde Hak yolunda kim hangi dereceye varırsa varsın,


hiçbir zaman kulluk mes'ûliyetinden kurtulamaz ve amellerinde hiçbir şekilde eksiltme ve muâfiyet ihdâs edemez.


Yâni farzlar, vacipler, sünnetler, haramlar, helâller, mübahlar, müstehaplar ve diğer bütün ilâhî düstur ve mükellefiyetler,


kulluk yolundaki herkesin omuzlarına konmuş olup ölüm vaktine kadar da alınmayacaktır.


Onun için gerçek mürşid-i kâmiller, bütün bir ömrünü:
"Rabbini hamd ile zikret, secde edenlerden ol ve ölünceye kadar Rabbine kulluk et."


(el-Hicr, 98-9)


emrine tâbî olarak yaşayabilme gayreti içinde olurlar.
Böyle mânevî rehberler, halka karşı yaptıkları hizmetten dolayı en küçük bir talepte bulunmazlar.


Hattâ Rablerine kullukları için bile bir karşılık beklemezler. Çünkü bilirler ki karşılık bekleyerek amel-i sâlih işleyenler,


yaptıklarının değer ve derecelerini düşürürler. Bu itibarla Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtıma, kendileri oruçlu oldukları hâlde,


iftarlıklarını bir akşam kapılarına gelen bir miskine,


diğer akşam bir yetime, üçüncü akşam da bir esire vererek üç gün suyla iftar etmişler,


ayrıca o kimselerin teşekkürlerine de:
"- Biz, sizden teşekkür bekleyerek böyle davranmadık. Yegâne maksad ve niyetimiz, Rabbimizin rızâsıdır..."


şeklinde mukabele etmişlerdir.
Hâsılı gerçek mürşid-i kâmiller, örnek bir şahsiyet sergilemek sûretiyle


peygamberlerin terbiye ve tezkiye vazîfelerini devam ettiren rûh dünyâsının zirveleridir.


Aynı zamanda bu Hak dostları, Allâh'a ve onun ulvî sıfatlarına ârif olarak îmânlarında ihsân derecesine ulaşmış kimselerdir.


Böylece kendilerine Hak katında ilm-i ledün, hikmet, mârifet vesâir nîmetler bahşedilmiştir.


Lâkin hiçbiri bir sahâbe derecesinde değildir. Elbette sahâbe de peygamberlerin merbetesinde,


peygamberler de Hazret-i Peygamber'in makâmında değildir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelince, o da, Hak Teâlâ'nın sadece kulu ve Rasûlüdür.
Bu hakîkate binâen insanlara aşırı değer vermekten sakınmalı ve hepsine ancak bulundukları hâle göre muâmele etmelidir.


Yâni Veysel Karânî ve hattâ İslâm hukukunu tedvîn eden İmâm-ı Âzam bile


hiçbir zaman bir sahâbe derecesinde olamaz.


Zaman zaman bazı gâfillerin,


üstad belledikleri şahısları sahâbeden, hattâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den üstün tutarcasına bir saygı,


ihtirâm ve -gûyâ- bağlılık sergilemeleri ise, hatâdan öte bir dalâlettir.


Bu dalâlet, Cenâb-ı Hakk'ın taksimâtını tersine bir mübâlağa içinde


hakîkatten uzaklaştıran garip bir ifrattır.


Bunun içindir ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böylesi hâllere düşülmesi endişesiyle,


gâfilâne medh ü senâlardan menetmiş ve övülecek hususlar şâyet nefsâniyete sebebiyet verecekse,


medheden kişiyi kastederek:




"Onun yüzüne toprak serpin!"


(Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 5)


buyurmuştur.




Çünkü nefsi tahrik edecek iltifatlar, kalbin felâketine atılan imzâlardır.

maşuk 26 Ocak 2008 18:13

Tevessül
 
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]
Kulu, yaratılışındaki esas gâye ve maksada ulaştıran her türlü yol ve vâsıta bir vesîledir.


Allâh'a yaklaşmak için bu vesîlelere sarılmaya da tevessül tâbir olunmuştur.


