![]() |
Bir Sorum Var Kıyame Süresi 26. ayete dair bir sorum var. Öncelikle nasıl yorumladığımı kısaca açıklayacağım sonra sorumu soracağım. Umarım yanıt verebilecek birisi vardır aramızda. Şimdiden çok teşekkürler. Mahşer meydanındayızdır. Yüzler vardır ışıl ışıl Rabbine bakmaktadır. Ve yüzler vardır çatık, kararmış. Ve günahkar olan insan anlar o an kendisine çok kötü şeyler yapılacaktır. En muhteşem mazeretleri, en iyi özürlerini hazırlar. Harika bir konuşma yapacaktır. Hayır belagat ettiğinde köprücük kemiğine izin verilmez. Kim okuyacak denir. Ve anlar ki ayrılık vaktidir. Onun kitabı okunacaktır. Anlar ki ayrılık vaktidir. Tüm insanlardan ayrıştırılıp Rabbine sevk edilir. Bacak bacağa dolaşır ve bir okuyan okur kitabını: Ne sadaka verdi ne sıddıklardan oldu ne de namaz kıldı iyi bir şey yaptı. Anca yalanladı ve döndü. Ailesine böbürlene böbürlene gitti. Evla leke fe evla Sümme evla leke fe evla. Sorum şu. 26: Kellâ izâ belegatit terâkıye. Ben burayı yukarıda yazdığım şekilde anlıyorum.... Tefsirlere ve meallere baktığımda can köprücük kemiklerine dayandığında şeklinde meal edildiğini görmekteyim. Ama yukarıda yazdığım manada "Belagat"ı alabilir miyim. Belagat nedir: 1. iyi konuşma, sözle inandırma yeteneği. 2. ➽sözbilim. eş anlamlısı: retorik 3. YAZIN TERİMİ konuyu bütün yönleriyle kavrayarak, düzgün ve doğal biçimde, yanlışsız ve eksiksiz anlatma sanatı. 4. mec. bir şeyde gizli olan derin anlam. Kısacası Kellâ izâ belegatit terâkıye. Ayetindeki belagat kelimesini can köprücük kemiklerine dayandığında yerine aynı yukarıda bahsettiğim manada da kabul edebilir miyim? Yoksa benim bahsettiğim belagat ile ayette geçen belagat tamamen farklı şeyler mi arapçada? |
Şeddâd İbnu Evs (ra) anlatıyor: Resulullah (sav) buyurdular ki: “ Akıllı kimse, nefsini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz de, nefsini hevasının peşine takan ve ALLAH'tan temennide bulunan kimsedir.” (Tirmizi, Kıyamet 26) Bu hadis belki cevap niteliği olabilir mi? Havasına uyan kişi belagatin duzgunlugunden ziyade köprücük kemiğe dayanan azabin dehşetini düşündugumuzde insan o azap karşısında ne diller dökeceğini hangi mazeretlerle yalvarip yakaracagini bir düşünsek. Sübhanallah ne dehşetli bir gün. Atın bukagini çektiği gibi ter insanin nerelerine gelecek. Rabbim düşürmesin. Azap çetin ve karsiliginda neleri hibe vermeyiz ki..... Mearic süresini surekli okumaliyiz. Hele ki o alevli ateşi goren kisi en sevdigi EVLADINI VE ONU BARINDIRIP KORUYAN AILESINI VERMEK ISTEYECEK...EN SEVDIGI YAVRUSUNU DAHI VERMEYI GOZE ALAN KIŞI HANGI YALAN YAĞ ÇEKME VE MAZERETLERI UYDURUR VARIN SIZ DÜŞÜNÜN |
Teşekkürler yanıt için Ebu Ömer lakin soruma cevap bulabilmiş değilim halen. Arapça bilmediğim için bahsi geçen ayetin (Kellâ izâ belegatit terâkıye) dediğim manada kabul edilip edilemeyeceğini öğrenmek istiyorum. Tekrar soruyorum: "Kellâ izâ belegatit terâkıye." Ayetindeki belagat kelimesini "iyi konuşma, sözle inandırma yeteneği." manasında alabilir miyiz? Yoksa sadece "Can köprücük kemiklerine dayandığında" manasına mı geliyor? |
Alıntı:
Bu ayette ıstılahi anlamda kullandığımız "belagat" kelimesi geçmiyor. Ayetin metnine bir bakalım: كَلَّا إِذَا بَلَغَتْ التَّرَاقِيَ "Hayır, can boğaza (köprücük kemiğine) dayandığı /ulaştığı zaman" 1. kellâ : hayır 2. izâ : olduğu, zaman 3. belegat (i) : ulaştı, erişti, geldi 4. et terâkiye : köprücük kemiği Bu ayette geçen "belagat" fiili müennes bir fiil olup "belega" fiilinin müennes gaibe siygasıdır. Fiilin müennes gelmesi failin müennes olduğundandır. Bu cümlede fail olan kelime müstetir yani gizli hiye zamiridir. Fail olan kelime gizli olarak "NEFS" yani can kelimesidir. Bu kelime müennes olduğu için fiilin sonuna "cezimli te" harfi gelmiştir. Ayrıca belagat kelimesi "belega"بَلَغ " fiilinden değil بَلُغَ yani "BELUGA" fiilinden türemiştir. BELEGA: Ulaştı,yetişti, buluğa erdi BELUGA : Beliğ olmak,belagatle söz söylemek,güzel sözlü ve fasih olmak Anlamlarına gelir. Görüldüğü üzere Arapçada tek bir hareke bile anlamı değiştirmeye yetiyor. Bu da Arap dilinin belagatini, zenginliğini ve icazını ortaya koyuyor |
Çok çok teşekkür ederim FECR. Müsaadenizle biraz daha derinlemesine anlayabilmek ve cevabı keskinleştirmek adına soruyu irdelemeye devam edeceğim. Şimdiki sorum da şu: Diyorsunuz ki "Bu cümlede fail olan kelime müstetir yani gizli hiye zamiridir. Fail olan kelime gizli olarak "NEFS" yani can kelimesidir." Nefs'e ya da cana işaret ettiği kesin midir? Nefse/cana işaret ediyorsa "Ölüm anındaki canın boğaza dayanmasına" işaret ettiği kesin midir? Yoksa türkçedeki "Yüreğim ağzıma geldi" deyimindekine benzer şekilde müthiş bir korkuya da işaret ediyor olabilir mi? Yani illa ki ölüm anına değil de çoktan ölmüş ve diriltilmiş olan insanın o an büyük mahkemede sırasını bekliyor olmanın verdiği müthiş korkuya da işaret edebilir mi? Kesin böyle midir diye sormadığımın altını çizmek isterim. Bu mananın da kabulü dilbilgisel açıdan mümkün müdür diye soruyorum. Teşekkürler. |
Ayrıca şu soruyu da eklemek isterim. Eğer gramersel olarak nefs'e işaret ediyor oluşu kesin değil ise insanın içinde korkuyla yükselen mazeretlere de işaret etme ihtimalini cümle barındırmakta mıdır. Son bir not: Sizin için bir şey ifade eder mi bilmiyorum ama ben gerek sürelerin kuran içindeki sıralamasını gerek ise ayetlerin süre içindeki sıralamasını dikkate değer bulurum ve 15. ayet Ve lev elkâ meâzîrahu Dökse de ortaya ma'ziretlerini iken bahsi geçen ve ısrarla üzerinde sorular sorduğum ayetimiz "Kellâ izâ belegatit terâkıye." Kıyame süresinin sondan 15. ayeti olmaktadır. |
Bir ayetin anlamını tam anlamak için ayetin siyak ve sibakına bakmak gerekir. Yani önceki ayetler ve sonraki ayetlere bakmak gerekir.Ayetin siyak ve sibakına bakalım: 25.ayet=Kendisinin bel kemiğinin kırılacağını sanır 26-Hayır hayır, can köprücük kemiğine dayandığı zaman. 27-«Tedavi edebilecek kimdir?» denir. 28-(Can çekişen) bunun gerçek bir ayrılış olduğunu anlar Bu ayetlere baktığımızda burada gizli zamirin NEFS veya RUH olduğu apaçık belli oluyor. Gerek nefs gerek ruh kelimesinin ikisi de müennes bir isimdir ve ister nefs diyelim ister ruh diyelim ikisi de Türkçedeki "can" kelimesinin karşılığıdır. Ayrıca Arapça tefsir kaynaklarına da baktım, buradaki "hiye " zamirinin "ruh veya nefs" olduğunu nyazıyor , إذا بلغت التراقي أي بلغت النفس أو الروح التراقي |
Alıntı:
|
iyorsunuz ki: Ama 15-26 ayetleri arasında 10 ayet vardır ve aradaki ayetlerde kıyametle ilgili olsa da mazeretle ilgisiz ayetler var. Aradaki on ayetin mazeretle çokça alakalı olduğu şeklinde algıladım. Şöyle ki: 16-Onu acele almak için onunla lisanını oynatma. 17- Şüphesiz onu toplamak ve okutmak Bize aittir. 18- Biz okuduk mu, okunana tabi ol. 19 Sonra yine onun açıklanması Bize aittir. Elmalılı'nın tefsirinden: "....acele söyleyip de işin içinden çıkacağım diye telaş etme. Dilini bile oynatma. Toplayan sen değilsin biziz, biz onu derler toplar sana okuruz, sen yalnızca bizim okuduğumuz ardınca gel..." Sonraki ayette de zaten deniyor ki onun beyanı bize aittir. Ne yaptı, niye yaptı nasıl yaptı. Ne manada yaptı. Onu açıklaması insana ait değildir. İnsanın kelime oyunları yapmasına izin verilmez. Lisanıyla oynamasına izin verilmez. “Ben onu o manada söylememiştim,” demesine izin verilmez. Ne yaptıysa, neyi manada söylediyse onu beyan etmek de bize aittir! Bana mazeretle çok yakından alakalı geldi. Hemen sonraki ayete bakalım: Hayır siz acileti seviyorsunuz. Düşün ki dirilmiş insan. Kafir bir insan bu. Yakalanıyor. Ve yapıp yapmadıkları bildiriliyor. Mazeretler üretmeye başlıyor insan korkuyla ve dilini tutması, işini acele görmek istenmemesi bildiriliyor. Mahkemeye çıkarılacağı ve ne yaptıysa hepsinin açık açık beyan edileceği söyleniyor. Ne yapar insan? Çenesini tutar mı yoksa alelacele konuşmaya kendini mahkemeden önce kurtarmaya mı çalışır? Kella deniyor. Siz acileti seviyorsunuz. Ahireti terkediyorsunuz. (ahiret burada sonra manasına da gelir mi bilmediğimden yorum yapmayacağım.) Madem aceleyi seviyorsun öyleyse hemen seni mahkemeye çıkaralım dercesine bir anda kendilerini mahkeme meydanında buluyorlar. Yüzler var ışıl ışıl Rabbine bakmakta. Yüzler var çatık kararmış. İnsan o an anlıyor ki mahkemeye çıkacak ve başına çok kötü şeyler gelecek. Kendisine bel kıran uygulanacak. Kendisine çok kötü muamele edilecek. Ne yapar böyle bir durumda insan mazeretler sıralayıp kendini kurtarmak mı ister? Yalvarıp yakarır mı, özürler mi diler? Yoksa paşa paşa başına gelecekleri kabul mü eder. Bence içindeki tüm mazeretleriyle tüm yakarışlarıyla son bir kez daha şansını denemek ister. Ama denir ki: Kellâ izâ belegatit terâkıye. Sonra: “Denir kim okuyacak!” (Elmalı’nın meali bu şekilde. O okuyarak tedavi manasını almış ben kitabının