Medineweb Forum/Huzur Adresi

Medineweb Forum/Huzur Adresi (https://www.forum.medineweb.net/)
-   Soru Cevap Arşivi (https://www.forum.medineweb.net/650-soru-cevap-arsivi)
-   -   "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" (https://www.forum.medineweb.net/soru-cevap-arsivi/19132-vequotdini-konular-hakkinda-sorular-cevaplarvequot.html)

@MAVERA@ 29 Nisan 2011 17:15

Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"
 
DEĞERLİ hocalarım bu güzel açıklmalarınız için teşekkür ediyorum. anladığım kadarıyla peşin alış veriş yapmak en iyisidir.eğer paramız yoksa boşu boşuna kendimizi riske atmamak lazım.

kamer hocam tağuta muhakeme olmak ile tağutun bazı yasalarından yararlanmak farklıdır diyorsunuz bunu biraz daha açarmısınız bu tam olarak hangi alanlardadır.

kamer34 30 Nisan 2011 02:02

Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"
 
Allah (c.c) şöyle buyuruyor;

"(Ey Muhammedi) Sana indirilen Kur’an’a ve senden öncekilere indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmeleri emrolunmuşken tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister." (Nisa: 60)

Allah (c.c) bu ayete Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilen Kur'an'a ve ondan öncekilere indirilen diğer kitaplara inandıklarını iddia etmelerine rağmen reddetmekle emrolundukları tağuta muhakeme olmayı isteyen bir topluluktan bahsediyor.


Ve böyle bir topluluğu şeytanın apaçık bir şekilde derin sapıklığa düşürdüğü kimseler olmakla vasıflandırıyor. Bu ayette geçen ifade çok açık, net, tevili ve tahsisi mümkün olmayan bariz bir hüküm bildirmektedir.

Kim reddetmekle emrolunduğu tağuta muhakeme olmak isterse, Kur'an'a ve ondan önceki kitaplara inandığını iddia etse bile bu kişi imandan önce İslam'ın gerçekleşebilmesi için gerekli olan şartlardan biri ki; o tağutu her türlü çeşidiyle, renk, biçim ve sıfatıyla reddetmektir, yerine getirmemiş olarak kabul edilir.

Allah (c.c) bu ayeti kerimesinde Kur’an’a ve önceki indirilen kitaplara inandıklarını iddia etmelerine rağmen tağuta muhakeme olma isteği bulunan kimseleri kastederek ayetin devamı böyle kimselerin şeytanın derin bir sapıklığa düşürdüğü kimseler olarak vasıflandırıyor.

O zaman ey akıl sahipleri düşünün ki;

İstemek yani irade etmek (yuridune) kalbin amellerindendir. Öyleyse bir kişi kalbiyle tağuta muhakeme olmayı isterse ve Allah bu kişiyi şeytanın sapıklığa; küfre, şirke düşürdüğü kişi olarak vasıflandırmışsa acaba Allah (c.c)’ın bilfiil tağuta muhakeme olan kimse hakkında hükmü daha büyük bir küfür olmaz mı? Elbette daha büyük küfür olur.


Zira bir ameli bilfiil yapmak, onu istemekten daha ağır ve şiddetlidir. Hal böyle iken kalkıp ta tağuta muhakeme olmaya istemek“ biz kalben bunu istemedik” demeleri akabinde gidip bilfiil tağuta muhakeme olmaları ve bu muhakemeyi ameli olarak kabul etmeleri sözlerini yalanlamaz mı?

Elbette amelleri onların söylediği sözün aksini ispat eder ve onları bu iddialarında yalancı çıkarır. İstemek fiili aslen kalbi bir amel olduğu için Allah bildirmediği takdirde bizim bu ameli bilmemiz mümkün değildir. Hal böyle iken tağuta başvurmayı istemekle kalmayıp bilfiil Kur’an ve Sünnetin hükümlerinden başka hükümlere başvuran kişinin küfrü elbette ki daha açık, daha zahir olur.

Tağuta muhakekem olmak şunu ifade eder. Muhakeme hakimi Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermeyeceği açık ise. “Allah’ın hükmü ile hüküm etmeyenler kafirlerin ta kendileridir”Maide/44 ayeti gereğince bu hakim tağut hükmündedir. O halde Allahın hükmü ile hüküm vermeyen bir merci-iyi tanımak ondan adalet beklemek onunda Allah’ın hükmü karşsınında hüküm verebileceiğine inanmak anlamına gelir buda küfürdür.

