Medineweb Forum/Huzur Adresi

Go Back   Medineweb Forum/Huzur Adresi > ..::.İLİTAM İLAHİYAT LİSANS TAMAMLAMA.::. > İLİTAM Bölümleri Ders/ Dökümanlar > ANKARA İlitam

Konu Kimliği: Konu Sahibi Medine-web,Açılış Tarihi:  20 Ekim 2013 (12:58), Konuya Son Cevap : 20 Ekim 2013 (13:02). Konuya 9 Mesaj yazıldı

Beğeni Aldı2Kez Beğenildi
  • 1 Beğenilen Medine-web
  • 1 Beğenilen Medine-web
Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Değerlendirme
Alt 20 Ekim 2013, 12:58   Mesaj No:1
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.984
Konular: 339
Beğenildi:1160
Beğendi:330
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

DİN VE AHLAK FELSEFESİ


ÜNİTE 1:
FELSEFE VE DİN



** Din filozoflarına görevi, dini verimin felsefi açıdan değerlendirilmesidir.
** Anglo-Amerikan felsefe geleneğinde din felsefesi, dini inançların hakikat iddialarını incelemekle, dinin temel kavramlarının analizini yapmakla ilgilenmiştir.
** Din felsefesi teriminin felsefe literatürüne girişini Hegel’in Din felsefesi üzerine konferanslar başlıklı eseri sebep olmuştur.
Türkiyede Din felsefesinden söz edilmesi; II. Meşrutiyet döneminde başlamıştır. Bu dönemde Memduh Süleyman, 1326 yılında Felfefe-i Edya adlı bir makale yazmış, Eşrefzade Muhammed Şevketi, 1329 yılında, Darulfünunun Ulum-u Şer’iye şubesi, kelam kısmında “din felsefesi” dersinin okutulmasını önermiştir. Darulfünunun Ulum-ı Şeriye şubesi, 1926 yılında İlahiyat fakültesine dönüşmüştür, programına da din felsefe dersi konulmuştur.
Felsefe ve Din Kavramları:
Felsefe ile din arasındaki ilişkiyi ortaya koymak için ‘felsefe’ ile ‘din’ irdelemek gerekmektedir. Bu yolla din ve felsefe arasındaki benzerlikler ve farklılıklar daha kolay belirlenebilir. “Hikmet sevgisi” olan felsefeyi varlık, bilgi ve değere ilişkin bir takım temel ve nihaî soruları akla dayanarak yanıtlama çabası olarak tanımlanabilir”.
** Felsefe bir takım meseleleri özümleme çabası içerisine girerken çoğunlukla eleştirel bir yol izler ve kendi temel varsayımlarını, yöntemini ve çıkarımlarını da böyle bir akıl yürütme ve eleştiriye tabi tutar.(*)
** Doğal olarak, felsefî bir düşünce sisteminin dayandığı temel varsayımlar ile yöntem onun söz konusu temel/ nihaî sorulara ne tür cevaplar vereceğini önemli ölçüde etkileyecektir. Bu yüzden aynı sorular karşısında farklı felsefî yanıtların/ düşünce sistemlerin ortaya çıkması son derece doğaldır. Buna rağmen, denilecektir ki, bir düşünceyi/ düşünce sistemini en temelde ‘felsefî’ yapan şey onun doğruluk iddialarını eleştirel bir çözümlemeye açık tutması; deyim yerindeyse, bunu “hikmet sevgisi”nin vazgeçilmez temel bir peşin kabulü olarak görmesidir.


** Felsefeyi belli bir filozofun veya akımın düşünce ve yaklaşım tarzıyla özdeşleştirmek de doğru olmayacaktır. ‘Din’ kavramı da farklı anlayış ve yorumlara açıktır
Dinin birçok yorumu bulunsa da, HİCK’in de dediği gibi iki temel yaklaşım altında toplanır
1-Dini bütünüyle beşeri bir olgu olarak yorumlayan, yani dinin kaynağını insan olduğunu savunan tabiatçı yaklaşımlar
2-Diğer bütün dinleri kendi bakış açışıyla yorumlayan ve belli bir dini geleneğe bağlı olarak geliştirilen dinî yaklaşımlar.