okunması manasını algıladım) Anlar ki ayrılık vaktidir. (Ayrılan nedir? Yaptıkları ve erteleyip durduğu ama yapmadıkları mı birbirinden ayrılacaktır? Yoksa ayrılan mahkeme meydanındaki kalabalıktan çekip çıkartılan ve bütün insanların önünde ferdi olarak Rabbinin huzuruna getirilen mahkemeye çıkarılan insan mıdır?) Ve bacak bacağa dolaşır çünkü yakalanıp Rabbinin huzuruna, mahkemeye sevk edilmektedir. İdama götürülen kollarına girilmiş bir insanı hayal edin. Bacağının bacağına dolaşmasını… Sevk kelimesi derken “ilâ rabbike yevme izinil mesak” ayetindeki mesak kelimesinden yola çıkıyoruz. İnsan “Sevk edilmektedir” huzuruna. Ve sanki bir okuyan başlar okumaya. Önce en iyi yönler başlanır. Ne tasdik etti / ne iki kuruş sadaka verdi. Değil canıyla malıyla Allah yolunda infak etmek… İki kuruş sadaka bile vermemiştir. Hadi malını çok seviyordur o yüzden sadaka vermemiştir diyelim. Ya da fakirdi. Belki bir yudum ekmeğe muhtaçtı. Okunur: Ne de namaz kıldı. Namaz bile kılmamıştır. İki kuruş sadaka vermemek bir yana namaz bile kılmadığı okunur. Peki ama müminse hala kurtulabilir değil mi? Namaz kılmayıp mümin olan binlerce insan vardır değil mi. Okunur: Yalanladı ve dönüp gitti. Ne iki kuruş sadaka vermiş, ne namaz kılmış ve hatta iman bile etmemiş. Yalanlayıp inkar edip dönüp gitmiş. Ama belki mecbur kalmıştır. Belki zorlamışlardır. Belki iman etmemesi için tehdit etmişlerdir ve içinde o dik durma cesaretini bulamayıp insanların gözü önünde yalanlayıp dönüp gitmiştir. Belki bunu yaptığı için üzülmüştür. Utanmıştır Rabbinden. Belki mahcup hissetmiştir kendini. Utanmış mıdır? Mahcup hissetmiş midir? Okunur: Çalım sata sata, böbürlene böbürlene ailesinin yanına gitti. İnkar edip böbürlene böbürlene gitmiş öyle mi? Hiç utanıp sıkılmamış, kendini mahcup bile hissetmemiş. Daha ne denir ki böyle birine “yazıklar olsun”dan başka. Evla leke fe evla… Sümme Evla leke fe evla… Na sanıyor insan başıboş bırakılacağını mı. Dilediğince hareket edebileceğini mi? İnkar ettikten sonra böbürlenerek ailesine gitmesine ve sonra dilediğini yapmasına izin verileceğini mi? Hem değil miydi o dökülmüş meniden bir nutfe? Ne sanıyor ki kendini böbürleniyor? Kendisinin o nutfe halini görse kendisinden kendi tiksinirdi. Sonra alak oldu. Bir çiğnemlik etten ibaretti. Neyin böbürlenmesi bu? Sonra Rabbi onu yarattı da şekil verdi. İnsan şekline soktu. Sonra yalnız kalmasın diye erkek ve dişi olarak zevceler halinde yarattı. Böylece o nankör insan evlenebildi. Eşiyle birlikte aile kurdu. Sonra da inkar edip böbürlene böbürlene ailesine gitti öyle mi? Bu kadir kıymet bilmeyen nanköre sorulacak tek bir soru yoktur. Ağzından çıkacak tek bir sözü duymaya gerek yoktur. Değil midir ki Allah ölüleri tekrar diriltmeye kadir olan. Gerisini hayal edin. Tekrar tekrar öldürülüp tekrar tekrar diriltilmesi… gibi… gibi… Ben böyle algıladım süreyi. Böyle ALGILADIM dememin nedeni böyle ANLAMAMIŞ olmam. Tam manasıyla anlayabilmem için Arapçayı iyi biliyor olmam gerekirdi. Yukarıda Elmalılı’nın tefsirinden alıntı yaptım ama Elmalılı yukarıda alıntıladığım şekilde anlaşılabildiğini söylese de başka bir cihetten, (müfessirlerin ortak baktığı cihetten) yaklaşıyor süreye ve peygamberimiz zamanından insanların sözleriyle de destekleniyor bu yaptığı tefsir. Benim tefsirim sadece benim algılamamdan ibaret. Yazılan bir yazıda “algı yönetimi” de söz söyleme sanatının ustalığındandır ki Allah sözlerin en güzelini en güzel şekilde söyleyen ve dilediğine dilediğini algılatandır. Belagat kelimesinin benim anlamlandırdığımla uzaktan yakından alakası yokmuş mesela ama algıladıklarımdan ortaya çıkan kıyamet sahnesi kafamı günlerdir meşgul ediyor. O kadar muhteşem huşu uyandırıcı ki. Teşekkür ederim Fecr “bilgilendirdiğin” için. Çünkü “Algıladığım” mana ne kadar güzel görünse de Allah’ın tam olarak ne dediğini “bilmek” güzel. Bir sorum daha var. Bir sorum var demiştim başlıkta bir sürü oldu. Allah bana karşı gösterdiğiniz sabrınızın ecrini arttırsın =) Son ayette deniyor ki: Eleyse zâlike bi kâdirin alâ en yuhyiyel mevtâ. Zalike uzakta olan bir şey için bu/şu manasında kullanılırmış. Bu ayette zalike ile Rabbimize mi işaret edilmekte yoksa başka bir şeye mi? Son bir not: Baştan ve sondan 15. Ayet diye yukarıya yazdıktan sonra aklıma bir soru geldi. Acaba dedim Allah Kıyame süresinin tam ortasındaki ayette bize ne diyor? Kıyame Süresi 40 ayettir ve süreyi tam ortadan bölen 20. Ve 21. Ayetler ise şöyle: Hayır, Doğrusu siz acil olanı seviyorsunuz. Ve Âhireti bırakıyorsunuz. Sanki dünya ve ahiret olarak tam ortadan ikiye bölünmüş gibi süre. Önce dünya (Acilet) sonra ise Ahiret ayeti geliyor. Teşekkürler |
Kıyamet suresi Mekki dönemde nazil olmuş bir sure olup, Mekki dönemin karakteristik özelliklerini taşır. Mekke dönemi ayet/surelerin en önemli özelliklerinden birisi de "Ahiritet vurgusudur" Kıyamet suresinde de bu açıkça görünmektedir. İmanın şartların birisi de "Ahirete iman" olduğundan dolayı kıyamet/ahiret sahneleri Mekki surelerde sıkça ele alınır ve gerek kıyamet gerekse ahiret sahneleri temsili /insaların anlayacağı şekilde anlatılır. Bu sahneleri anlatırken tarih boyunca insanların algısı farklı olagelmiştir ve tefsirlerde farklı anlatımlar olagelmiştir. 1300-1400 yıl önceki algı ile 100-200 yıl önceki algı nasıl farklı olabiliyorsa bugünün insanının algısı da farklı olabiliyor. Günümüzde sanal alemin, teknolojinin gelişmesi ile insanın tahayyülü de genişlemiştir. Kuranın kıyamete kadar geçerli olmasının ve ayetlerin icazı sayesinde kuşaklar arasındaki tahayyül/algı farklılıkları normaldir. Ama ayetin metnine yüklenen anlam üzerinde değişik anlatımlar olagelmiştir. 1200-1300 yıl önce yazılan tefsirler de "alak" kelimesine "kan pıhtısı" anlamı veriliyorken , tıp alanındaki ilerlemelerden dolayı bugün "alak" kelimesi "emriyo" olarak tercüme ve tefsir ediliyor. Yine meşhur tefsir kitaplarından olan Fahreddin er Razi'nin "Mefatihul Gayb" adlı eserde dünyanın dönmediği , düz olduğu bir çok ayet delil getirilerek anlatılıyordu. Bu gün ise dünyanın döndüğü ve yuvarlak olduğu yine ayetlerle ve bilim /teknoloji ile ispat ediliyor. Fahrettin Er Razi zamanındaki algı ile bugünkü algı farklıdır. Ama Kuranın metni açısından bir farklılık yoktur. O günkü insanlar o zaman ki bilgileri/algıları ile ayetleri yorumlamışlardır, bugünkü insanlar da zamanın bilgileri ile ayetleri yorumlamaktadır. Belki 100 yıl sonra farklı algılamalar yapılır. Yüzyıllar önce Belkis'in tahtının getirilmesi olayı ,100 yıl sonra belki de "ışınlama" ile anlatılmaya /yorumlanmaya başlanacaktır. (Allahu A'lem) Kuran ayetleri mutlaktır ama yorumlar/tefsirler ve algılar mutlak değildir. Kıyamet suresini biz okuduğumuzda hemen sizin algınız gibi sahneler tahayyül ediyoruz. Çünkü biz bu sahneleri televizyonlara , sinemalarda bilim kurgu filmlerinde rahatlıkla görebiliyoruz. Ayetleri rahatlıkla sinema şeriti gibi gözümüzde canlandırabiliyoruz. Sorular soruları doğuruyor Alıntı:
Bu ayetten önce anlatılan şeyleri yani insanı yaratması, ,insanı dişi ve erkekten yaratması vs gibi şeyleri yani bunları yapan kişi ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi? diye soruyor.Yani buradaki zalike , Allah'a işaret etmiyor Alıntı:
|
40.ayette burada zalike , Allah'ı işaret etmiyor. Allah Kuranda hiç bir yerde lafzai celalı "zalike" ile ifade edilmemiştir. Ayrıca "zalike" canlılar için değil cansızlar için kullanılır. Mesela "zalikel kitap" gibi. Canlılar için "haza" ifadesi kullanılır. Rum süresinin 50. Ayetinde " Zalike lemuhyil mevta" diye bir kısım var. Yine Allah'ın ölüleri diriltmesinden bahsedilmekte ve baktığım tüm meallerde "O ölüleri diriltendir," şeklinde meal edilmiş. Bu ayeti de açıklar mısınız anlamaya çalışıyorum. Eğer dediğiniz gibiyse neden böyle meal ediliyor? |
Alıntı:
Öncelikle Rum suresi ayetin metnine bakalım: فَٱنظُرْ إِلَىٰٓ ءَاثَٰرِ رَحْمَتِ ٱللَّهِ كَيْفَ يُحْىِ ٱلْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ ۚ إِنَّ ذَٰلِكَ لَمُحْىِ ٱلْمَوْتَىٰ ۖ وَهُوَ عَلَىٰ كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ "Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphesiz ölüleri O diriltir. O her şeye Kadir'dir." Bu ayette geçen إِنَّ ذَٰلِكَ ifadesi "İşte, şüphesiz ki , böylece " anlamlarına gelir. Eğer "zalike" Allah'ın yerine kullanılmış olsaydı , ayetin devamında gelen "vav" harfinden sonra "huve " (O ) zamiri açıkça yazılmazdı. Çünkü cümlenin devamı niteliğinde olup "vav" harfi atıf harfidir vav'dan sonra kihuve zamiri ise Allah'ı ifade ediyor. Bu ayetin başlarında Allah'ın rahmetinin belirtilmesine bakılmasını ve yeryüzünü ölümden sonra diriltilmesinden bahsediyor ve devamında "İşte böylece (Allah) ölüleri de aynı bu şekilde diriltir. ve O (Allah) her şeye kadirdir " deniliyor. |