Nisa:60 ayetinin hükmü amm’dır ve ayetin kapsamına giren her türlü ameli içine alır. Bir kişi tağutun hangi çeşidine olursa olsun, ister bunu kalben isteyerek, ister kalben istemeyerek, muhakeme olmayı isterse ve bu muhakemeyi kabul ederse ikrah-ı mulci hariç (ikrahın şartları vardır) bu kişi Nisa: 60 ayetinde ki açık ve bariz olan hükmün muhatabı olur.

Bu ayetteki umumi olan emri tahsis eden bir nas olmadığı müddetçe bu emir hususileştirilemez. Ve bu ayet hakkında ki sebebi nüzulü ne olursa olsun hükmü kıyamete kadar amm’dır.

Tağutun karşsınında hakkı söylemek:

Cafer bin Ebi Talib’in kendisini Necaşi karşısında savunması buna delildir. Çünkü Cafer b. Ebi Talib, Necaşi karşısında muhakeme olmamış, sadece hakkı söylemek için onun yanına gelmiştir. Bir kimse tagut olsa bile onun yanına hakkı söylemek için gitmekte bir sakınca yoktur. Zira Firavn taguttu. Ama Musa (a.s) ve Harun (a.s) ona tebliğ etmeye gitmişlerdi. Nemrut taguttu, ama; İbrahim (a.s), hakkındaki iddialar sebebiyle yanına çıkarıldığında sunduğu delillerle onu susturmuştur.

Dolayısıyla bir Müslümanın, hakkında ortaya atılan iddiaya cevap vermesi için tağutun yanına gitmesi, onunla konuşması başka, taguta muhakemeden sayılacak bir amel sebebiyle muhakeme ortamına gitmesi ve orada bulunması başkadır. Birincisi caizdir. İkincisi ise durumuna göre küfür, durumuna göre küfür olmaz.

Şöyle ki;Bir kimsenin mahkemeye hakkında iddialara reddiye yapmak, onları çürütmek için gitmesi şayet onların kanunlarını kabul anlamına gelmiyor ve oradaki herhangi küfür, şirk, haram olan bir amel işlemeyecek, hakime saygı ve tazim edilecek bir davranışta bulunmayacaksa buraya gidip hakkı anlatmasında bir sakınca yoktur.


Dolayısıyla günümüzde ki mahkemeler ile Cafer olayı arasında hiçbir benzerlik yoktur. Cafer’in durumu ile kendi durumlarını kıyaslasınlar bakalım aralarında ne gibi benzerlikler vardır? Elbette bu iki durum arasında büyük farklar vardır. Rasulullah (s.a.s)’ın Güzin ashabını bu iftiralardan tenzih ederiz.

Fakat şeytan, bizleri kendi yaptığına ne olursa olsun delil arayan kişi durumuna düşermektedir. Tıpkı çölde susamış olan kişinin serap görmesi durumuna düşürür. O’na Kur’an ve sünnetten kendi yaptığı ile alakası olmayan deliller buldurarak onu aldatır.


Böylece bizleri haklıymışız zannına düşürür. Çünkü şeytan bizlere yaptığımız amelleri süslü göstermiştir. İşte şeytanın insanı saptırmak için kullandığı hilelerden biri de budur. Şeytanın bu tür hilelerinden kurtulmak için iki şart gerekir. Bu şartlardan biri olmazsa şeytanın hilelerinden kurtulmak mümkün değildir.

1- İhlaslı olmak.
2- İlim sahibi olmak.

Hakka tabi olmak için ilim sahibi olmadan sadece ihlaslı olmak yetmez. İhlaslı olmadan sadece ilimle de hakka tabi olunmaz.

Tağuttan islama aykırı olmayan mevzularda istifade etmek:
Tağuta muhakeme olmak ve yapılan zülmü engellemesi için bir kimseden taleb-i nursa bulunmak arasında fark vardır.


Sultan, güç ve kuvvet sahibi olan bir kişidir. Ülkesinde dilediği gibi hareket edebilir. Böyle bir konumda olan kişiye müracaat etmeyi ve bazı konularda yardım istemesi muhakeme olmak kapsamına girmez. Örneğin: Diyelimki Arabamız dereye uçmuştur yada çukura batmıştır o yörede bulunan tağuti yetkilelrden bu durumdan kendisini kurtarmasını istemek tağuta muhekeme hükmüne girmez.