Daha husûsî mânâda ise, duânın kabulüne sebep olacağı ümidiyle başta esmâ-i hüsnâ, Kur'ân-ı Kerîm, sâlih ameller,


peygamberler ve sâlih zâtlar vesîle kılınarak Allâh'tan bir şey istemek, arzu edilen bir şeyin elde edilmesi veya


arzu edilmeyen bir şeyin def edilmesi için O'na duâ ve ilticâda bulunmak demektir.
Mâide Sûresi'nin 35. âyet-i kerîmesinde:


يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ

"Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve O'na yaklaşmak için vesîle (sebep) arayın!.."


buyurulmaktadır.




Âyet-i kerîmede "vesîle" kelimesi, mutlak olarak, yâni hiçbir tahdid olmadan zikredilmiştir.


Bu itibarla Allâh'a yaklaşmak için aranması gereken vesîleden maksat; namaz, oruç, cihâd ve benzeri sâlih amellerdir.


Bazı müfessirler ise bu sayılanların yanısıra, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in


ahlâkı ile ahlâklanmak gâyesiyle


bir mürşid-i kâmilin terbiyesine girmenin de bir "vesîle" olduğunu ifâde etmişlerdir.


.....................

Âlimler ve sâlihlerin, kulu Rabbinin yoluna tevcîh etmeleri, ruhbanlık mâhiyetinde bir faâliyet değildir.


O, bir irşâd ve ikâzdır. Yürünecek yollarda yolculara rehberlik etmekten ibârettir. Buna mukâbil Hristiyanlıkta ruhbanlık vardır.


Onlara göre ruhban, Allâh ile kul arasında zarûrî bir vasıta durumundadır.


İslâm ise bunu reddeder. Yâni Allâh ile kul arasında bir üçüncü şahıs tasavvur olunamaz.


Kul, Rabbine şahsen ve doğrudan her an yönelebilir ve O'na ibâdet edebilir.

Hâl böyleyken ruhbanlıkta olduğu gibi mürşidlerin, mâneviyat yolunda ilerleyen mürîd ile Allâh arasına girdikleri farz olunarak,


onların gördüğü bu vazîfeye karşı bâzı îtirazlar vâkî olagelmiştir.


Hâlbuki ruhbanlık bir kimsenin râhib mevcûd olmaksızın, Cenâb-ı Hakk'a kullukta bulunamamasıdır.


Bu, tahrif edilmiş Hristiyanlıkta mevcûddur. Ulemâ ve meşâyıhın icrâ ettikleri vazîfe,


râhiplerinkiyle aslâ kıyaslanamaz.


..........................

Bu husustaki tenkidler, tevessülün lügat mânâsını ön plana çıkarmaktan doğan yersiz ve yakışıksız sözlerdir.


Böyleleri tevessülün hakîkî mâhiyetini gözardı ederler.


Bu tip îtirazlar daha ziyâde gerçek mürşid-i kâmillerin hâllerine vâkıf olamayan,


tasavvufî muhitlerin dışındaki insanlar arasından çıkmaktadır. Böyle düşünülmesine bâzen de tasavvufî metodları


lâyıkıyla hazmedememiş olan bir kısım müntesiplerin hareketlerindeki yanlışlıklar sebep olmaktadır.


Ancak bunu da haklı saymak imkânsızdır. Çünkü bir dâvâya mensûp olan kişinin acziyet,


kifâyetsizlik ve bâzen de kötü niyeti sebebiyle, o dâvâya îtiraz etmek nasıl doğru değilse,


bu meselede de şahısların kusurunu dâvâlarına izâfe etmek doğru değildir.


Böyle şahsî kusûrları onların temsîl etmek iddiâsında bulundukları yüce değerlere atfetmek, mantıken de doğru olamaz.


Nitekim bugün aklı başında hiç kimse, müslümanların kusurlarından İslâm'ı mes'ul tutamaz.

Yukarıda da îzâh etmiş olduğumuz üzere hakîkî mürşidler, gerçekte ulemânın,


zâhirî ilimlerin tâliminde yaptığı rehberliğe benzer bir vazîfeyi, mâneviyat yollarında îfâ ederler.