Gayet açıklayıcı oldu. Allah razı olsun. |
Bir sorum daha var. Sorum şu: Kur'an'da "İnanmayanlar" diye bir kelime var mı? Kafir kelimesini inanmayanlar olarak kullanıyoruz ama anladığım kadarıyla "Kafir" örten kişiye denir. Örten ile inanmayan arasında ise müthiş bir fark vardır. Örnek verelim: Mesela bir yetim var karşınızda sarışın ve mavi gözlü. Zenci bir adam geliyor ve diyor ki bu çocuk benim evladım. Siz buna inanmayabilirsiniz. Ve fakat DNA sonuçlarına bakmış bir doktorsunuz diyelim ve DNA sonuçlarına göre hakikaten o zenci sarışın çocuğun babası çıkıyor. Siz bu DNA sonuçlarını gizler ve "BEN İNANMIYORUM" derseniz ve buna mantıklı argümanlar getirirseniz "Kafir" olursunuz. Yani gerçeği örten olursunuz. Kur'an'da "İnanmayanlar" diye bir kelime var mı? Örtmek kelimesine bir örnek daha: Ankebut 7: Vellezine âmenu ve'amilü ssâlihati lenükeffiranne 'anhüm seyyiatihim velenecziyennehüm ehsenellezî kânû ye'melûn. İman edip salih ameller işleyenlere gelince; Biz, bunların yaptıkları kötülükleri "ÖRTECEK", onları yaptıklarından daha iyisi ile ödüllendireceğiz. Lenükeffiranne kelimesi ile Allah "örtmek manasına gelen" kfr kelimesini müminlerin günahlarını örtmek manası ile kullanıyor. Yani hakkı örtmeyen (kafir olmayan) kullarının (salih ameller işleyenlerin) günahlarını örteceğini müjdeliyor. Bu soruyu soruyorum çünkü Ankebut süresinde şöyle bir ayet daha var: 49: Hayır, o(Kur'an) kendilerine ilim verilmiş kimselerin kalplerinde apaçık ayetlerdir. Bizim ayetlerimize ancak zalimler cihad eder. Buradan benim varmak istediğim sonuç şu: Herkes ama herkes Allah'a inanır fakat bazı kimseler bunu örterler. Bu kişilere kafir denir. Aslında "inanmayan" diye bir kavram yoktur. Aslında "Ben ateistim diyenlerin südurlarında apaçık ayetlerdir Kur'an" sadece onlar yalan söylemekte, hakkı zalimliklerinden ötürü örtmektedir. Nefislerine zulmetmek (dünyevi arzularına dem vurmamak için) hakkı örtmek işlerine gelmektedir. Bayağı zorlama bir yorum yaptığımın farkındayım. Bu yorum, bu anlayış hak mıdır? Değilse doğrusu nedir? Kur'anda inanmayan diye bir kavram var mıdır yoksa sadece hakkı örtenler mi vardır. Doğru düşünce prosesi nedir. Benim karşımda "İnanmıyorum kardeşim," diyen kişiyi doğru tahlil edebilmem açısından soruyorum. Bu kişi eğer gerçekten inanmıyorsa ben ona göre davranırım. Yok eğer Allah onların inandığını ama hakkı (bir nedenden ötürü hevalarına uyarak) örttüğünü söylüyorsa o zaman da ona göre davranırım. Kur'an bize sadece nasıl yaşamamız gerektiğini değil nasıl düşünmemiz gerektiğini de öğretir. Öğrenmem gereken bir soru bu. Şimdiden yanıtlayan olursa çok teşekkürler. Rabbi zidni ilma. Allahın selamı üzerimize olsun. |
İnanmayanlar /iman etmeyenler ile ayetler var: قُلْ هُوَ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَٓاءٌۜ وَالَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ ف۪ٓي اٰذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًىۜ اُو۬لٰٓئِكَ يُنَادَوْنَ مِنْ مَكَانٍ بَع۪يدٍ۟ De ki: "O, inananlar için bir rehber ve şifadır; inanmayanlara gelince onların kulaklarında bir sağırlık vardır, Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara çok uzaktan sesleniliyor. (Fussilet-44) فَمَا لَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَۙ Böyleyken onlar acaba neden iman etmezler? (İnşikak -20) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ Şüphe yok ki, inkar edenleri, başlarına gelecekle uyarsan da uyarmasan da birdir, inanmazlar (Bakara-6) وَسَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ Onları uyarsan da uyarmasan da birdir. İman etmezler. (Yasin -10) إِنِّي تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ Doğrusu ben, Allah'a inanmayan ve ahireti inkar eden, bir milletin dinini bırakmışımdır. (Yusuf-37) اِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاط۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ لِلَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık.(A'raf-27) إِنَّ السَّاعَةَ لَآتِيَةٌ لَّا رَيْبَ فِيهَا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ Muhakkak ki hakkında şüphe olmayan o saat (kıyâmet) mutlaka gelecektir. Ve lâkin insanların çoğu inanmazlar. (Mümin -60) الٓمٓرٰ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِۜ وَالَّـذ۪ٓي اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ Elif-lâm-mîm-râ. İşte kitabın âyetleri. Rabbinden sana indirilen, gerçeğin ta kendisidir; fakat insanların çoğu inanmaz.(Rad-1) لِلَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ مَثَلُ السَّوْءِۚ وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰىۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟ Âhirete inanmayanlar kötü sıfatlarla anılır; Allah’a ise en yüce sıfatlar yaraşır. O azîzdir, hakîmdir.(Nahl-60) وَاِنَّ الَّذ۪ينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْاٰخِرَةِ عَنِ الصِّرَاطِ لَنَاكِبُونَ Doğrusu ahirete iman etmeyenler, (dosdoğru) yoldan sapıp uzaklaşmış olanlardır.(Müminun -74) فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ ف۪يمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْۙ ثُمَّ لَا يَجِدُوا ف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَرَجاً مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْل۪يماً Hayır, rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar. (Nisa-65) أَفْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَم بِهِ جِنَّةٌ بَلِ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَعِيدِ "Allah'a karşı yalan mı uydurdu, yoksa onda delilik mi var?" Hayır, öyle değil! Ahirete inanmayanlar azap ve derin sapıklık içindedirler.(Sebe-8) |
FECR verdiğiniz örneklerin tamamında "LA YUMİNUN" deniyor. "LA YUMİNUN" söyleminin manasına hangi meal/söylem daha yakındır. Bu kelimeyi daha yakınına giderek daha isabetli hangi kelime açıklar. İnanmamak mı? Yoksa emin olmamak mı? Benim zihnimde "iman etmemek" "emin olmamak" ile daha yakın, daha isabetli bir karşılık olarak canlanmıştır hep. Sonuçta aynı kökten gelen kelimeler. Ve "emin olmak" "inanmanın" fevkindedir. Emin olmamak da "şüpheye" karşılık gelir ama inanmamak "tamamen yok saymaya" karşılık gelmektedir. Böyle bakınca "inanmamak" ile "emin olmamak" arasında müthiş bir uçurum gözüküyor. Bu açıdan baktığımızda neden Allahu Teala tamamen kendisini yok hükmünde saydıklarını işaret eden bir kelime değil de "emin olmamak, şüphe içinde olmak durumuna" işaret eden bir kelimeyi "iman etmemeyi" seçsin ki? Çok kalın bir ayrım var gibi hissettiriyor bana ve o ayrımı net olarak görmeye çalışıyorum. Anlamaya çalışıyorum. Yanlışlarım varsa düzeltin lütfen. De ki: "O, emin olanlar için bir rehber ve şifadır; emin olmayanlara gelince onların kulaklarında bir sağırlık vardır, Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara çok uzaktan sesleniliyor. (Fussilet-44) Böyleyken onlar acaba neden emin olmazlar? Şüphe yok ki, örtenleri, başlarına gelecekle uyarsan da uyarmasan da birdir, emin olmazlar (Bakara-6) Onları uyarsan da uyarmasan da birdir. Emin olmazlar. (Yasin -10) Doğrusu ben, Allah'a emin olmayan ve ahireti örten bir milletin dinini bırakmışımdır. (Yusuf-37) Şüphesiz biz şeytanları emin olmayanların yoldaşları yaptık.(A'raf-27) Muhakkak ki hakkında şüphe olmayan o saat (kıyâmet) mutlaka gelecektir. Ve lâkin insanların çoğu emin olmazlar. (Mümin -60) Elif-lâm-mîm-râ. İşte kitabın âyetleri. Rabbinden sana indirilen, gerçeğin ta kendisidir; fakat insanların çoğu emin olmaz.(Rad-1) Âhirete emin olmayanlar kötü sıfatlarla anılır; Allah’a ise en yüce sıfatlar yaraşır. O azîzdir, hakîmdir.(Nahl-60) Doğrusu ahirete emin olmayanlar, (dosdoğru) yoldan sapıp uzaklaşmış olanlardır.(Müminun -74) Hayır, rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça emin olmuş olmazlar. (Nisa-65) "Allah'a karşı yalan mı uydurdu, yoksa onda delilik mi var?" Hayır, öyle değil! Ahirete emin olmayanlar azap ve derin sapıklık içindedirler.(Sebe-8) |