Peygamber (s.a.s)’in zamanında, kafirlerin, müşriklerin ihtilaflarını, anlaşmazlıklarını çözen, Ka’b b.Eşrefler, Cüheyneli Kahinler olduğu gibi...Günümüzdeki demokratik rejimlerde de yasama, yürütme ve yargı işleri farklı kurumlarca yürütülmekte ve her birinin işleyiş tüzüğü farklıdır. Tabi ki günümüz de yasama, yürütme, yargı işleri daha düzenli, daha sistemli kurumlar haline getirilmiştir. Lakin küfür olma noktasında aynıdırlar.


Eğer bir alimin sözü Kur’an ve hadislere ters düşerse, ayet ve hadis alınır, alimin sözü ise alınmaz, atılır. Yani; alimin sözü kuran ayetlerine ters düşerse, ayetle amel edilir, alimin sözüyle amel edilmez. Aynı şekilde alimin sözü sahih hadise ters düşerse, hadisle amel edilir, alimin sözüyle amel edilmez.

Hiç şüphe yoktur ki, alimlerin sözleri hüccet değildir. Alimlerin sözleri, ancak Kur’an ve sünnete dayanıyorsa alınır, uymuyorsa alınmaz. İslam temel kaideler üzerine bina edilmiştir. Bu temel kaideler de Allah (c.c)’ın ayetleriyle açıklamıştır. Eğer bir hadis bu temel kaidelere tezat teşkil ederse, temel kaidelere göre tevil edilir. Aynı şekilde, İslam alimlerinin sözleri bu temel kaidelere tezat teşkil ederse, temel kaideye göre tevil edilir ya da atılır. Temel kaidelerden asla taviz verilmez.

Alimlerin üzerinde ittifak ettiği bir diğer kaide de şudur:

"Hakkında anlaşmazlık bulunan bir konuda taraflardan biri Müslüman ise yetkili mahkeme, kesinlikle İslam mahkemesi olmak zorundadır. Bir Müslümanın davacı, İslam mahkemesi dışında başka bir mahkemenin bakması asla caiz olmaz. Karşı taraf ister zımmi olsun isterse müstemin olsun, İslam mahkemesinin davaya bakması vaciptir.


Bu durumda, mahkeme davaya bakmaktan içtinap edemez. Müslümanın, taraf olduğu bir ihtilafta, lehine veya aleyhine, Müslüman’lardan başkasının bakması caiz olmadığı gibi, gayri Müslim bir mahkemeye götürmesi de caiz olmaz. Keza velayete dayanır, kafirlerin ise Müslümanlar üzerinde hiçbir velayet hakkı yoktur.

Bu konuyla ilgili aşağıdaki kaynaklara baş vurabilirsiniz.

(ibn-i kesir Muhtasar-V Seyyid Kutub fizilal-il kuran II ,527- Mevdudi-tefhümül kuran)
(Şafii el Um: VII, 38-Şirazi el Muhezzeb: II, 257; İbni hacer: VII, 335; Şirbini: III, 195; a.g.e. VI, 300; İbni Kudame el Mukni: I, 532; el Muğni: X, 623; Eş Şehru Siyeri Kebir: X, 631; İbni Kayim Zadul Mead: III, 201; Haccavi: II, 52; Meraği: s.43; Zeydan: s. 569-72)
Allaha emanet olunuz

kamer34 30 Nisan 2011 15:25

Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"
 
Alıntı:

iklimya Üyemizden Alıntı (Mesaj 130869)
sitede böyle bir calısma var mı bilmiyorum ama aklıma geldi sorayım, organ nakli caiz midir?

İklimya bacım bu soruyu cevaplamak için çok derin ilim sahibi olmak lazım.

Eğer birgün islam devleti olursa muhakkak bu konuya islam uleması gerekli fetvayı verir. Çünkü bu öylesine bir konuki hakkında nas yok kıyas yapabileceliğimiz bir veride yok elimizde.

Medineweb 30 Nisan 2011 18:05

Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"
 
bu başlık çok faydalı oluyo..bi soru daha sorim bilmeyen biri okursa sevaplanalım inşaAllah


hacizde olan malları almak satmak yada satışına vesile olmak caiz midir?

FECR 30 Nisan 2011 18:24

Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"
 
Alıntı:

mecnun Üyemizden Alıntı (Mesaj 130928)

hacizde olan malları almak satmak yada satışına vesile olmak caiz midir?