Bu, kul ile Allâh arasına girmek değil, insanları mürşid-i kâmilin


tecrübe ve dirâyetine istinâden Allâh'a giden yolda îkâz ve irşâd edip onları muhâtaralardan kurtarmak ve


yollarını selâmetle kat edebilmelerini sağlamak gayretinden ibârettir. Nasıl ki, bir yolculuk esnâsındaki bineğimiz gâye değil vâsıta ise,


bir mürşid-i kâmil de, mürîde kalbî eğitimi tâlîm edip onun iç dünyâsını


Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkı ile tezyîn eden bir muallim demektir.


Hattâ bâzı mürîdler -nasîb ve istîdâdları varsa- sür'atle terakkî ederek,


bidâyette kendisine yol gösterip önünde ufuklar açan mürşidini, nihâyette geride bırakabilir.


Zâhirî bir kıyaslamaya göre Şems-i Tebrizî ile Hazret-i Mevlânâ misâlinde olduğu gibi.


[SUP]............................[/SUP]

Yâni mürşid-i kâmiller bütün ehemmiyet ve kıymetine rağmen


aslâ gâye değil, ancak bir vâsıta hükmündedirler.

Gerçekten tevessül, bir mânâda, olgun ve tecrübeli bir mümin demek olan mürşid-i kâmili rehber edinerek,


ayakların kayması kuvvetle muhtemel bulunan ince yollardan sâlimen geçmek için


onların rehberliğine mürâcaat edip irşâd ve feyizlerinden istifâdeye çalışmaktır.


Diğer bir mânâsıyla da tevessül, merâmını Cenâb-ı Hakk'ın sevdikleri hürmetine


O'na arz ederek duâya makbûliyet kazandırma gayretidir. Yoksa Hak Teâlâ'nın sâlih kullarına kudsiyyet atfetmek değildir.

İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-:
"Dileklerinizde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i vesîle edininiz!.."


buyurur.

İmâm Cezerî -kuddise sirruh- da:
"Duâlarınızın kabulü için peygamberler ve sâlih kişileri vesîle ittihâz ediniz!.." buyurmaktadır.
Sahâbe-i kirâmdan Osman bin Huneyf -radıyallâhu anh-'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir:
Bir âmâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelerek:

"- Yâ Râsûlallâh! Allâh'a yalvar da gözümdeki hastalığı gidersin! Gözümün kör olması bana çok zor geliyor!.." dedi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"- Dilersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu.
Âmâ ise:
"- Yâ Rasûlallâh! Beni elimden tutup götürecek kimsem yok. Bu hâl bana çok meşakkat veriyor. Lütfen gözlerimin açılması için duâ ediniz!" deyince Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"- Git abdest al! Sonra iki rek'at namaz kıl! Ardından da şöyle duâ et:
"Allâh'ım! Rahmet peygamberi olan Nebin Muhammed'le (O'nun hürmetine) Sen'in zâtından diliyor ve Sana yöneliyorum... Yâ Muhammed! İhtiyâcımın verilmesi için seninle Rabbime yöneliyorum!.. Allâh'ım! O'nu bana, şefaatçı kıl!.."" (Tirmizî, Deavât, 118; Ahmed b.Hanbel, Müsned, IV. 138)
Hâkim'in rivâyetinde, ayrıca âmânın gözü görür bir hâlde ayağa kalktığı ziyâdesi de bulunmaktadır. (Hâkim, Müstedrek, I, 707-708)
Öte yandan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in de kendi duâlarında çoğu zaman:

بِحَقِّ نَبِيِّكَ وَالاَنْبِيَاءِ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِى
"Peygamberinin ve benden evvelki peygamberler hakkı için (dileğimi kabul eyle!)"
cümlesini zikrettiği rivâyet edilmiştir.
(Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 257)

Diğer bir hadîs-i şerîflerinde Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Âdem -aleyhisselâm- cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:

"- Yâ Rabbî! Muhammed hakkı için Sen'den beni bağışlamanı istiyorum." dedi.
Allâh Teâlâ:
"- Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed'i sen nereden bildin?"

buyurdu.
Âdem -aleyhisselâm-:
"- Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde

"Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü'r-Rasûlullâh" cümlesinin yazılı olduğunu gördüm.
Bildim ki Sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!" dedi.
Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
"- Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten o, bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir.

Onun hakkı için bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım.
Şâyet Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım!" buyurdu."
(Hâkim, Müstedrek, II, 672)
Diğer taraftan İslâmî an'anede duâ, hamdele ve salveleyle başlayıp yine onlarla nihâyete erdirilir.