Ayrıca şöyle bir şey de var: Allah-u Teala Ankebut Süresinin 46. ayetinde Ehli kitap ile en güzel şekilde mücadele etmemizi emrettikten sonra (Zalimler hariç) 52. Ayette şöyle diyor: Vellezine amenu bilbâtili ve keferu billahi ülâike hümül hâsirûn. Emin olup batıla ve örtenler Allah'ı onlar hüsrana uğrayanlardır. Bu ayeti görünce "işte budur," demiştim. Aradığım cevap burada. Birisi "Batıldan EMİNSE" hakkı tamamen yok saymaktadır diye düşünmüştüm. Gerçi Allah'ı örtmeleri Allah'ın bilincinde olduklarına işaret ediyor olsa da sonuçta BATILDAN EMİNLER demiştim. Allah-ı örtmeleri de Onun varlığına ve birliğine yüzde yüz olarak inanmadıkları anlamına gelir diye düşünmüştüm. Sürenin devamında ise Allah şöyle buyurunca... 61: Yemin olsun ki, sen onlara "Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı sizin istifadenize sunan kimdir?" diye sorsan, elbette Allah!" derler. O halde nasıl çevriliyorlar? 63: Yine sen onlara, "Gökyüzünden suyu indiren, sonra onunla ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?" diye sorsan, elbette Allah diyeceklerdir. De ki: "Elhamdülillah" Fakat onların çoğu, akıllarını kullanıp düşünmezler. Bitmiyor 65. Ayette devam ediyor: Gemiye bindiklerinde, dini Allah'a özgü kılarak Ona dua ederler. Onları karaya çıkardığında ise onlara verdiği nimetlere nankörlük ederek (örterek) hemen Ona ortak koşarlar. Hadi hayattan biraz zevk alsınlar. İleride bilecekler. Yani diyeceğim o ki "emin olmak" manasıyla ilerlediğimizde en açık ifade ile "Batıldan emin olup Allah'ı örtenlerin" bile Allah'ın varlığına şahitlik ettiklerine, başları sıkışınca Allah'a yöneldiklerini görüyoruz. Bu insanlar Ehli kitap... Ve ehli kitabın Allah'a inandıklarından Ayetler ile emin oluyoruz. Ehli kitap dışındakiler için durum ne? Bizim bugün ATEİST dediğimiz kişilerin sudurlarında durum ne? Gerçekten yüzde yüz olarak Allah'ın varlığına "İNANMIYORLAR MI?" yoksa südurlarında "EMİN Mİ DEĞİLLER ve sadece Allah'ın varlığını çeşitli sebeplerle örtüyorlar?" Yoksa tıpkı ehli kitap gibi Allah'ın varlığına sadece "ihtiyaç duyduklarında emin olan, dini Allah'a has kılan" başları rahatlayınca da yine Allah'ın varlığını örtmeye çalışan kişiler mi? Buna dair Kur'an da ne deniyor? Gerçekten "Ateist" diye bir şey var mı yoksa yalan mı söylüyorlar? Gerçekten ateist diye bir şey var mı yoksa üç günlük dünyada hevalarına uymak için kendilerine bile "Allah'ı mı örtüyorlarlar?" Allah'ı örtmek kelimesi "kfr" kullanıldığı için kullanıyorum. İnkar etmek diye meal etmiş Elmalılı Hamdi Yazır ama Ankebut süresinde "Örtmek" kelimesinin kullanımının daha doğru olacağını düşünüyorum şöyle ki: Allah Ankebut 7. Ayette salih amel işleyen müminlerin günahlarını örtüyor. 54. Ayette ise Cehennem kafirleri(örtenleri) kuşatıyor. 55.Ayette ise azab üstlerinden, ayaklarının altından onları sarıyor ve Allah buyuruyor kafirlere (örtenlere)" Yaptıklarınızın karşılığını tadın!" Ne yapmıştır kafirler? Örtmüştür. Allah da onları cehennemle kuşatır (örter?) Ayaklarının altından ve üstlerinden azap ile sarar (örter?) |
Arapçada bir kelime / fiili bir çok anlama gelebilmektedir. Bu da Arapçanın zengin bir dil olduğunu gösterir. Fiilden sonraki bir harfi cerin bile fiilin anlamını değiştirdiğine şahit oluyoruz. Size birkaç tane örnek vereyim: دعا fiili “Çağırdı, davet etti” demektir. دعا له =Ona hayır dua etti دعا عليه = Ona beddua etti. Gördünüz mü bir harfi cer anlamı nasıl da değiştiriyor.” Li “harfi ceri hayr dua etmek anlamına gelirken, “”ala” harfi ceri ile beddua etmek anlamına geliyor. Bunu bilmezseniz hayır dua edeceğim diye beddua edebilirsiniz رَغِبَ Fiili “Tercih etmek, rağbet etmek رَغِبَ بِه = Onu tercih etti رَغِبَ فِيْهِ = Onu istedi رَغِبَ عَنْهُ =Onu istemedi Gördüğünüz gibi 3 farklı harfi cer ile kullanılan bir fiil , nasıl da 3 farklı anlamlara gelebiliyor Kuranda da bu şekilde fiil, kelime , kavramlar çoktur. Mesela “SALAT” kavramı ele alalım. Kullanıldığı yere göre anlam farklılakları olabiliyor. SALAT anlamına 18 e yakın anlam verilmiştir. Fakat en çok kullanılan anlamı olan namazdır. (Namaz kelimesinin Arapça değil Farsça olduğunu da unutmayalım). Bildiğimiz şekilde kullanılan namaz Kur’anda genellikle “Salatı ikame etmek” olarak olarak kullanılır. Bunun dışında Kur’an’da “dua ve istiğfar” (Tevbe 9/84, 103), “ibadet” (Ma’ûn 107/4), “ibadethane” (Hac 22/40), “destek” (Tâhâ 20/14; Ahzab 33/43, 56; Maide 5/12), “din ve dindarlık” (Maide 5/58), “davet” (Hûd 11/87; Maide 5/106), “kulluk” (Lokman 31/31), “yaratılış amacına uygun hareket” (Nur 24/41) anlamlarında kullanılır. Ahzap suresi 56.ayette de “salat” kavramı “destek” anlamında kullanılır. “Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler/destek olurlar. Ey iman edenler, siz de ona salat edin/destek olun ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.” Bu ayette geçen “salat” kelimesine bildiğimiz anlamda namaz , dua , ibadet , kulluk gibi anlamlar veremeyiz. Genel olan bu açıklamalardan sonra gelelim konuya: Siz “İnanmayanlar” ile ayet bulamıyorum diyorsunuz. İnanmak kelimesinin Arapça karşılığı “Âmene “ fiilidir. Bu fiil de aynı diğer fiiller gibi birden çok anlama gelebiliyor “İman etmek, inanmak, güvenmel, itimat etmek,şeriatı kabul etmek,tasdik etmek, emniyeti sağlamak vs anlamlarına gelir. Kuranda bu kelime KÜFR’ün zıddı olarak gelir. Kuranda bir çok kelime zıtıyla birlikte ele alınır. İMAN-KÜFÜR MÜMİN-KAFİR TEVHİD-ŞİRK GECE-GÜNDÜZ HASENE-SEYYİE vs vs Kuranda geçen KÜFR kelimesi de bir çok anlama gelir.” Küfür etmek, gizlemek,örtmek,bürünmek,dini inkar etmek,inanmamak,tanımamak,kafir olmak” gibi Siz Küfr kelimesini sadece “örtmek” olarak ele almışsınız ve o anlama şartlanmışsınız ,küfr kelimesinin zıddı olan “iman” kelimesini de “emin olamk “ olarak anlamaya çalışıyorsunuz. İman kavramının anlamlarından birisi ya kapsam alanı içinde emin olmak var diye iman etmeyi “emin olmak” diye tercüme etmek /meal vermek , iman kavramını dar kalıplar içine sokmak demektir. Bu durum Kuran ayetlerindeki nice kavramları da dar kalıplar içine sokmak olur. Mesela; salat kavramını sadece dua ya da sadece ritüel olarak kıldığımız namaz, ya da sadece destek olmak anlamını verdiğimizde ayetlerin vermek istediği mesaj kaybolur ve anlam kayması olur. Kuranda her bir kavramın yerli yerinde kullanıldığı, Kuranla hemhal olanların rahatlıkla görebileceği bir durumdur. Ayetterlde geçen iman edenleri ifadesini emin olanlar diye çevirmeye çevirmeye gerek yok. Emin olmak ifadesini karşılayan başka kelimeler de var ve bunlar Kur’an’da da geçer. Mesela: إِيْتِمَانٌ (mutmain olmak , emin olmak) Kuranda mütmain nefs diye geçen ayetler var. Ayrıca gerek mutmain gerek iman kavarmı da aynı kökten gelir ama bapları farklıdır. Ayrıca “EMİN OLMAK “ fiili ayrıca “EMİNE” olarak ayetlerde geçiyor Allah İnanmak /iman etmek anlamında ÂMENE (İf’al babı) fiilini değil de “EMİNE “ (sülasi fiil) kalıbını kullanması gerekirdi. İsterseniz EMİNE /Emin olmak fiilinin Kurandaki kullanımlarına bakınız: Bakara-196-239 (Emine fiili) İsra -68-69 (Emine fiili) Mülk-16-17 (Emine fiili) Yusuf-64 (Emine fiili) Yine emin olmak anlamına gelen اطْمَاَنَّ fiili ile ilgili ayetler Hacc-11 Nisa-103 Yunus-7 Ali İmran-126 Maide-113 Enfal-10 Rad-28 Bakara-260 Nahl-106-112 İsra-95 Fecr -27 Bu ayetlerdeki emin olmak daha çok manevi huzur, eminliği ifade ederken, “EMİNE” kökünden gelen emin olmak ise maddi /zahiri eminliği ifade ediyor. Bunlar Kuran kavramlarının ince ayrıntılarıdır.Sizin hakikati öğrenme şevkiniz/ isteğinizden dolayı bu ayrıntıları vermek istedim. Kuran ayetlerini ya da ayetlerdeki kavramları araştırırken ya anlamaya çalışırken Kuran bütünlüğü içinde bakmanızı tavsiye ederim. Çünkü bir kavramın /kelimenin farklı anlamlarda kullanıldığı gibi , bir çok kelimenin de tek bir kavramı ifade ettiği de olmaktadır. Tefsir ilminde bu konuda bir ilim dalı vardır ve buna VUCUH ve NEZAİR adı verilir. Sırf bu konuda bir çok kitaplar basılmıştır. Kuran ayetlerini anlamaya çalışırken Türkçe mantıktan ziyade Arapça mantıkla anlamaya çalışmak daha faydalı olur. Arapça mantık derken bir kelimenin farklı anlamlarını göz önüne alarak demek istiyorum.Arapçada kelime hazinesi olarak dünyada en zengin dil olduğu belirtilir. 1,5 milyondan fazla kelime olduğu söylenir Sözün özü; Kuranda iman edenleri , emin olanlar diye tercüme etmek İMAN kavramının anlamını daraltmak demektir. Kafir kelimesini de “Örten” diye tercüme de anlamı daraltmak demektir. Her dinin kendine mahsus oluşturmuş olduğu kavramlar vardır ve onları başka bir dile çevirirken dikkatli olmalı ve Kuran bütünlüğü içinde tercüme etmek gerekir Allah samimi niyetle cehd edenleri/gayret edenleri yoluna ulaştıracağını ifade ediyor: “Bizim uğurumuzda mücahede edenlere/ gayret edenlere gelince elbette biz onlara yollarımızı gösteririz ve şüphesiz ki Allah her halde muhsinlerle beraberdir” (Ankebut -68) |
Öncelikle bu kapsamlı yanıt için çok teşekkür ederim. Son bir aydır Ankebut Süresiyle ilgileniyorum ve yanıtlarınız benim için son derece anlamlı oldu. Anlamı daralttığım konusuna dikkat çektiniz, dogru ve katılıyorum. Kelime manalarını daralttım. Yapmak istediğim ise kelimenin manasını ya da manalarını keskinleştirmek, sözün en güzel manasını bulup ona uymaya çalışmaktı. Cevabınız ile bunu yanlış bir düşünce zincirini izleyerek yaptığım dersini çıkardım. Yeni yaklaşımım üzerine de fikrinizi almak isteyeceğim. Tekrar tekrar teşekkürler. |