Öncelikle haciz olayının ne olduğu anlaşılması lazım ki cevap da daha sağlıklı olabilsin
İki kişi arasındaki ya da kurum/şirket ile şahış veya başka bir şirket arasındaki bir anlaşmanın borçlu tarafından ihlal edilmesi neticesinde,alacaklı kişinin alacağını icra yoluyla tahsil etmek amacıyla borçlunun mallarını satışa çıkarmasıdır.
Gönül isterki borçlu borcunu zamanında ödesin,alacaklı alacağını zamanında tahsil etsin,insanlar bir birlerine verdiği sözde ve yaptıkları alışverişlerde dürüst olsunlar,verdikleri ahid ve akidlere sadık olsunlar.
İki kişi arasındaki ticari akitleşmede alacaklının borçludan alacağını tahsil etmesi,ya da tahsile çalışması gerek islami gerekse insani hukuk kurallarına uygun bir davranıştır.Alacaklı kendi imkanlarıyla alamıyorsa alacağını,yetkili kurumdan alacağını tahsil için haciz yoluna gidebilir.Asrı Saadet döneminde buna örnekler vardır.:
Peygam­berimizin Muaz b. Cebel’in iflasına karar ve­rerek mallarına haciz koyup sattırması ve satıştan elde edilen parayı alacaklılara dağıttığı rivayet edilir. (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c: 5, s: 275-276; ayrıca bkz: Müslim, Müsâkât, 18)
Hz. Ömer de Üseyfi’ el-Cühenî adın­da bir kişinin mallarına haciz koyup sat­tırmış ve elde edilen paraları alacaklı­lara dağıttırmıştır. (Serahsi, el-Mebsût, c: 24, s: 164)
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Ödeme gücü bu­lunan bir kimsenin borcunu ifa etmeyip geciktirmesi onun cezalandırılmasını ve kınanmasını helâl kılar.”(Buhari, İstikraz, 14)
İbrahim en-Nehai, İbn Sirin, Zeyd b. Ali, Ebu Hanife, İmam Züfer gibi âlimlere göre borçlu hacredilemez ve malı haciz konularak satılamaz. Çünkü haciz, borçlunun mallarının onun rızası olmadan satılması demektir. Mal sahibinin rızası bulunmayan akid ise sahih değildir. Bu âlimlere göre uygulanacak ceza, borçluyu borcunu ödeyinceye kadar hapsetmektir. Ebu Hanife, haciz yoluyla satışın caiz olmadığı yolundaki hükmüne varırken özellikle “Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna mallarınızı batıl yollarla aranızda yemeyin.” (Nisa, 4/29) mealindeki ayetle “Müslüman kişinin malı ancak gönlünün rızası ile helal olur.” (Darekutni, III, 26) mealindeki hadisi gösterir.
Ancak Ebû Hanîfe, borçlunun malına haciz konulup cebrî ic­ra yoluyla satılmasını kural olarak caiz görmemekle birlikte bazı durumlarda borçlunun malının cebren alınarak alacak­lıya verilebileceğini kabul etmiştir. Şöyle ki: Alacağın cinsiyle borçlunun malının cin­si aynı ise, meselâ alacak altın ise borçlu­nun da altını varsa borçlunun borcu ceb­ren ödetilir. Hatta Ebû Hanîfe, para ala­caklıları için istihsânen ikinci bir çözüm şeklini de kabul etmiştir. Buna göre me­selâ borçlunun borcu altın ve malı da gümüşse hâkim borçlunun gümüşünü sata­rak altın alır ve bu altını alacaklıya verir. (Fahrettin Atar, “Haciz”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 14, s: 518-519)

Haczedilen bir malı satın almak ya da satış ihalesine girmek caizdir.Ama satış ihalesine malın sahibi de girerse o malı almak ona münasiptir.Diğerlerinin ihaleye iştirak etmeleri güzel bir davranış olmaz.Halk arasında şöyle bir söz vardır:"Ağlayanın malı gülene hayır etmez".Ama malın sahibi ihaleye iştirak etmezse o zaman isteyen kimse alabilir.

'Kardelen' 01 Mayıs 2011 09:13

Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"
 
Ben Bi soru sorabilir miyim ?

Hafif ve ses çıkartmayan dikkat çekmeyen bir topuklu ayakkabı ile ve sürme çekerek dışarı çıkmak caiz midir ?

FECR 01 Mayıs 2011 11:26

Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"
 
Alıntı:

'Kardelen' Üyemizden Alıntı (Mesaj 130946)
Ben Bi soru sorabilir miyim ?