Salvele, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- hakkında Cenâb-ı Hakk'a bir duâ ve niyâzdır.
Peygamberimiz için yapılan duânın (salavâtın) reddedilmeyip kabul edileceği yolunda bir inanış ve kanaat mevcuddur.
Duâlarımızın başını ve sonunu salât ü selâm ile süslemek de bu gerçekten kaynaklanmaktadır.
Böylece iki makbûl ve kabulü muhakkak olan duânın arasına kendi duâlarımızı sıkıştırmak,
onların da kabulünü sağlamak düşüncesiyledir.
Nitekim, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazdan sonra Allâh'a hamdetmeden

ve O'nun peygamberine salât ü selâm getirmeden duâ eden bir kimse gördü.
Bunun üzerine:
"Bu adam acele etti." buyurdu.

Sonra o adamı yanına çağırdı ve şöyle buyurdu:
"Biriniz duâ edeceği zaman önce Allâh Teâlâ'ya hamd ü senâ etsin,

sonra Peygamber'e salât ü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde duâ etsin."
(Tirmizî, Deavât, 64)
...............
Kulun duâsında merâmını, başta peygamberler ve onların vârisi durumundaki evliyâullâh ile

Hak katında yüksek mevkîleri bulunan sâlihlerin Cenâb-ı Hak nazarındaki hatırı hürmetine istemesi,
Allâh Teâlâ'nın sevdiklerini vesîle kılarak bu duygularla yalvarıp ilticâda bulunması da merhamet-i ilâhiyyeyi celbedip
duânın müstecâb olmasındaki mühim müessirlerden biridir.
Ancak duâ, yalnız Allâh Teâlâ'yadır.
Bu yüzden duâda Allâh'ın sevdiklerini vesîle kılarken onların şahsından değil; yalnız Allâh Teâlâ'dan istemelidir.
Duâda Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği zâtları zikretmek, sâdece Allâh'a yapılan duânın kabulüne sebep olması için
mürâcaat edilen bir usûldür.

maşuk 26 Ocak 2008 18:17

Teberrük
 
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

TEBERRÜK


..:: 1 ::..

Teberrük, esâsen bereket istemek anlamındadır. Bir şey vâsıtasıyla bereket ve feyze nâil olmayı ifâde eder.


Gıdâ Bakıyyesi ile Teberrük
Evliyâullâh'ın tegaddî eylediği (gıdalandığı) yiyeceklerin bakıyyesini yiyip içmek, rûhta tasarruf için başvurulagelen vâsıtalardan biridir. Bazılarının sandığı gibi bu keyfiyet de, mesnedsiz ve bid'at kabîlinden değildir. Zîrâ bunun Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hayâtında birçok kereler gerçekleştiğine dâir hadis ve siyer kitaplarında çeşitli misâller yer almış bulunmaktadır.
Muhtelif zaman ve mekanlarda ve hâssaten Tebük Seferi'nde sahâbî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in gıdâlarının mübârek bakıyyeleri ile bereket bulmuştur.
Tebük'te susuzluk hâli vâkî olunca, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, parmaklarından az bir şey su akıttırmış, sonra baş parmağından pınar misâli sular akmış; kırbalar suyla dolmuş, teberrüken ondan içilmiş ve ordunun su ikmâli onunla yapılmıştır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in parmağından akan bu su, şüphesiz zemzemden de şifâlı ve efdaldir. Çünkü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in nûrlu ellerinden ve mübârek cism-i şerîfinden akmıştır.
Bazı hadîs-i şerîflerin beyânı vechile, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir sütü içtiği zaman içtiği kaptaki bakıyyesinden diğer sahâbîlere de ikrâm ederler, hem içene feyz aktarması olur, hem de sütte bir bereketlenme meydana gelir ve hiç eksilmezdi.
Sehl bin Sa'd -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet etmektedir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnâda sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı kimseler oturuyorlardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sağındaki çocuğa kâbına erilmez bir incelik ve nezâketle:
"- Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?" buyurdular.
O akıllı çocuk da herkesi şaşırtan ve âleme ibret olmaya sezâ şu büyük cevâbı verdi:
"- Yâ Rasûlallâh! Senden bana ikrâm olunan nasîbimi hiç kimseye vermem!"
Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek ellerindeki içeceği o çocuğa verdiler. (Buhârî, Eşribe, 19)
Esmâ binti Ebî Bekr şöyle anlatıyor:
Ben, Abdullâh bin Zübeyr'e hâmile iken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yanına hicret etmiştim. Medine'ye vardım ve Kubâ'da konakladım. Orada Abdullâh doğdu. Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e geldim. Onu kucağına aldı ve bir hurma istedi. Hurmayı ağzında biraz çiğnedikten sonra bir parçasını Abdullâh'ın ağzına koydu. Abdullâh'ın midesine inen ilk lokma bu oldu. Ona duâ etti ve Allâh'tan bereket taleb etti.[SUP]1[/SUP]
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i misâfir ettiği günlerde yemek pişirir ve -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gönderirdi. Yemeğin kalan kısmı geri geldiğinde, Âlemlerin Efendisi'nin parmaklarının dokunduğu yerleri sorar ve araştırırdı. (Müslim, Eşribe, 170-171)
Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- da, Hendek savaşı öncesinde büyük hendeklerin kazıldığı o zor zamanlardaki bir hatırasını şöyle nakleder:


___________________


Biz hendek kazarken çok sert bir kayaya rastladık. Ashâb, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gelip, durumu arz edince Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizzat hendeğe indi. Kazmayı eline alıp indirince o sert kaya kum gibi dağıldı. Bu mûcizevî tecellî cereyân ederken gördük ki, Allâh'ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- açlıktan karnına taş bağlamış. Zîrâ orada kaldığımız üç gün boyunca hiçbir şey yememiştik. Bunun üzerine:
"- Yâ Rasûlallâh! Eve kadar gitmeme müsâade buyurunuz." dedim. İzin verdi. Eve gittim ve zevceme:
"- Ben Rasûl-i Ekrem'in hâline dayanamıyorum. Evimizde yiyecek bir şey yok mu?" dedim. Zevcem:
"- Biraz arpa ile bir keçi yavrusu var." dedi.
Ben oğlağı kestim, âilem arpayı öğütüp ekmek yaptı. Eti de tencereye koyduk. Ekmek pişmek üzere ve tencere taşlar üzerinde kaynamakta iken Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e gidip:
"- Biraz yemeğimiz var. Bir-iki kişiyle bize buyurunuz." diye ricâ ettim.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"- Ne kadar yemeğiniz var?" diye sordu. Olanı söyledim.
"- Hem çok, hem de iyi! Âilene; biz gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmemesini, ekmeği de fırından çıkarmamasını tenbih et." buyurdu. Ashâbına da: "Kalkınız!" emrini verdi. Muhâcirler ve ensâr hep birlikte kalktılar.
Bunun üzerine âileme gidip (yemeğin azlığı ve zâhiren kâfî gelmeyeceği endişesiyle o an için küçük bir şaşkınlık yaşayarak):
"- İşte Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhâcir, ensâr ve bunlara katılan diğerleriyle berâber geliyorlar." dedim.
Âilem:
"- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hazırlığımızın ne kadar olduğunu sormadı mı?" dedi.
"- Evet, sordu." dedim.
"- Öyleyse müsterih ol." dedi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelenlere:
"- Giriniz, sıkışmayınız." buyuruyor, ekmek kesiyor, üzerine et koyuyor, etin suyunu da bunun üstüne döküyordu. Nihâyet bütün ashâb doydu. Yemekten bir miktar da arttı. Âileme hitâb ederek:
"- Bunu ye ve komşularına ikrâm et. Çünkü açlık ortalığı kapladı." buyurdu." (Buhârî, Megâzi, 29; Müslim, Eşribe, 141)