Bana birisi Ankebût 48. Ayeti açıklayabilir mi? "Sen bundan önce kitap okur değildin. Onu elinle yazar da değildin. Eğer böyle olsaydı, batıla uyanlar bunda şüpheye düşebilirdi" Şeklinde meal etmiş Elmalılı H. Yazır Şüpheye düşebilirlerdi kısmı kafamı bulandırdi. Soru1-Neyden şüpheye düşebilirlerdi de düşmediler? Soru 2- Düşmediler de ne yaptılar? Ertabe kelimesi tam olarak şüphe manasına mi geliyor? 52- "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Batıla iman edip Allah'ı inkar edenler/örtenler var ya, işte onlar kaybedenlerdir/hasirûn Bu ayette batıldan emin olanlara yer veriliyor. Eğer okur yazar olsaydı ilim sahibi olduğu için emin oldukları batıl hususunda mı şüpheye düşüp hak yolunu tercih ederlerdi? Okur yazar olmayan peygamberimizin (sav) böylesi mucizevi aciz bırakan bir kitap ile insanları uyarması kastediliyor olarak düşünürdüm ama yukarıdaki soru geldi aklıma. Doğrusu nedir? |
Öncelikle Ankebut 48.ayete bakalım: وَمَا كُنْتَ تَتْلُوا مِنْ قَبْلِه۪ مِنْ كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَم۪ينِكَ اِذاً لَارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ Sen bundan önce ne bir kitap okuyabiliyor ne de onu kendi elinle yazabiliyordun; öyle olsaydı gerçeği çürütmeye çalışanlar /Batıl içinde olanlar kuşkuya düşerlerdi. Bu ayet MEKKİ bir ayetti. Mekkeli müşriklerin ya da Ehli Kitabın ayetlere olan itirazlardan birisi de bu ayetlerin başkası tarafından yazdırıldığı iftirası idi.Hatta bu iftirayı günümüz Müşteşrikleri / Oryantalistleri de yapmakta ve Peygamberimizin risaletten önce Rahip Bahira ile karşılaştığında ondan aldığını söylerler. Bu ayette müşriklerin Kurana olan itirazlarına /şüphelerine cevap veriliyor. Peygamberimizin “ümmi” olduğunu , okuma –yazma bilmediğini ve çocukluğundan beri onların arasında olduğunu , gizli-saklı işinin olmadığını ayetler ifade ediyor. Bu ayetten önce Kur’an bütünlüğünde gerek Mekkeli Müşriklerin gerekse Ehli Kitabın peygamberimizin risaletine yönelik eleştirelere göz atmak gerekir. 1-Peygamberime mecnun dediler, TUTMADI 2- Kuran ayetlerine şiir dediler, TUTMADI 3-Peygamberime kahin dediler , TUTMADI 4-Allah peygamber olarak melek göndermeliydi dediler, TUTMADI 5-Vahy niye yetim birisine geldi dediler TUTMADI 6-Vahy , Mekkenin ileri gelenlerinden birine gelmeliydi dediler TUTMADI 7- Vahyi yazılı olarak bir yerden aldı dediler TUTMADI Her ne kadar uğraştılar ve iftira attılar ise de vahyin nurunu söndüremediler. Şimdi gelelim sorularınıza : 1-Kuranın Allah’ın vahyi olduğundan şüphe edebilirlerdi. Ama Mekkeli müşrikler bile Kuranın Allahın vahyi olduğunu kabul etmek zorunda kaldılar. Şüphe etmeleri için bir çok nedenler ileri sürdüler ama ayetler bunları tek tek çürüttü. Eğer bu ayette belirtildiği gibi Peygamberimiz çocukluğundan itibaren okuma yazma biliyor olsaydı yani mürekkep yalamış olsaydı o zaman Mekkeli müşriklerin ileri sürdükleri ya da şüpheleri için ellerine koz geçmiş olacaktı. Bu ayet ,onların elindeki kozu da ellerinden almış oldu. 2-Şüpheye düşmediler ama yine de iman etmediler. Mekkeli müşrikler , iman ettikleri zaman toplumdaki statülerinin biteceğini , diğer Müslümanlarla aynı kategoriye gireceklerini ve hayatlarında neler değişeceğini çok iyi biliyorlardı. Günümüzde insanların “Ben Müslümanın” demekle hayatlarında bir değişim olmadığının zıddına onlar hayatlarının değişime uğrayacağının farkında yani bilincinde idiler. Darun Nedvenin statüsünü yitereceğini ve hayatlarındaki putlardan vazgeçeceklerini çok iyi bildikleri için İMAN etmekten yüz çevirdiler “ERTABE” kelimesiyle ilgili sorunuza gelince; ERTABE şüphe duymak anlamındadır , ŞEKK kelimesi de şüphe duymak anlamındadır. Ama aralarında ince bir ayrıntı vardır. Bu da Arap dilinin inceliklerinden biridir ki Kuran da her bir kelime özellikle kullanılmış olup tesadüfi değildir. ERTABE / şüphe duymada içinde gerçeklik olan şüphedir. Ama ŞEKK /şüphe duymada olumlu ya da olumsuz olarak şüphe söz konusudur. İspati zihindedir. Ama ERTABE de şüphe zihinden ziyade pratik olarak da ispat etmeye müsaittir. Bu ayette eğer Peygamberimiz okuma-yazma bilseydi o zaman Batıla dalanlar /müşrikler bahy konusnda şüpheye düşerlerdi. Şüphelerini destekleyen materyalleri de bulabilirlerdi DİĞER SORUNUZ: Ankebut 52.ayet: قلْ كَفٰى بِاللّٰهِ بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْ شَه۪يدًاۚ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللّٰهِۙ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ "De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Batıla iman edip Allah'ı inkar edenler/örtenler var ya, işte onlar kaybedenlerdir/hasirûn” Siz ayetin yorumunda “BATILDAN EMİN OLANLAR” demişsiniz. İMAN kelimesine yine “emin olmak” anlamı vermişsiniz. Eğer iman kelimesinden sonra “Lİ” harfi ceri değil de “MİN “ harfi ceri olsaydı o zaman sizin tercüme uyardı. Ama “emin olmak” diye tercüme burada da uygun düşmez. Bir kelime yanlış anlam ya da farklı anlam vermeye kalkarsak o zaman zincirleme hatalı sorulara zemin hazırlamış oluruz. Nasıl ki gömleğin en üsteki düğmesi yanlış iliklenirse sonraki düğmeler de yanlış iliklenir. Bu kadar açıklamalar yeterlidir umarım. |
Teşekkürler FECR. Aydınlatıcı oldu. Düğmeyi ilikleyememiştim bile. Bu konuya dair pek çok sorum daha olacakmış gibi hissediyorum. Şimdilik bir başka sorumu dile getireceğim. Ankebût 8. Ayette "ileyye merci'uküm" (Banadır dönüşünüz) deniyor. 21. Ayette "Ve ileyhi tüklebûn" (ve Ona çevrileceksiniz) deniyor. 17. Ayette "ileyhi türce'ûn" (Ona döndürülüp) deniyor. 61. Ayette "fe ennâ yü/fekûn" (nasıl çevriliyorlar) deniyor. En azından Elmalılı'nın meali böyle. Bu kelimeler arasındaki farkı bilmek istiyorum. Mesela tüklebun kelimesi ile kalp kelimesi aynı kökten değil mi? Burada "azap eder dilediğine acır dilediğine ona çevrileceksiniz" derken merhamet ve kalbin birbiri ile ilintili oluşu, kanın vücutta çevrilip tekrar kalbe dönüşü gibi insanların çevrilip tekrar Allah'a dönmesi gibi hissel bir imge uyandırıyor bende. Velhasıl bu kelimeler arasındaki farkları bilmek isterim. Şimdiden yanıtlayandan Allah razı olsun. Teşekkürler. |
ANKEBUT 8.AYET اِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ “ Sizin dönüşünüz banadır” Ayetin bütününe bakalım: “Biz, insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer ana baba, seni bir şeyi körü körüne Bana ortak koşman için zorlarlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dönüşünüz Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm.” MERCİ kelimesi “Kaynak,merci,dönecek yer,dönüş,dönmek,kök,otorite,dönülecek yer,başvurulacak yer” demektir. Bu ayette Allah kullarından kendisine şirk koşmamasını istiyor. Dönüşünüz kendisine olduğunu bildirirek kullarını uyarıyor. “Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır” misali hepinizin geleceği yer benim yanımdır ve hesaba çekileksiniz demek isteniyor 17.AYET: اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ “ Siz O’na döndürüleceksiniz” Ayetin bütününe bakalım: “Siz, Allah’ı bırakarak ancak putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Allah’ı bırakarak taptıklarınızın size hiçbir rızık vermeye güçleri yetmez. Öyle ise rızkı Allah’ın katında arayın. O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.” Burada döndürülmekten kasıt , Allahın huzuruna çıkarılacaksınız demektir. 8.ayette geçen “MERCİ” kelimesi “LAZIM / geçişsiz FİİL” olan “RECEA” fiilinden türetilmiş bir ismi mekan ve ismi zaman iken , bu ayette geçen “TURCEUN” fiili de “MUTEADDİ /geçişli bir fiil olan “ERCAA” dan muzari fiil olarak gelmiştir. 21.AYET: وَاِلَيْهِ تُقْلَبُونَ “Ona çevrileceksiniz” Ayetin bütününe bakalım: “Dilediğine azabeder, dilediğine merhamet eder. O'na çevrileceksiniz.” Bu ayette geçen “TUKLEBUN” fiilin “KALEBE” fiilinin meçhul siygasıdır. KALEBE fiilinin anlamı: “Bir şeyi baş aşağı çevirmek,sağını soluna çevirmek,içini dışına dödürmek,devirmek,döndürmek,bir şeyin altını üstüne getirmek,alt üst etmek,değiştirmek,alabora etmek,kumaşı krıştırmak,kalp hastalığına tutulmak,bir kimsenin kalbine vurmak” Meçhul şekli ise: Baş aşağı çevrilmek anlamına geliyor. Kalp ile tuklebun kelimeleri aynı köktendir. Ama kalp, isimdir, tuklebun ise fiildir. Kalp , çevrilmeye /altüst olmaya müsait olduundan dolayı “kalebe” köküyle bağlantılıdır.Dediğiniz gibi: Gerek merhametin gerekse azabın kalp ile ilintili ve kanın vücudumuzda dolaşıp / evrilip çevrilip tekrar tekrar kalbe dönüşü gibi insanların da Allah’a eninde sonunda döneceği gerçeğini ortaya koyuyor 61.AYET فَاَنّٰى يُؤْفَكُونَ “ O halde nasıl da çevrilip döndürülüyorlar” Ayetin bütününe bakalım: وَلَئِنْ سَاَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللّٰهُۚ فَاَنّٰى يُؤْفَكُونَ Bu ayette geçen “YU’FEKUN” fiilinin kökü “EFİKE” fiili olup bir çok anlama gelir: EFİKE-EFEKE “Yalan söylemek,iftira etmek,çevirmek,döndürmek,rey ve fikrini değiştirmek,vaz geçirmek, yalan söyletmek, yalancı etmek,yalan havadis ve haberler vermek,yalan havadis ve haberler vermek,aldatmak,birini meramından mahrum etmek,yağmur yere uğramamak” anlamlarına