Hafif ve ses çıkartmayan dikkat çekmeyen bir topuklu ayakkabı ile ve sürme çekerek dışarı çıkmak caiz midir ?

Bu konuda öncelikle şu ayeti okuyalım.
Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları ve kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün.(24/Nur-31)

Arap cahiliyyesinde kadınlar süslerini göstermek ya da insanların dikkatini çekmek amacıyla ayaklarına sesli takılar takarlardı.İslam bunu yasaklıyor ve kadınların dikkat çekmek için bu tür hareketler yapmasını istemiyor.İslam kadının sadece eşlerine karşı dikkat çekici elbise/giyim/kuşam/koku kullanmasına cevaz veriyor.
sorunuza gelince;
Hafif ve ses çıkarmayan topuklu ayakkabı giymesi caizdir.Ama aşırı pahalı,lüx veya ayaklarını,ayak parmaklarını açıkta bırakacak ayakkabıları giymekten kaçınmalıdır.Karşıdaki insanların dikkatini çeken,toplum içinde ayakkabının farkındalığının farkına varılması bir takım sui zanna sebep olabilir.Aşırı kaçmamak kaydıyla topuklu ayakkabı giyilebilir.

Sürme meselesine gelince,sürme kullanmak caizdir.Fakat sürme kullanması kadının kendi eşine hoş görünmek amacıyla,ya da hemcinsleri arasında kullanması daha iyi olur.Dışarı çıkarken sürme kullanabilir ama aşırı şekilde belli olacak şekilde veya karşı cinslerin hemen dikkatini çekecek şekilde sürmeyi çok sürmesi takvaca uygun değildir.Sürme kullanmak helaldir,caizdir ama en güzeli gerek hareket gerekse giyimde takva sürmesi ve takva elbisesidir.

'Kardelen' 01 Mayıs 2011 11:36

Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"
 
Cevap verip ilgilendiğiniz için çok teşekkür ederim peki ; sürmenin caiz olduğunu belirten bi hadis veya bi alim in görüşü var mıdır ?

FECR 01 Mayıs 2011 11:45

Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"
 
Alıntı:

'Kardelen' Üyemizden Alıntı (Mesaj 130953)
Cevap verip ilgilendiğiniz için çok teşekkür ederim peki ; sürmenin caiz olduğunu belirten bi hadis veya bi alim in görüşü var mıdır ?

Sürme eski çağlardan günümüze kadar gelen bir süslenme vasıtasıdır.Arap kadınları "mikhale" denilen şişeler içerisinde korunan sürme maddesini kendi çocuklarının gözlerine çekerlerdi. Kirpiklerin iç kısmına çekilen sürmenin göze şifa verdiği ve kirpikleri güçlendirdiğine dair rivayetler vardır. Hz. Peygamber (s.a.s) yatmadan önce "ismid" Artimnan adı verilen sürmeyi tavsiye etmiştir (Tirmizi, Libâs).
Isnadı zayıf bir hadise göre kendisi de yatmadan önce gözlerini üçer defa sürmelerdi (Bağavî, Şerhu's-Sünne, XII, 117-119).
Dul kalan arap kadınları yas tuttukları zaman süslenmeyi bırakırlar, tekrar evlenmek istediklerini göstermek için ise süslenirlerdi. Sürme çekmek de evlenmeye hazır duruma gelmenin bir göstergesiydi. Müslim'in rivayet ettiği bir hadis de Ümmü Atıyye şöyle demektedir: "Biz ölüye üç günden fazla yas tutmaktan nehyolunuyorduk, yalnız koca için dört ay on gün müstesna idi: O esnada sürme çekinmez; koku sürünmez ve boyalı elbise giymezdiler" (Müslim, Talak, 66, 67). Dârimî, bir hadise göre oruçlu olanların gündüz değil gece sürme çekmesi istenmişse de (Dârîmî, Savm, 28) devamında bizzat kendisi bunda bir beis görmediğini ifade etmiştir.
Ihramlı iken ise sürme yerine "sabır" denilen acı bir ilacın kullanılmasını Eban b. Osman tavsiye etmekle beraber (Müslim, Hac, 90; Ahmed b. Hanbel, I, 60, 65) kokusuz olan sürmenin çekilmesinde ulemâ bir sakınca görmemiştir (Müslim, A. Davudoğlu Ter. Şerhi, VI, 369).

kamer34 01 Mayıs 2011 15:04

Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar"
 
Dar-ül Harb’de ve Dar-ül Küfr’de Müstemin Müs­lüman:
Mecnun editörüm sizin sorunuza cevap verneden önce şunu belirtmekte fayda görüyorum. FECR hocam rehin olayını zaten açıkladı ben konunun başka bir boyutunu ele almak istiyorum.