Dinleri Nihai Gerçeklikgibi bir kavram etrafında bir araya getirmek mümkün görünse de bu kavramın tam olarak nasıl bir içeriğe sahip olduğu ve buna bağlı olarak nasıl bir varlığa delaleti öngördüğü açıklanmadığı/ belirtilmediği sürece pek açıklayıcı olmayacaktır. Benzer şekilde, din Nihai Gerçeklik etrafında-bireysel ve toplumsal olarak bir araya gelmiş inançlar, tecrübeler ve pratikler toplamı olarak da görülebilir. Sonuçta, bütün dinlerin üzerinde ittifak edebilecekleri bir “Nihai Gerçeklik”ten de bahsetmek pek mümkün görünmemektedir


En önemli farklılıklardan biri teistik ve teistik-olmayan yaklaşımlarda kendini gösterecektir. Böyle bir Nihâî Varlık Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi dinler tarafından mutlak bilgi, irade, kudret gibi zati sıfatlara sahip yaratıcı bir Tanrı olarak tasavvur edilmiştir. Bu dinlerin bir diğer ortak özelliği deiman’, ‘vahiy’ ve ‘peygamberlik’ gibi temel bir takım hususları ihtiva etmeleridir. Buna rağmen teistik dinler arasında da önemli farklılıklar bulunmaktadır.
Felsefe ve Din ilişkisi:
** Felsefe ile din arasında müspet bir ilişkinin kurulamayacağı, onların tabiatları gereği birbirlerini dışlayacak yapılara ve yaklaşımlara sahip oldukları yaygın sayılabilecek bir düşüncedir.
** Felsefe ile din arasında kimi önemli farklılıkların bulunduğu doğrudur, ancak bu farklılıklar, onların birbirlerini dışladıkları veya dışlamaları gerektiğine düşünmek yeterli görünmemektedir.
Felsefe ile din arasında nasıl bir ilişkinin kurulabileceği önemli ölçüde felsefe ve dine yükleyeceğimiz anlam ve işlevlere bağlıdır. Her şeyden önce, hem felsefenin hem de dinin nihâi anlamda yanıtlamaya çalıştıkları belki de en önemli soru, insanın kendisinin de bir parçasını oluşturduğu varlığın kaynağının ve mahiyetinin ne olduğu sorusudur. İster varlığı anlamaya/ açıklamaya, isterse böyle bir açıklama çabasının odağında yer alan insanın varlığını, ne liğini ve geleceğini/ kaderini anlamaya/ anlamlandırmaya yönelik verilebilecek/ varılabilecek herhangi bir yanıt felsefenin olduğu gibi dinin de ilgi alanında öncelikli bir yere sahiptir.