Eşyâ ile Teberrük

Sevilen zâtı hatırlatan bir eşyânın, sevende o zâtı düşündürüp duygulandırarak râbıtasını kuvvetlendirdiği bir hakîkattir. Bu, insan tabiatinde mevcûd olan bir husûsiyetin îcâbıdır. Fakat bu his ve tavırda aşırılığın putçuluğa kadar varabildiği de târihî bir gerçektir. [SUP]1[/SUP]
Diğer taraftan çok sevilen bir şahsın, kendisini hatırlatan eşyasını da muhabbet şümûlünde bulundurmak, beşerî ve tabiî bir temâyüldür. Mühim olan bunu aşırı derecede ileriye götürmemektir. Gerçekten mücerred mefhûmlar, müşahhas varlıklara hâl ve keyfiyetler olarak akseder.
Eşyâdaki hâl ve keyfiyet tecellîsinin Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen en canlı misâli şudur:
Yûsuf -aleyhisselâm-'ın gömleği Yâkûb -aleyhisselâm-'a götürülmek üzere Mısır'dan yola çıkarıldığı zaman, Kenan ilindeki Yâkub -aleyhisselâm- onun kokusunu almış, gömleği âmâ gözlerine sürdüğü zaman da görmeye başlamıştır. [SUP]2[/SUP]
Eşyâ ile gerçekleşen bu tesir de, mürşid-i kâmilin sâliki belli bir kıvamda tutmak için kullandığı vâsıtalardan biridir. Zîrâ bu akislerle hemhâl olmak, râbıtayı kuvvetlendirir. Bu aynı zamanda hediyeleşme sünnetinin de bir ifâdesidir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî Sâide mahallesinde ashâbı ile birlikte bulunurlarken Sehl bin Sa'd -radıyallâhu anh-'e:
"- Ey Sehl, bize su verir misin?" buyurdu.
Bunun üzerine o, bir bardak su ikrâm etti.
Sehl, bu bardağı ömrü boyunca saklamış olmalı ki Ebû Hâzim -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:
"- Sehl bu bardağı çıkarıp bize gösterdi, biz de ondan su içtik. Daha sonra Ömer bin Abdülaziz, Sehl'den bu mübârek bardağı kendisine bağışlamasını ricâ etti. O da hediye etti." (Buhârî, Eşribe, 30)
[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]

Sehl bin Sa'd -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Kadının biri Peygamber Efendimiz'e bir hırka getirdi.
"- Yâ Rasûlallâh! Bunu size hediye etmek istiyorum." dedi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun hediyesini kabul etti ve üzerine giydi.
Ashâbdan biri:
"- Yâ Rasûlallâh, bu ne güzel bir elbise, bana hediye eder misiniz?" dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, "olur" deyip hırkayı hemen ona verdiler. Hazret-i Peygamber oradan ayrıldıktan sonra, ashâb-ı kirâm o adamı ayıplayarak şöyle dediler:
"- Hiç de iyi bir şey yapmadın. Allâh Rasûlü onu ihtiyacı olduğu için almıştı. Sen de onu istedin. Biliyorsun ki âlemlere rahmet olan Efendimiz'den bir şey istenildiğinde, asla geri çevirmez."
Bunun üzerine adam:
"- Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onu giydiği için onunla teberrük etmek istedim. Umuyorum ki onunla kefenlenirim." dedi. (Buhârî, Edeb, 39)
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- der ki:
"Mekke'de Kureyşlilere, serîr üzerinde uyumaktan daha hoş bir şey yoktu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne'ye geldiği ve Ebû Eyyûb'un evine indiği zaman, ona:
"- Ey Ebû Eyyûb! Sizin bir serîriniz yok mu?" diye sordu.
Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh- da:
"- Yok vallâhi." dedi.
Ensârdan Sa'd bin Zürâre, bunu haber alınca, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e direkleri saç ağacından yapılmış, üzeri keten lifle dokunmuş ve hasır ile kaplanmış bir serîr gönderdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, evine taşınıncaya kadar onun üzerinde istirahat etmiş, kendi evine taşındığında da vefâtlarına kadar o serîri kullanmıştı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vefât ettiğinde bu serîrin üzerine konularak yıkanıp kefenlenmiş ve bu serîr üzerinde iken cenâze namazı kılınmıştı.