Bir kişi geçici olarak Dar-ül Küfr veya Dar-ül Harb’e can güvenliği konusunda güvence alıp yaşarsa, İslami terime göre kendisine “Müstemin” deni­lir. Bu kişi İslami hükümetin yetki alanının dışında olduğu için yasal sınırlamalarının ötesinde oluyor. Ancak yine de, İslami hükümetin koruması altında oluyor ve İslami yasalara uymamak konusunda tamamen özgür olmuyor. Hidayede şöyle deniyor:

“Dar-ül İslam’ın koruması altında bulunan ismet, ge­çici olarak can güvenliği güvencesini almakla gelmekle iptal olmaz.”
(Siyer bölümü, Müstemin kısmı)
Bu kuraldan şu meseleler ortaya çıkıyor:

Hangi Dar-ül Küfr ile Dar-ül İslam’ın anlaşması varsa, orada müstemin Müslüman için fasit akitlerle muamele yapması caiz olacaktır. Zira, malları ve canları güvencesiz olan bir kimsenin oranın kafirleriyle yapmış olduğu fasit akitlerin geçerliliği ibahete dayandığı için, ibahetin ortadan kalkmasıyla buna dayanan şeyde kendiliğinden ortadan kal­kar.

Eğer müstemin bir Müslüman böyle bir Dar-ül Küfr’de fasit akitlerle muamele yapar, yahut anlaşmayı ihlal ederek bir şeyi gasp ederek veya çalarak gelirse İslami hükümet onun hakkında ne bir dava açabilir ne de ondan tazminat isteyebilir. Ama, dini açıdan ona, Şeriata aykırı olarak yap­tığı tüm fiillerden dönme telkini yapılacaktır.

Kötü anlaşmalar bir yana bırakılırsa diğer tüm konularda bu müstemin için Hanefi fıkhının hükümleri Dar-ül Harb’e emanle gelen birine uygulanan emirlerin aynısıdır. “Eğer bir tacir emanle Dar-ül Harb’e gider ve oradan bir cariye kaçırarak dönerse…Onu Allah için geri vermeye mecburdur, gerçi İmam onu bu işe zorlayamaz.” (El-Mebsût, c. 1, s. 61)

“Eğer bir Müslüman can güvenliği konusunda gü­vence ile Dar-ül Harb’e girer, onlardan borç alır yahut, onlar ondan borç alır veya onların mallarını gasp eder yahut, onlar onun malını gasp ederse aralarında ki dava hakkında Dar-ül İslâm’da herhangi bir karar verilmeye­cektir…Müsteminin kendisi onlara hiyanet yapmama so­rumluluğunu üzerine almıştı ve şimdi anlaşmaya aykırı davrandıysa, o İmam’ın anlaşmasına değil, bizzat kendi anlaşmasına hiyanet etmiştir. Bu nedenle, ona malları geri verme fetvası verilecek, ancak hükmen mecbur edilmeye­cektir.” (El-Mebsût, c. 1, s. 95)

(İmam Ebû Yusuf buna ihtilaf etmiştir, çünkü o Müslümanın her yerde İslâmi yasalara bağlı olduğuna inan­maktadır.) Eğer bir müstemin Müslüman Dar-ül Harb’te birini öldü­rür mallarına zarar verirse Dar-ül İslâm’da onun aleyhine hiçbir şey yapılmaz. Ancak din açısından onun böyle yap­ması caiz değildir.


“Eğer müstemin Müslüman Dar-ül Harb’ten herhangi bir malı gaspederek veya çalarak getirirse, bir Müslüman onu satın alması mekruhdur çünkü hıyanet (İslamî olarak) haramdır.” (Aynı yer, s. 96)

“Ama yine de satın alırsa, bu satın red edilmeyecektir. Zira, kanunen alış ve satışta herhangi bir bozukluk yoktu. Ne var ki, mal aslında anlaşmaya aykırı olarak alındığı için Müslümanlar bunu dinen geri vermekle yükümlüdür.” (Aynı eser,s. 97)

Bir müstemin Müslüman, Dar-ül Harb’te harbilerden faiz alabilir, onlarla veya orada kumar oynayabilir. İçki, do­muz etini ve ölü bir hayvanın etini onlara satabilir ve bütün bu işlerden kazanç sağlayabilir, ama buna harbilerin de rıza göstermesi gerekir.
İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Mu­hammed’in görüşü budur.