Geleneksel felsefe ile din arasındaki önemli ortak noktaların başında her ikisinin de gerçekliği bir bütün olarak ele alarak kuşatıcı bir dünya görüşü ortaya koymaya çalışmaları olmuştur.
** Felsefede varlık ve değer hakkında bir yargıya varmak için varlığın farklı boyutlarını tutarlı ve kuşatıcı bir şekilde ilişkilendirme yoluna giderek çoğunlukla tümevarımsal bir yol izlerken, din çoğunlukla varlığın ve değerin kaynağına ilişkin soruları doğrudan Tanrıdan başlayarak tümdengelimsel bir şekilde yanıtlamaya çalışır. (*)
** Ayrıca dinin Tanrı’sı ile filozofların Tanrı anlayışları da zaman zaman birbirinden etkilenebilmektedir. Ancak dinin Tanrı’sı kendisine inanılan ve ibadet edilen bir varlık olmasına karşın filozofların Tanrı’sı daha çok ****fiziksel ve düşünsel bir sistemin en temel unsuru olarak görülmektedir.
** Tarihsel açıdan bakıldığında, felsefede ve dinde çeşitli eğilimler görülse de, onların bir açıklama getirirken genel olarak birleştirici bir ilkeye dayandıkları veya en azından böyle bir arayış içinde oldukları söylenebilir.(*)
** Felsefe ile dinin pratik noktasında da ortak bir eğilim sergiledikleri düşünülebilir, felsefenin daha çok teorik meselelerle ilgilenmesine karşın dinin daha çok pratik(ameli) boyutuyla kendini gösterdiği bir ölçüde doğrudur. (*)
** N.Uygur’un dediği gibi dinin; hem kuramsal hem de eylemsel bir yön vardır. Kuramca içerdiği, eylemce ortaya koyduğu birbirinden ne kadar çok ayrılırsa ayrılsın, her din kuram ile eylemin birlikte yoğurduğu bir anlam bütünüdür.
** Her dinin bir felsefesinden söz edebiliriz ama her felsefenin,düşüncenin bir dininde yada Tanrısından söz etmek mümkün değildir.Felsefenin Tanrısıyla, dinlerin Tanrısı arasında da önemli fark vardır.
** Felsefenin ilk dönemlerinden itibaren birçok filozofun evreni açıklamak için böyle birleştirici, açıklayıcı bir ilke arayışına gittiklerini gözlemlemekteyiz, mesela antik Yunan felsefesinde Sokratesten önceki filozofların evreni açıklamak için öngördükleri ARCHE anlayışı bir çok açıdan bu arayışın güzel bir örneğini oluşturmaktadır. (*)
** Nihai varlık anlayışları değişik teistik geleneklerinin Tanrı tasavvurlarının yorumlanması üzeninde bazı etkilemelere neden olmuştur, bu düşünceler Orta çağda Tanrının varlığıyla ilgili kim kanıtların ortaya konmasında etkili olmuştur. örneğin; Aristotelesin İLK MUHARRİK veya hareket etmeyen hareket ettiricisi gibi.(*)
** Felsefe ile din arasındaki farklılıklar söz konusu olduğunda ilk dile getirilen hususlardan belki de en önemlisi akılve imanarasında var olduğu düşünülen çatışmadır.Felsefe genel olarak kesinliği yada doğruluğu için bir kanıta veya gerekçeye dayanan inançların dışındaki inançlara şüpheyle yaklaşır.Aklın eleştirel süzgecinden geçirilmemiş bir inanç gerçekten akıl-dışı ve zararlı olabilir. İman çoğu kez aklın çıkarımlarına dayanmak yerine vahye ve otoriteye dayanabilmektedir. (*)
**Dini pratik boyutunun onu felsefeden ayırdığı doğrudur, ancak bu dinin teorik bir zeminden yoksun olduğu anlamına gelmez. Ancak böyle de olsa özellikle teistik dinler ile felsefe arasındaki şu önemli bir farka işaret edilmelidir: din kaynağı itibariyle İlâhî olmasına karşın, felsefe beşeri bir entelektüel etkinlikten ibarettir. Bir başka deyişle, din en temelde varlığını aşkın bir bilgi kaynağı olan vahye borçlu iken, felsefi bir yolla edinilen bilgilerin kaynağı insan bilişsel faaliyetleridir. Yani, eğer bir din gerek vahiy anlayışını gerekse vahyin içeriğini akli bir muhakeme ve gerekçelendirmeye açık tutuyorsa doğal olarak onun felsefi bir etkinliği dışlamadığı sonucuna varılmalıdır.(*)
** Din ve felsefe ilişkisi konusunda bir kimsenin felsefe tasavvuru, ona yüklediği anlam ve işlev de önem arz etmektedir.İbn Rüşdün bu bağlamda dile getirdiği düşüncelerin din-felsefe arsındaki ilişkiye İslam bakış açısından ışık tuttuğunu düşünebilir.
Din Felsefesi