gelir. Ayette geçen ise ; EFİKE fiilinin meçhulü olup muzari fiildir. Bu ayete değişik mealler veriliyor: “Öyleyse nereden o yalana sarılıyorlar?” “O halde ne diye ona kulluktan dönüp uydurma şeylere kapılıyorlar?” “O halde ne diye O'na kulluktan dönüp, uydurma şeylere kapılıyorlar.” “O halde nasıl haktan, Allah'ın birliğini tasdikten ayrılıp, bâtıla döndürülüyorsunuz?” “Nasıl da (haktan) uzaklaştırılıyorlar!” “Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar?” “. O halde (Allah'ın birliğini ikrar ettikten sonra) nasıl (tevhid'den) çevriliyorlar?” “Artık neden hak yoldan sapıyorlar?” “Nasıl döndürülüyorlar?” “O hâlde nasıl (haktan) döndürülüyorlar?” “Öyleyse niçin döndürülüyorlar?” “O halde nereye çevriliyorlar?” “O halde zihinleri nasıl da tersyüz oluyor!” “O halde, nasıl böyle savruluyorlar” “Öyleyse nasıl oluyor da bu gerçekten uzaklaştırılıyorlar?” “O halde nasıl Allah'ın (birliğinden) döndürülüyorsunuz?” “-O halde nasıl aldatılıyorsunuz?” “Öyleyse nasıl oluyor da tersleri dönüveriyor?” Görüldüğü gibi farklı mealler mevcuttur. Bu da ayette geçen fiilin çok farklı anlamlara gelmesinden kaynaklanıyor. Ayetin başına bakarsak: “Şüphesiz onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı; güneşe ve aya kim boyun eğdirdi?” diye soracak olursan mutlaka, “Allah” diyecekler” Ayetin başına göre anlamı “Nasıl da (Tevhitten) yüz çevriliyorlar “ diye meal vermek daha uygun geliyor. Burada geçen çevrilmek ile diğer ayetlerde geçen “çevrilmek, dönüşmek , kalp etmek” gibi anlamlarla aynı olmadığı kanaatindeyim. Önceki ayetlerdeki çevrilme , dönüşüm ahiretle ilgili iken bu son ayetteki çevrilme ise dünya hayatıyla ilgidir. Bunlar kısa günde benim araştırmamdır, hatalar bana aittir |
Teşekkürler FECR. Kök, kaynak manasının ağırlığı ile değerlendirebileceğimiz merci kelimesi de şimdi zihnimde daha iyi oturdu. "Anne/Baba" da bir kök-kaynak olarak imgelenebilir ve onların evlatları ile Allah'a ortak koşmaları için cehd etmeleri kök/kaynak kabul edilebilinecek ebeveynlerin "kökümüz/kaynağımız budur" dediklerine karşılık Allah kendisini MERCİ olarak belirtiyor. 69. Ayette Allah "lenehdiyennehüm sübülena" diyor. Sırat ile sübülena arasındaki fark ne? İkisi de yol demek ama? Bir de 68. Ayette "eleyse fî cehenneme mesvel lilkafirîn" deniyor. Mesvel kelimesi çok ilginç geldi. Biraz açabilir misin bu kelimeyi. Mesvel ile kastedilen yer nasıl bir yerdir? Uçsuz bucaksız mı yoksa kapalı bir yer mi? Yüksekte mi çukurda mı. Neden mesvel kelimesi? Ne kastediliyor? |
Yol anlamına gelen SEBİL (çoğulu: SUBUL ) ile SIRAT kelimelerinin farklılığı soruyorsunuz. Bu iki kelimenin yanında başka bir kelime olan TARİK de vardır. Bunların hepsinin anlamı da Türkçeye “yol” olarak tercüme edilir. Bunlar eş anlamlı kelimelerdir. Ama aralarında ince ayrıntılar vardır. Buları izah etmeye çalışalım: Fatiha suresinde “اهدنا الصراط المستقيم” deniliyor da yani SIRAT deniliyor da “TARİK “ ifadesi kullanılmamış. Ya da “واتبع سبيل من أناب الي.” “Bana yönelen kimsenin yoluna uy” (Lokman -15) ayetinde “SEBİL “ kullanılıyor da “TARİK “ kullanılmamış Ya da ; إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَظَلَمُواْ لَمْ يَكُنِ اللّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلاَ لِيَهْدِيَهُمْ طَرِيقاً “Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.” (Nisa-168) Bu ayette niçin “TARİK” kullanıldı da “SIRAT “ kullanılmadı? Bu 3 tane eş anlamlı kelimenin aralarındaki ince ayrıntıya gelelim: SEBİL: Kolay yol SIRAT:Anayol , otoyol ve açık yol, dosdoğru yol TARİK: Yalnızca yayaların hareket edebileceği yol. Ayrıca yöntem anlamına da gelir Kuranda bu kelimelerin farklı yerlerde kullanılır ve cümleye kendine has özellikleri vardır 2.Sorunuza gelince: Ankebut 68.ayete bakalım: وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرٰى عَلَى اللّٰهِ كَذِباً اَوْ كَذَّبَ بِالْحَقِّ لَمَّا جَٓاءَهُۜ اَلَيْسَ ف۪ي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْكَافِر۪ينَ “Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendine hak geldiğinde onu yalanlayandan daha zalim kim olabilir? İnkar edenler için cehennemde barınacak yer mi yok?” MESVA ismi ثوي kökünden ismi mekan olup , yurt , barınak , konaklama yeri,kalınacak yer,uzun süre kalınan yer, oturulan yer anlamına gelir. Ragıp İsfahani meşhur eseri MÜFREDAT adlı eserinde bunu şöyle tarif eder:”Sürekli ikamet edilen yer “ Mesva ; Kuranda geçen Cehennem isimlerinden birisidir. Kafirlerin barınacakları , ikamet edecekleri yer olarak geçer.Derinlği , uzunluğu , kısalığı , boyutu hakkında net bilgi yoktur. Gaybi bir konu olduğu için tefarruat üzerinde yoğunlaşmak , ayetlerin vermek istediği mesajı örtebilir. |
Tevbe suresini okurken bir ayeti gördüm ki İMAN kelimesinin hem inanmak / iman etmek hem de güvenmek olarak bir ayetinin içinde geçiyor: وَمِنْهُمُ الَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ النَّبِيَّ وَيَقُولُونَ هُوَ اُذُنٌۜ قُلْ اُذُنُ خَيْرٍ لَكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّٰهِ وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِن۪ينَ وَرَحْمَةٌ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْۜ وَالَّذ۪ينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّٰهِ لَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ “İçlerinden Peygamberi incitenler ve: 'O (her sözü dinleyen) bir kulaktır' diyenler vardır. De ki: 'O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a iman eder, mü'minlere inanıp-güvenir ve sizden iman edenler için bir rahmettir. Allah'ın elçisine eziyet edenler için acı bir azab vardır.'” TEVBE -61.ayet Bu ayette geçen YU’MİNU BİLLAHİ ; Allaha iman etmek anlamına gelirken, yine bu ayette geçen YU’MİNU LİL MÜ’MİNİNE ifadesi ise Müminlere itimat etmek/ güvenmek anlamına geliyor. Dolayısıyla Âmene billahi ; Allaha iman etmek ÂMENE LİL MÜ’MİMİNE ise; Müminlere güvenmek anlamına geliyor. Arapçada fiilden sonra gelen bir harfi cer , cümleye nasıl da bir anlam katıyor , görüyoruz. Bu da Arapçanın inceliklerinden olup Kuranın icazını ortaya koyuyor. |
Alıntı:
Yukarıdakilere benzer bir kelime daha çıktı karşıma Ankebût 38. Ayette geçiyor "Âd ve Semûd'a da (peygamberler gönderdik), (Bunların hali), yaşadıkları yerlerden sizlere belli olmaktadır. Şeytan onlara amellerini süslemiş, kendilerini yoldan ÇEVİRMİŞTİ (fesaddehüm) Oysa bunlar gözleri açık adamlardı. Fesaddehüm kelimesini biraz açar mısın? Bir de müstebsirin kelimesi ile kastedilen tam olarak ne? Çok teşekkürler FECR. |
Ankebut 38.ayete göz atalım: وَعَاداً وَثَمُودَا۬ وَقَدْ تَبَيَّنَ لَكُمْ مِنْ مَسَاكِنِهِمْ۠ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ اَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّب۪يلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِر۪ينَۙ Âd ve Semûd kavimlerini de helâk ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur. Şeytan, onlara işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Hâlbuki onlar gözü açık kimselerdi / basiret sahibi idiler. فَصَدَّهُمْ Kelimesini sormuşsunuz. Burada 3 tane ayrı kelime var FE+SADDE +HUM FE harfi fiile dahil değil, müstakil harftir ve burada ATIF HARFİDİR SADDE: صَدَّ Mazi fiil HUM ise “onlar” anlamına gelen zamirdir. Cümle içinde meful /tümleç konumdadır. Anlamı: O (Şeytan), onları alıkoymuştur, vazgeçirmiştir,engellemiştir anlamına gelir. Bu fiil genelde AN harfi ceri ile kullanılır ve zaten bu ayette de AN harfi gelmiştir. ( SADDEHUM AN –İS SEBİLİ) Kuranda “SADDE” fiili kimi zaman “Bir şeyden yüz çevirip ondan uzaklaşmak” anlamına gelir. Mesela; Nisa 61.ayette Kimi zaman da “Çevirme ve engelleme, alıkoyma ” anlamına gelr. Mesela: Neml 24., Muhammed 1., Bakara 217 ve Ankebut 38.ayette ve başka ayetlerde Sözlükte SADDE keliemsi şu anlamalara gelir: “Men etmek,karşı koymak,men etmek,engellemek,önlemek,karşı koymak,yüz çevirmek,itmek,def etmek,vaz geçirmek,geri dönmek,geri püskürtmek,kovmak,tartetmek,alıkoymak,durdurmak,va z geçirmek,def etmek,alıkoymak,engel olmak,vaz geçmek” Genellikle bu fiil “AN” harfi ceriyle kullanılarak “Bir şeyden alıkoymak, vaz geçirmek, engellemek vs “ anlamına gelir. İkinci sorunuz olan “MÜSTEBSİRİN” kelimesine gelelim: Bu isim “basara ” fiilinin “İSTİF’AL” babından türemiş İSMİ FAİL bir isimdir. Basiret sahibi olanlar,ileriyi görenler,gerçeği görenler,hakkı batıldan ayırt etme yetisine sahip kimseler,kalp gözüyle olayları değerlendirebilenler,kalp uyanıklığına sahip olanlar ,olayların arka planını değerlerebilenler, uzağı görebilen kişiler vs anlamlarını ihtiva eder |
Ankebût 62: (A)llâhu yebsutu-rrizka limen yeşâu min ‘ibâdihi veyakdiru leh(u)(c) inna(A)llâhe bikulli şey-in ‘alîm(un) Allah, kullarından dilediğinin rızkını bollaştırır, dilediğinin daraltır; şüphe yok ki Allah, her şeyi bilir. Buradaki daraltmak ve bollaştırmak olarak kullanılan kelimeler "alansal manada" da kullanılabilir mi. Odada biraz alan açmak gibi. Ya da asansöre fazla kişinin binmesiyle alanın daralması gibi. Kelimenin bu manaları da var mı? |