İmam Ebû Yusuf ise farklı gö­rüştedir. Bu hususta İmam Serahsi’nin naklettiği tarafların görüş ve delilleri dikkate değerdir:
“Müstemin için ehl-i harpten biriyle faizli nakit veya borç işlemi yapmak, yahut içki, domuz eti ve ölü etini onlara satmak Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre caizdir. Ancak Ebû Yusuf’a göre caiz değildir. İmam Ebû Yusuf’un istidlâli şudur:


Müslüman nerede olursa olsun, İslami yasalara uymak zorundadır ve bu hususta İslâm’ın yasaları uygulanmalıdır. Görmüyormusunuz ki, eğer bir harbi müstemin ile darımızda böyle bir iş yapılırsa caiz olmuyor? Yani, bu burada caiz değilse, Dar-ül Harb’te de caiz olmamalıdır. Buna cevap olarak daha önce zikretti­ğimiz iki İmam (Ebu Hanife ve İmam Muhammed) buyu­ruyorlar ki: bu düşmanın malını rızasıyla almak meselesi­dir. Bunun aslı, mallarının bizim için mübah olmasıdır.


Müstemin sadece hiyanet etmeme sorumluluğunu üstlen­mişti. Ancak bu anlaşmalara göre ve onların rızasıyla bu malı alınca zaten hıyanetten kurtuldu. Hürmetten de, malı akitle değil ibahetle almasından dolayı kurtuldu. Dar-ül İslâm’da harbi müsteminin konusuna gelince, durumu bundan farklıdır. Zira, malı emân yüzünden masûm ol­muştur ve ibahet açısından ele geçirilmez.” (El-Mebsût, c. 1, s. 95)

İşte bu tüm açıklamalrdan da anlaşıldığı gibi ister darul-harpte olsun ister darul islamda olsun müslüman yapmış olduğu hukukunu islam esaslarına dayandırmak zorundadır. Her ne kadar imam azam bu konu hakkında farklı fetva vermişsede bunu bizim kabul etmemiz söz konusu olamamaktadır.

Şimdi bazı arkadaşlarımız islam dinini çok yüzeysel olarak ele almakla dinin tamamını anladıklarını sanmaktadırlar.burdan bir kardeşime gönderme olsun bu sözlerim. Örneğim bir kaç ayet ezberleyerek din hususunda fetva vermeye çalışmaktadırlar. İslam dininin çok geniş bir hukuku vardır müslüman öncelikle karşılacağı durumları kendini nisbet ettiği dinin esaslarına uygun hareket etmek durumundadır.

İslam Hukuku Üç dal üzerinde değerlendirelebilinir.

Bu hususta şu gerçek unutulmamalıdır ki, Şeriat, yani İslam Hukukunun tanımını iyice yapamadığımız takdirde konularıda yeterince analiz etmemiz bir o kadar zorlaşır.


1-İtikad Hukuku ki, genellikle tüm Müslümanlarla ilgili­dir.
2-Anayasa Hukuku ki, İslam Devletiyle ilgilidir.
3-Devletler Hukuku, uluslararası yasalar veya daha doğ­rusu, Müslümanlar ile diğer milletler arasındaki ilişkileri dü­zenleyen dış ilişkiler yasası.

Bizim fıkıh kitaplarımızda bu kanunlar ayrı ayrı zikredil­memiştir ve kendilerine ayrı isimlerde verilmemiştir. Ancak Kur’an ve Hadiste öyle açık işaretler vardır ki onlardan İslam Hukuku üç ayrı ve belirgin yöne doğru yol alıyor.

İtikad Hukuku veya inanç yasasına göre dünya iki millete ayrılmıştır: İslam ve Küfr. Tüm Müslümanlar bir millettir ve tüm kafirler başka bir millet. İslam’ı kabul edenlerin hepsi bir milletin bireyleridir ve din kardeşliği nedeniyle birbirleri üze­rinde hakları vardır:

“Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık sizin din kardeşlerinizdirler.” (Tevbe:11).


Bir Müslümanın canı ve malı ve başka bir Müslüman için haramdır.