____________________


Halk, ölülerini taşımak üzere onu, bizden isterler ve onunla teberrük ederlerdi.
Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer'in cenâzesi de onun üzerinde taşınmıştı." (Belâzürî, Ensâbu'l-Eşrâf, I, 525)


[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Buna benzer diğer bir hâdise de şöyledir:
Sahâbenin en çok hadîs rivâyet edeni olan Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, dâimâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yanında bulunur, O'nun her hâl ve hareketini tâkib ederdi. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, birgün Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e:
"- Yâ Rasûlallâh! Sizden pek çok hadîs işitiyorum fakat onların birçoğunu hâfızamda tutamıyorum." diye dert yandı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ebû Hureyre'ye:
"- Örtünü yere ser!" buyurdu. O da serdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona duâ etti ve mübârek elleriyle bir şey avuçlayıp ridânın içine atıyor gibi yaptı. Ardından:
"- Ridânı topla." buyurdu.
Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, bu emri yerine getirince Allâh Teâlâ ona öyle kuvvetli bir hâfıza ihsân etti ki işittiği hiçbir şeyi unutmaz oldu. (Tirmizî, Menâkıb, 46)


[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Firâs adlı bir sahâbî vardı. O da Peygamber Efendimiz'e âit bir eşyâya sâhip olmak istiyordu. Birgün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yanına geldiğinde, önündeki bir tabaktan yemek yediğini gördü ve tabağı kendisine hediye etmesini ricâ etti. Kimsenin isteğini geri çevirmeyen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de tabağı ona hediye etti.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, zaman zaman Firâs'ın evine gider:
"- Hele şu mübârek tabağı bir getir." derdi. Habîbullâh Efendimiz'in mübârek ellerinin değdiği bu tabağı zemzemle doldurup kana kana içer; artan suları yüzüne gözüne serperdi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 202)


[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Ebû Cuhayfe -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öğle sıcağında Bathâ'ya çıktı. Abdest aldı, öğle ve ikindi namazını ikişer rek'at olarak kıldı. Önünde kısa bir mızrak vardı... O arada baktım insanlar kalkmışlar, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in mübârek ellerini tutuyorlar ve yüzlerine sürüyorlardı. Ben de bir elini tuttum ve o mübârek elini yüzüme sürdüm. Bir de ne göreyim, mübârek eli kardan daha soğuk ve miskten daha güzel kokulu idi. (Buhârî, Menâkıb, 23)


[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in haccını anlatırken ashâb-ı kirâmın Rasûlullâh Efendimiz'in saçları ile teberrük için nasıl birbirleriyle yarıştıklarını şöyle bildiriyor:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şeytan taşlamayı tamamladıktan sonra kurbanını kesti ve tıraş oldu. Berber sağ taraftaki saçları tuttu ve tıraş etti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Talhâ'yı çağırdı ve bu saçları ona verdi. Sonra berber sol taraftaki saçları tuttu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, "kes" dedi, o da kesti. Bunları da Ebû Talhâ'ya verdi ve:
"- Bunları insanlar arasında taksim et." buyurdular. (Müslim, Hacc, 326)
Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'i gördüm, berberi onu tıraş ediyordu. Ashâbı da âdetâ onun etrafında pervâne olmuşlardı. Bir tek saç telinin dahî yere düşmemesini, muhakkak birisinin eline düşmesini istiyorlardı. (Müslim, Fezâil, 75)
Nitekim sahâbe-i kirâm, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hem eşyâları hem de saç ve sakalının mübârek telleriyle teberrük hâli yaşarlardı. Savaşlarda bile bu teberrük heyecânını taşımışlardır. Bunun güzel misâllerinden biri de Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-'ın, Hazret-i Peygamber'in saçlarından birkaç mübârek teli sarığında saklamasıdır. Rivâyet olduğuna göre Hâlid -radıyallâhu anh-, Yermük savaşında bu sarığı kaybetmişti. Askerlerine sarığın bulunmasını emretti. Fakat aramalarına rağmen bulamadılar. Hazret-i Hâlid, tekrar aramalarını emretti. Sonunda sarığı buldular. Baktılar ki gâyet eski bir sarık imiş. Sahâbî, bu eski sarık için Halid -radıyallâhu anh-'ın bu kadar ısrarına hayret etti. Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhu anh-, şunları söyledi:


"- Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, saçlarını kestirmişti. Ashâb, o saçları kapıştılar. Ben de saçından birkaç tel aldım ve bu sarığın içine koydum. Bu benim için öyle bir bereket oldu ki, onunla girdiğim bütün savaşlar, zaferle netîcelendi. Zaferlerimin sırrı, benim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e muhabbetimdir." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IX, 349)


[Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]