Önce ayetin metnine bakalım: اللَّهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ “Allah, kullarından dilediğine bol rızık verir, dilediğine de kısar. Allah her şeyi bilir.” Bu ayette iki fiil üzerinde duralım: بَسَطَ=”Yaymak,döşemek,açmak,sermek,basmak,yassıla tmak,sevindirmek,uzatmak,açmak,üstün tutmak,arz etmek,sunmak” anlamlarına gelir. قَدَرَ = Bir şeyi diğeri ile kıyaslamak,bir şeyin miktarını beyan etmek,belirlemek” anlamlarına gelir. Bu fiil “rızık” kelimesi ile kullanılınca “Rızkı taksim etti” anlamına gelir. Meallerde genellikle “rızkı kısmak” olarak tercüme etmişler. Halbuki “Rızkı , nafakayı kısmak” anlamında Arapçada başka fiiller kullanılır.Mesela: قَتَّرَ- تَقْتِيراً Bu fiil “Eksiltmek , kısmak , ehi ve iyal ve etbaaın nafakasını azaltıp tazyik ve taksir etmek , cimrilik etmek” anlamlarına geliyor. KADERE-YEKTİRU fiili rızkı taksim etti , belirledi anlamları daha uygun gibi. Diğer mealleri inceledim de genelde aynı tercüme etmişler.Bir kaç farklı meal var. Allah, kullarından doğru tercihte bulunan ve gerekli güce sahip olan için rızkı yayar. Allah her şeyi bilir.(Abdülaziz Bayındır) Allah, kullarından dilediğinin rızkını bollaştırır, dilediğine ise yeterince verir. Şüphe yok ki, Allah herşeyi bilendir.(Abdullah Parlıyan) Allah, kullarından dilediğine rızkı bol ve ölçüye göre verir. Doğrusu Allah her şeyi bilendir.(Diyanet Eski Meali) Allah, kullarından dilediğine bol rızık bağışlar, dilediğine ise ölçülü ve idareli: zira unutmayın, Allah her şeyi hakkıyla bilir.(Muhammed Esed Meali) Allah kullarından tercih edenin/tercih ettiğinin rızkını genişletir, ya da onu kulu lehine sınırlandırır: çünkü Allah her bir şeyi bilendir (Mustafa İslamoğlu Meali) Görüldüğü gibi farklı meallerde var. Bu mealler fiilin anlamına daha uygun gibi. (Alllah en iyisini bilir) Rızkın genişlemesi ya daralması konusuna sadece maddi rızık olarak da bakmak da anlam daralmasına neden olabilir. Rızık derken , Allah’ın bizlere verdiği ilim, akıl, mal, evlat gibi şeyleri de düşünmek gerekir. Allah herkese farklı akıl, mal, evlat ve ilim vermiştir. Herkes aynı şekilde değildir. Bir ölçüye göre bunları taksim etmiştir. Kimine çok vermiş, kimine az, kimine vasat olarak vermiştir. Bu konuda sizin “Daraltak ve bollaştırmak” ile söylediğiniz sözler de dikakte alınarak yoruma müsaittir. Ama bu yorumlar mutlak doğru anlamında değil, farklı bir bakış açısıyla olayları değerlerdirme olarak ufuk açısı olur. |
Sorum şu: Allah Kur'an'da kulunun hangi duasını reddetmiştir? Kur'an'da Allah'ın reddettiği bir dua var mı? |
KURAN’DA DUASI KABUL OLMAYANLAR 1-KAFİRLER Kafirlerin duası boşa çıkar (Rad-14) (Mümin -40) 2-KAFİRLER İÇİN YAPILAN DUA KABUL EDİLMEZ -NUHUN DUASI “Nûh, Rabbine seslendi: ‘Rabbim, dedi, oğlum benim âilemdendir. Senin va’din/sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin! “Ey Nûh, dedi, o senin âilenden değildir. Çünkü o sâlih olmayan bir amelin sahibidir. Bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim! “Nuh; ‘Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen, ben hüsrana uğrayanlardan olurum’ diye niyazda bulundu” (Hud-45-46-47) 3- PEYGAMBERİMİZİN MÜNAFIKLAR İÇİN YAPTIĞI DUA Onlar (münafıklar) için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allâh onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar, Allâh’ı ve elçisini tanımadılar/inkâr ettiler; Allah, yoldan çıkan kavmi doğru yola iletmez.” (Tevbe-80) 4- İBRAHİM A.S. ın babası için yaptığı DUA “Rabbimiz! Beni ve anne-babamı bağışla.” (İbrahim-41), “Kâfir olarak ölüp de cehennemlik oldukları kendilerine belli olduktan sonra, akraba bile olsalar, müşriklerin affedilmelerini istemek, ne Peygamberin, ne de müminlerin yapacağı bir iş değildir.”(Tevbe-113) |
Gerçek dua ancak O'nadır. O'ndan başka yalvardıkları ise onların isteklerine ancak, ağzına ulaşmayacağı halde, ulaşsın diye avuçlarını suya uzatan kimsenin isteğine suyun cevap verdiği kadar cevap verirler. Kâfirlerin duası daima boşa çıkar. وَمَا دُعَٓاءُ الْكَافِر۪ينَ اِلَّا ف۪ي ضَلَالٍ Burada boşa çıkar değil de "şaşırmış" "sapıtmış" demek daha doğru olmaz mı? ضَلَالٍ Bu kelimenin tam doğru meali nasıldır sizce? Listelediklerinizin içinde hep kafir ya da münafık olan başkaları için yapılan dualar var. Ve yukarıdaki ayetten de anladığım o ki kafirler Allah'a dua etmedikleri için dualarının şaşırmış/sapıtmış olduğu söyleniyor. Oysa Allah'a edilen bütün duaların Allah tarafından kabul edildiğine dair bir inancım var. Bunun aksini söyleyen bir ayet var mı merak ediyorum. İblis Allah'a isyan ettikten Adem'e secde etmedikten hemen sonra lanetleniyor ve kovuluyor. Allah buyuruyor: "Ve elbette lanetim ceza gününe kadar senin üzerindedir." Bunun üzerine iblis der ki: “Ey Rabbim! Öyle ise bana insanların diriltilecekleri güne kadar mühlet ver” dedi. Allah buyurur: "Haydi malum vakte kadar geri bırakılanlardansın.» İblis yeni isyan etmiştir, Allah'ın emrine karşı çıkmıştır. Buna rağmen iblis Allah'a dua eder, ondan bir istekte bulunur ve Allah o anda iblisin duasını kabul eder. Sorumu değiştirerek tekrar sorayım: Başkaları adına yapılan dualar hariç Allah'a yapılan hangi duaya Allah olumsuz yanıt vermiş/reddetmiş/geri çevirmiştir? Var mı Kur'an'da böyle bir şey? Yoksa Kur'an'da Allah kendisine edilen bütün duaları kabul eden midir? Teşekkürler FECR |
Alıntı:
Allah ayetlerinde dua ile şöyle buyurur: "Bana dua edin ki ben size icabet edeyim"( Mümin -60 ) Allah'a yapılan duaların kabul edilip edilmemesi tasarrufu Allah'a aittir. Her duanın kabulu ile Kuranda bir ayet olduğunu görmedim. Siz eğer bulduysanız buradan paylaşın buradan ayetin açılımlarına bakalım. Allah insanların yaptıkları duaları kabul edeceğini değil , dualara icabet edeceğini belirtiyor. İcabet etmek ile kabul arasında hem Türkçe olarak hem de Arapça dil olarak farklılık vardır. Eğer Allah kabul ettiğini belirtse idi TEKABBELE ifadesini kullanırdı. Namazlardan sonra müminler birbirlerine "Tekabbelallah " yani Allah (ibadetini ) kabul etsin" derler. Tekabbele ifadesi Kuranda bazı ayetlerde kullanılır. İstecabe / icabet etmek , karşılık vermek, dikkate almak demektir. Allah dua edenlerin duasını dikkate alır ama dikkate alması demek dualarını kabul edecek anlamına gelmez. İnsanoğlu kendisi için hayır yerine şer dua edebilir. Bu duanın kabul edileceği anlamına gelmez "İnsan, hayra dua ediyormuşçasına şerre de dua eder ve insan, pek acelecidir." (İsra-11) Ayrıca bazı hadislerde duası geri çevrilmeyecek kimselerden ve duası kabul edilmeyecek kimselerden de bahsedilir. Sonuç olarak Allah her duaya icabet eder, onu dikkate alır ama duaların bir kısmını kabul eder, bir kısmını kabul etmez, bu Allah'ın takdirine kalmış bir şeydir. Ama kabul edilebilmesi için duada ihlas/ samimiyet olması şartı vardır. |
Allah sizi Kuran ayetleri hakkında tefekkürünüzü , cehdinizi muvaffak kılsın. Okuyan , araştıran , sorgulayan kişilere Allah doğrularını gösterecektir , yeter ki samimiyet ve ihlas olsun. |
Güzel temennilerin için ve icabet konusunu hatırlattığın için teşekkürler =) Sorularıma geçersek... Ben her duayı kabul edeceğine dair bir delil ortaya koyamıyorum yalnız "Kur'an'da Allah'a iman edenlerin Allah'a dua edip de Allah'ın duayı reddettiğine rastlamadım *(başkaları adına edilen dualar hariç). Bu da ettiğim dualarda bana müthiş bir cesaret ve özgüven veriyor. Neden aksine inanayım ki? Neden müminlerin dualarını Allah'ın reddedeceğine inanayım ki? Bunu bir kesin hüküm olarak söyleyemem çünkü Allah'ın her duayı kabul edeceğine dair bir beyanı yok ama bana öğüt verdiği Kur'an'da kendisine iman eden herkesin dualarını kabul ettiğini görüyoruz (başkaları adına edilenler hariç) Yüzdeye vuralım: Allah yüzde kaçını kabul etmiş kendisine edilen duaların (başkaları adına edilenler hariç) Cevap: Yüzde yüz. Bir istisna var ise Kur'an'da lütfen söyleyin. Dediniz ki: "Sonuç olarak Allah her duaya icabet eder, onu dikkate alır ama duaların bir kısmını kabul eder, bir kısmını kabul etmez, bu Allah'ın takdirine kalmış bir şeydir." Allah'ın bir kısım duaları kabul edeceğine bir kısmını reddedeceğine neye dayanarak hükmediliyor? Bir diğer sorum: Ankebût süresinin ikinci ayetine dair iki kelimeyi soracağım: Ehasibe-nnâsu en yutrakû en yekûlû âmennâ vehum lâ yuftenûn(e) Yutraku olarak geçen kelime bizdeki terk etmek mi? Ehasibe olarak geçen kelime bizdeki hesap etmek mi? |