“Birbirinize kanlarınız ve mallarınız haram kılınmıştır.” (Veda Hûtbesi)


İslam’ın bütün emirlerine itaat etmek her Müslümana vaciptir. Dünyanın hangi köşesinde yaşıyorsa yaşasın, bun­dan müstesna olamaz. Farz kılınan herkes için farzdır, helal da öyle haram kılınan da herkes için haramdır. Zira, tüm emirlerin muhatapları “ellezine amenu” (iman edenler)dur ve herhangi bir durum veya yer sınırı yoktur. Buna karşılık küfür ayrı bir millettir. Bu millet ile farkımız usul, itikad ve mil­let farkıdır. Bu fark yüzünden onlarla bizim aramızda temelde bir savaş vardır,ama, onlarla ateşkes veya barış anlaşması yapılmışsa durum değişmektedir.

O halde, aslında İslam ve Küfür yahut Müslüman ve Kafir arasında barış değil, savaş vardır ve aralarındaki barış da geçici olmaktadır. Ancak bu savaş fiilen değil, teorik ve ilkesel olarak vardır. Bu şu de­mektir: Onlarla bizim milliyetimiz farklı olduğu için onlarla bizim aramızda gerçek ve kalıcı barış ve dostluk sağlanamaz. İbrahim kafirlere dedi ki:


“Biz, sizden ve Allah’tan başka taptığınız şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz, sadece Allah’a iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz belirmiştir.” (El-Mümtehine:4).


Rasulullah bu konuyu kısa bir hadiste açıkça ifade et­miştir:
“İnsanlarla, Allah’tan başka bir mabud yoktur ve Mu­hammed O’nun kulu ve Resûlüdür diye şahitlik edinceye, kıblemize doğru yüz çevirinceye, bizim kestiğimizi (hay­vanları) yiyinceye ve bizim gibi namaz kılıncaya kadar savaşmam emredilmiştir. Ancak onlar bunları yapınca, herhangi bir hakla alınmasının dışında kanları ve malları bize haram olacaktır. Hakları, Müslümanların ki gibi ve farzları da Müslümanlarınki gibi olacaktır.”
(Ebû Davûd, Bâb’ı ala ma yukâtil’ül müşrikin)

Sonuç:
1- Kişi öncelikle muhatab olduğu idaredeki yönetim şeklini bilecektir.
2- Kişi hangi Dar diyarında olduğunu bilecektir
3- Kişi karşısındaki akit yapmış olduğu kişiyi yada toplumu tanımlayacaktır.
4-Tüm bunlardan sonra islamın emir ettiği şekilde karşılaşmış olduğu sorunu çözmeye çalışacaktır. Eğer kişi bu tanımlamayı gerçekleştiremediği takdirde İslam hukukunu kendi nefsinde tatbik etme imkanınıda bulamyacaktır.

İcrada olan bir malın satışa sunulması islam şeriatinin hukuku dahilinde olmayan bir beldede ise bu şu anlama gelmektedir. Satışta gerçekleşecek tüm prösödörler tağutun yasasına göre gerçekleşecektir.

Müslüman bunu iyi tanımlayamaz ise bu konuda tağuta teslim olma yada tağutu tanıma yada tağuta muhakeme olma pözisyonları ile karşılabilir.
Eğer kişi islami hasasiyetlere sahip değilse her türlü şekilde bu icradaki malları alabilir. bu durumda onun nazarın da geçerli olan hukuk tağuti bir hukuk sistemi olacağından dolayı bizim ilgi alanımıza girmez.

ALLAHA EMANET OLUNUZ


SAAT: 15:06

vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.

User Alert System provided by Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) - vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.


1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 92 93 94 95 96 97 98 99 100 101 102 103 104 105 106 107 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120 121 122 123 124 125 126 127 128 129 130 131 132 133 134 135 136 137 138 139 140 141 142 143 144 145 146 147 148 149 150 151 152 153 154 155 156 157 158 159 160 161 162 163 164 165 166 167 168 169 170 171 172 173 174 175 176 177 178 179 180 181 182 183 184 185 186 187 188 189 190 191 192 193 194 195 196 197 198 199 200 201 202 203 204 205 206 207 208 209 210 211 212 213 214 215 216 217 218 219 220 221 222 223 224 225 226 227 228 229 230 231 232 233 234 235 236 237 238 239 240 241 242 243 244 245 246 247 248 249 250 251 252 253 254 255 256 257 258 259 260 261 262 263 264 265 266 267 268 269 270 271 272 273 274 275 276 277 278 279 280 281 282 283 284 285 286 287 288 289 290 291 292 293 294 295 296 297 298 299 300 301 302 303 304 305 306 307 308 309 310 311 312 313 314 315 316 317 318 319 320