Ashâbın gözleri önünde cereyân eden bu hâdiseler, maddeye dahî duyguların sirâyet edebildiğinin diğer bir delilidir. Mühim olan -lâyık olduğu haddi aşmamak kaydıyla- o in'ikâstan feyz alabilecek bir gönül uyanıklığına sâhib olmaktır.
Ashâb-ı kirâmdan sonra selef-i sâlihîn de -Allâh kendilerinden râzı olsun- teberrükle ilgili bu nevî tatbikatları, kendi dönemlerinde devam ettirmişlerdir. İmâm Ahmed bin Hanbel ile İmâm Şâfiî Hazretleri arasında geçen şu hâdise buna ne güzel bir misâldir:
İmâm Şâfiî'nin talebelerinden olan Rabî bin Süleyman anlatır:
Birgün İmâm Şâfiî bana:
"- Rabî, bu mektubu al, Ahmed bin Hanbel'e götür ve sonra da cevabını getir." dedi.
Ben de mektubu aldım ve Bağdat'a gittim. Sabah namazında Ahmed bin Hanbel ile buluştum. Onunla birlikte sabah namazını edâ ettim. İmâm Ahmed bin Hanbel mihraptan ayrılınca mektubu kendisine takdîm ederek:
"- Bu, Mısır'dan kardeşin İmâm Şâfiî'nin sana göndermiş olduğu mektuptur." dedim. Bana:
"- Mektup neden bahsediyor, biliyor musun?" diye sordu. Ben de:
"- Hayır." diye karşılık verdim. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel mektubun üzerindeki mührü çözdü ve okumaya başladı. Birden gözleri yaşlarla doldu. Ben kendisine:
"- Ey İmâm! Hayrola! Mektupta ne yazıyor?" dedim. O da bana:
"- İmâm Şâfiî rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'i görmüş. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona:
"- Ahmed bin Hanbel'e bir mektup yaz ve benden de selâm söyle. Elbette o büyük bir fitneye mâruz kalacak ve ondan, "Kur'ân mahluktur(!)" demesi istenecek. Sakın bu isteğe boyun eğmesin! Allâh, onun adını kıyâmete kadar yaşatıp yükseltecektir." buyurmuş."
Ben:
"- Yâ İmâm! Bu, senin hakkında ne büyük bir müjdedir." dedim.


Bunun üzerine İmâm Ahmed bin Hanbel, sevincinden üzerindeki gömleğini çıkarıp bana verdi. Ben de mektubun cevabını aldıktan sonra Mısır'a döndüm. Mektubu İmâm Şâfiî'ye takdîm ettim. Bunun üzerine İmâm Şâfiî bana:
"- Onun hediye etmiş olduğu bu gömleği alıp seni üzmek istemeyiz. Ancak, hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize ver ki,
Câmi minberlerinde binbir îtinâ ile muhâfaza edilen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in sakal-ı şerîfleri de asr-ı saâdetten günümüze kadar gelen feyizli bir meltem gibi ümmete bir rahmet olmaktadır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e olan aşk ve muhabbet sebebiyle O'nun azîz hâtıralarına gösterilen hürmet de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e duyulan gönül râbıtasını kuvvetlendirmektedir. Nice peygamber âşığı müminler, bu azîz hâtıraların bereketinden istifâde etmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu'nun, hiçbir İslâm devletine nasîb olmayan altı yüz küsûr senelik ihtişâmı, asıl mâneviyâta verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır. Osman Gâzî'nin meşhûr bir rivâyete göre, misâfir kaldığı bir evde, odada Kur'ân-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Yavuz Sultan Selîm Han'ın mukaddes emânetleri büyük bir tâzim ile İstanbul'a getirip, kırk hâfız tâyin ederek onların başında asırlarca sürecek bir sûrette inkıtâsız (kesintisiz) olarak Kur'ân-ı Kerîm okutması, Osmanlı Devleti'nin dillere destan büyüklüğünün temel mânevî sâiklerindendir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in hırkasının ve Topkapı Sarayı'ndaki mukaddes emânetlerin bugün İstanbul'da müminlerin ziyâretine açık tutulması da, milletimiz ve İslâm dünyâsı için bir şeref ve teberrük vesîlesidir.



SAAT: 23:51

vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2024 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306