Öncelikle iddia sahibi siz olduğunuz için delili sizin sunmanız gerekir. Sizin iddianız " Allah kulun yaptığı bütün duaları kabul eder" Bu bir iddiadır, iddiadan da daha öte her insanın Allah'tan bir ummasıdır. Benim bu konudaki araştırmam sonucunda ise görüşüm; "Allah bütün kullarının duasına icabet eder, onları dikkate alır ama duaların kabulu ile yetki hakkı Allaha aittir ve kabul edilip edilmemesi Allahın bileceği iştir. " Bu konuda ayet geçen "Dua edin ki icabet edeyim" cümlesinde "kabul etmek" ifadesi geçmediğini belirttim. Benim tezimi destekleyen bir ayet de buldum. Yani icabet ile kabul etmek ifadesinin farklı olduğuna dair bir ayet var. "Onu doğurduğunda, Allah onun ne doğurduğunu bilirken «Ya Rabbi! Kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir, ben ona Meryem adını verdim, ben onu da soyunu da, kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım» dedi."( Âl-i İmran-36) Dikkat edin ; dua eden Hz.Meryem'dir. Allah Teala , Meryem'in duasına nasıl icabet ediyor yani karşılık veriyor: " Bunun üzerine Rabbı onu güzel bir kabul ile kabul buyurdu ve güzel bir surette yetiştirdi, Zekeriyanın himayesine verdi, Zekeriyya onun üzerine mihraba her girdikçe yanında yeni bir rızk bulur, ya Meryem! bu sana nereden? derdi, o da Allah tarafından, derdi: Şüphe yok ki Allah dilediğini hesapsız rızık verir" ( Âl-i İmran-37) Ayetin metnine bakarsanız "tekabbele " ifadesi geçer ve ifadenin sonunda mefulu mutlak olarak "husnü kabul" geçer, Yani iyi bir şekilde kabul etti, yani duasını güzelce kabul etti." Demek ki "hüsnü kabul dua " kabul edilen duadır. "Hüsnü kabul olmayan dua " ise kabul olmayan duadır. BU ayet bile konuyu anlamanıza yardımcı olur. Ayrıca sizin dediğiniz gibi düşünsek yani kişinin kendisi için yaptığı her kabul edilecek mantığına sahip olan birisinin , duasının kabul edilmediğini görünce Allah hakkında hüsnü zan değil süi zan etmesine neden olmayacak mıdır? Kişi fakir ise zengin olmayı duasında istese ve zengin olamasa Kişi hasta ise , iyileşmeyi duasında istese ama hastalıktan kurtulamasa Karı kocanın çocukları olmasa , dualarında çocuk sahibi olmayı isteseler ama çocuk sahibi olamasalar İşçi , işçilikten bıkıp patron olmayı dualarında istese ama hep işçi olarak kalsa Öğrenci , çok istediği üniversiteyi kazanmayı dualarında istese ama kazanamasa vs.vs buna benzer bir çok örnekler vermek mümkün. Duaları kabul edilmeyen bu insanların Allah'a olan inançlarında bir zayıflık / şüphe meydana getirmez mi? İkinci sorunuza daha sonra açıklayacağım inş. |
HASEBE fiili ;saymak,sayış,hesap etmek , sanmak gibi anlamlara gelir ETREKE: bırakmak,terketmek anlamına gelir.Ayette meçhulu YUTREKU ifadesi kullanılıyor. Yani bırakılmak, terk edilmek anlamına gelir. |
"Ayrıca sizin dediğiniz gibi düşünsek yani kişinin kendisi için yaptığı her kabul edilecek mantığına sahip olan birisinin , duasının kabul edilmediğini görünce Allah hakkında hüsnü zan değil süi zan etmesine neden olmayacak mıdır?" Bir hadis geldi aklıma hüsnü zan ve sui zandan bahsedilince: "Ben kulumun zannı üzereyim. Beni nasıl tanırsa öyle muâmele ederim." Bana öğüt verdiği kitapta hiçbir duayı reddetmemiş Rahman, beni neden reddeceğini zannedeyim? Cevaplarını temel alarak maddeleyecek olursak (kendi eklemelerimi de yaparak) şu üç maddede bu konuyu toparlayabilir miyiz? 1- Allah kendisine edilen her duaya icabet eder. 2-Dilediğini kabul edip dilediğini kabul etmeme hükmü elbette onundur. Dilerse kendisine edilen bütün duaları kabul eder, dilerse reddeder. Bu konuda kesin bir hüküm ortada yoktur. Sadece bazı zanlarda bulunuruz. Hüsnü zan veya sui zan. 3-Bize öğüt olarak verilen Kur'an'da Rahman kendisine edilen bütün duaları kabul etmiştir (başkaları/kafirler adına edilenler hariç) Bu da bizim hüsnü zannımıza cesaret vermektedir. |
Öncelikle verdiğiniz hadise göz atalım: عنْ أبي هُريرةَ ، رضي اللَّه عنْهُ ، أنَّ رسُولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قالَ : يقُولُ اللَّه تَعالى « أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي ، وأنا مَعَهُ إذا ذَكَرَنِي ، فَإِنْ ذَكَرَنِي فِي نَفْسِهِ ، ذَكَرْتُهُ في نَفسِي ، وإنْ ذَكَرَني في ملإٍ ، ذكَرتُهُ في ملإٍ خَيْرٍ منْهُمْ » متَّفقٌ عليهِ . Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullahsallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ben kulumun zannı indindeyim/ katındayım.. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer beni yalnız başına anarsa, ben de onu yalnız anarım. Şayet beni bir toplulukla beraber anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım.” (Buhârî, Tevhîd 15; Müslim, Zikir 2, 19, 50; Tevbe 1) Bu hadisi bütün olarak ele almak gerekiyor. Kul Allah’ı hatırladığı zaman, Allah’ın onun yanında olacağını ifade ediyor. Allah’ı her daim hatırda tutmanın, gerek fert olarak nefsinde , gerekse toplum içinde anması / zikir etmesi gerektiğini belirtiyor. Zikir derken burada insanların bir araya gelip de “Allah , Allah , Hu , Hu “ gibi toplu zikir ritüelleri akla gelmesin. Zikir , yaptığımız işlerde “ Bu işe Allah ne der? , Allah bu konuda bizden ne yapmamızı istiyor? “ diye düşünerek amelleri Allah’ın istediği gibi yapmaktır, helalleri işlemek , haramlardan ise sakınmak, kaçınmaktır. Kişi kumar oynarken , içki içerken veya fahşa hareketler yaparken hemen aklına Allah’ın bunu yasakladığı aklına gelip de tevbe ederse ve Allah’tan af dilerse işte o zaman Allah’ı zikretmiş olur. Yoksa kişi bankadan kredi çekerken besmele çekerek , dualar okuyarak , kendince zikir ederek / tesbih çekerek krediye imza atarsa bu kişi bırakın Allahı zikretmeyi , Allah isyan etmiştir. Bu konu hakkında daha çok şeyler söylenebilir, fazla uzatmaya gerek yok. Biz asıl soruya gelelim Öncelikle ZAN nedir, Kuran zannı nasıl tanımlıyor? Zan şu anlamlara gelir: 1-Gerçeğini bilmeden ihtimal üzerine hüküm verme, bu yolda verilen hüküm, sanı. Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez. ( Necm-28) 2-Şüphe, kuruntu, işkil “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın...” (Hucurat -12) Zan kelimesi Arapçada “YAKİN” kelimesinin zıddıdır. Fıkıh ve fıkıh usulünde zan, “Bir şeyin mahiyeti konusunda mümkün durumlardan birinin ağır basmasıyla oluşan sübjektif kanaat” anlamına gelir. Şek, zan, vehim -farklı düzeylerde de olsa- bir şeyi tam olarak bilememe, ne olduğuna kesin karar verememe durumunu ifade eder ve çoğunlukla birbiriyle bağlantılı şekilde tanımlanmıştır. Akaid konularında ZANNIN muteber olmadığı hususunda İslâm âlimleri arasında görüş birliği vardır. Fıkhın amelî konularında ise zannın muteber kabul edildiği, bu konulardaki zann-ı gālibin yakīn mesabesinde sayılması gerektiği İslâm âlimlerince yaygın kabul görmüştür. Zan, Kuranda 26 yerde geçer. Bir kaçını yazalım: “Bunların bir de ümmî (okuma yazması olmayan) kısmı vardır, kitabı bilmezler, ancak birtakım kuruntu yığınına, boş saplantılara kapılır ve zan içinde dolaşır dururlar.” (Bakara-78) “Onlar sadece zanna uyuyorlar” ( Âl-i İmran-154) “Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a uyarlar ve saçmalarlar.” (En’am -116) “Onların birçoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise haktan hiç bir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki, Allah onların ne yaptıklarını bilir.” (Yunus-36) Daha buna benzer bir çok ayet var. Kişi “Yaptığım her dua mutlak kabul edilecek “ diye anlayışta olursa ve kabul edilmezse o zaman bazı problemli sorunlar ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Kişi Allah’tan duasının kabul edilmesini umar , Allah’tan ister ama kabul edilip edilmeyeceğini sadece Allah bilir. İnsan , dua ettiği zaman sadece dil ile yapmaz , FİİLİ DUA yapmalıdır ki duası kabul olsun. İslam alimleri duanın kabulü için bazı şartlar ortaya koymuşlardır. Ayrıca duası kabul olacak/ ted olunmayacak kimselerden hadislerde geçmektedir. Mesela: “Oruçlunun duası” “Anne-babanın, yolcunun , mazlumun” “Çok zikreden, mazlum ve adil idareci” Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre sizin zan hakkındaki görüşünüze katılmadığımı ifade ediyorum. Allahın her duaya icabet etmesiyle kabul etmesi aynı anlamda olmadığını tekraren belirtmem gerekiyor. Zan ile aklıma Kurandan bir örnek geldi. Yahudiler , cehennemde kalmayacaklarını ve ateşin onlara az bir süre dokunacağını söylüyorlardı da Allah onlara zanlarının yanlış olduğunu söylüyordu: “Bir de dediler ki: “Bize ateş, sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır.” Sen onlara de ki: “siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız? –Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez-. Yoksa Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” Evet, kötülük işleyip suçu benliğini kaplamış (ve böylece şirke düşmüş olan kimseler var ya, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır”.” (Bakara (2)/80-81) |
SAAT: 14:29 |
vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
User Alert System provided by
Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) -
vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.