Din felsefesi genel olarak , “din hakkında felsefî düşünme” “dinin tabiatı, anlamı, önemi ve geçerliliğine dair bir araştırma” olarak tanımlandığında,onun felsefenin ilk dönemlerine kadar götürebileceği açıktır.(*)
** Felsefe tarihide “din felsefesi” deyimimi ilk kez kulanı HEGEL dir. (*)
** Din felsefesi doğal teoloji olarak adlandırıldığı için “den hakkında felsefi düşünme” olarak tanımlanmaktadır. (*)
** Din felsefesini ‘felsefenin dini’ olarak görmek yanlış olacağı gibi, onu ‘dinî felsefe’ olarak yorumlamak da doğru olmayacaktır. Ne de din felsefesinin ilgi alanı sadece bir dinle sınırlanabilir. Bu yüzden din felsefesinin alanı geleneksel olarak Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışan doğal teolojiyle de sınırlı değildir. Din felsefesi değişik dinlerin Tanrı tasavvurlarını ve teolojik doğruluk iddialarını dikkate aldığı gibi, Tanrı’nın varolmadığını (yokluğunu) bir şekilde gerekçelendirmeye çalışan ateist yaklaşımları da konu edinir. (*)


Din Felsefesi ve Epistemoloji


Dini inancın ve Tecrübenin mahiyeti, bilişselliği, doğruluğu ve nihayet bilgisel değeri, iman, tecrübe ve akıl ilişkisi, vahyin bilgisel statüsü gibi geleneksel din felsefesi konularının ele alınışı felsefi açıdan bilginin mahiyetini, imkanını, kaynaklarını ve sınırlarını ele alan epistemolojinin bilgi kuramının ilgi alanıyla iç içedir. Bilgiyi daha çok duyu tecrübesiyle temellendirmeye çalışır.(*)


Din felsefesi ve ****fizik


Temle bir felsefe disiplini olan ****fiziğin geleneksel olarak üzerinde durduğu ontolojik VARLIKBİLİMSEL sorunlar din felsefesinin en temel konularıyla iç içedir.(*)
** Felsefi teolojinin konuları olarak bilinen Tanrının varlığı ve mahiyeti, zatı ve sıfatları gibi konular da ontolojinin geleneksel konuları olan tümeller-tikeller, cevher ve nitelik, öz ve özdeşlik gibi konularıyla yakından ilişkilidir.
** Teizmin Tanrıya atfettiği sıfatların nasıl anlaşılacağı, ilahi sıfatlar ile yaratılan varlıkların nitelikleri arasındaki ilişkinin tasavvuru da din felsefesinin ****fiziksel nitelikli tartışmalarını içerir.


Din Felsefesi ve Etik


** Ahlak ****fiziği ile din felsefesi arasında da yakın bir ilişik vardır. Ahlak ****fiziğinin Tanrıya dayandırılıp dayandırılamayacağı, ahlakın varlığının tanrının varlığı için bir kanıt oluşturup oluşturmadığı ve yine ahlaki doğrular ile ilahi emirler arasında nasıl bir ilişki kurulabileceği vb. din felsefesinin ahlak felsefesi ile ortaklaşa ele aldığı sorunladır.(*)
** Din felsefesinin değişik konularını, bilim felsefesi, dil felsefesi, zihin felsefesi, mantık felsefesi, matematik felsefesi vb. hemen hemen diğer felsefe disiplinleriyle ilişkilendirmek mümkündür.
** Din felsefesi kelam, dinler tarihi, din sosyolojisi, din psikolojisi gibi din bilimleriyle yakından ilişkilidir. Din felsefesini bu disiplinlerden ayıran en önemli husus, onun din olgusuna yaklaşırken Felsefi yönteme bağlı kalmasıdır.
** Din olgusunu anlamakta ve değerlendirmekte din felsefesi daha çok “felsefi” yöntemin beklentilerine öncelik vermekle birlikte dinlerin tarihsel ve toplumsal gelişimi ve etkileşimini de sistematik bir yaklaşım açısından gerekli bulur.
** Din disiplinleri arasında din felsefesinin belki de en yakından ilişkili olduğu disiplin kelâmdır. (*)


** Felsefî kelâm ile sistematik kelâm arasında net bir ayrıma gitmek her zaman kolay olmamakla birlikte sistematik kelâmın daha ziyade belli bir dinin inanç esaslarını kendi bütünselliği içinde ele alıp temellendirmeye çalıştığı söylenebilir.
** Kelâmı din felsefesinden ayıran onun izlediği ‘felsefî’ yöntemdir.
** İslam kelam düşüncesi hem akli hem de nakli temellendirmelere giderek islamın inanç esaslarını sistematik bir şekilde savunmaya çalışmıştır.
Mihrinaz beğendi.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla

Konu Sahibi Medine-web 'in açmış olduğu son Konular Aşağıda Listelenmiştir
Konu Forum Son Mesaj Yazan Cevaplar Okunma Son Mesaj Tarihi
Mustafa İslamoğlu Sözler Medineweb.net Videolar Mihrinaz 2 190 30 Nisan 2023 16:51
Şirk Hakkında Kuran Ne Diyor? Medineweb.net Videolar Medine-web 0 148 29 Nisan 2023 18:52
DÜNYA KABE'NİN NERESİNDE Hacc-Umre-Kurban Medine-web 0 924 27 Nisan 2020 21:40
T.B.Teknolojileri-2 Vize Konuları Ozet(2017) Temel Bilgi Teknolojileri 2 Medine-web 3 2585 06 Ekim 2017 20:31

Alt 20 Ekim 2013, 12:58   Mesaj No:2
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.984
Konular: 339
Beğenildi:1160
Beğendi:330
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

ÜNİTE 2:TANRI: TASAVVURLARI, SIFATLARI VE DELİLLERİ


Teistik ve teistik olmayan Farklı Tanrı tasavvurları, O’nun sıfatları ve varlığının delilleri din felsefesinin en önemli konularını oluşturmaktadırlar. Teistik bir tasavvuru teistik-olmayan bir tasavvurdan ayıran en temel nokta Tanrı’nın ilk tarafında bir zât (kişi) olarak düşünülmesidir.



Bir dinin temelinde o dinin Tanrı tasavvuru yer alır, yani bir dini en temelde belirleyen ve böylece diğer dinlerden ayıran o dinin Tanrı anlayışıdır. Tanrı tasavvurlarını monoteizm, deizm, panteizm ve panenteizm olarak sınıflayabiliriz.


MONENTEİZM;(klasik teizm) Tek-tanrıcılık anlamına gelen monoteizmin temelde vahye dayanan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın Tanrı anlayışıdır. Tanrı’yı zatî (kişisel) niteliklere sahip bir varlık olarak gören bu anlayışa göre, Tanrı her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, ezeli, ebedi, mutlak iyilik, irade ve hürriyet sahibi, kendinden başka bütün varlıkların mutlak yaratıcısı ve koruyucusu, kendisinden daha mükemmeli (büyüğü) bulunmayan, en mükemmel sıfatlara sahip yegane aşkın (müteal) varlıktır.(*)


Tanrı tasavvufu Tanrı tasavvurunun oluşmasındaki en önemli etkenlerden biri de Tanrı’nın diğer varlıklarla olan ilişkisidir. Tanrı’nın dışında kalan herşeyi ‘âlem’ olarak adlandıracak olursak, monoteist anlayışa göre, Tanrı-âlem ilişkisi bir yaratan-yaratılan ilişkisidir.


DEİZM; Tanrı’nın âlemi yarattığını da kabul eder, fakat yarattıktan sonra âleme müdahalesini, dolayısıyla vahyi ve mucizeleri reddeder. Aklın gücünü ön plana çıkaran deizm ‘vahyedilmiş din’ anlayışı yerine ‘doğal din’ anlayışını savunmuştur.


Deizm ile teizm arasındaki en büyük farklılık, Tanrının alemi yarattıktan sonra müdahale edip etmediği ve buna bağlı olarak da vahyin kabul edilip edilmemesi noktasında ortaya çıkmaktadır. Dini ve özellikle de Tanrıyı bilmek konusunda aklın gücünü ön plana çıkaran deizm vahyedilmiş din anlayışı yerine doğal din anlayışını savunmuştur. (*)

Buna göre, deizm Yaratıcı bir Tanrı’nın varlığıyla birlikte O’nun inayetini ve yine mükafaat ve cezanın bulunduğu bir ahiret hayatını kabul ettiği halde vahyi gerekli bulmaz. Tanrı’nın adaleti herkese eşit dini bilgiyi gerekli kıldığından böyle bir bilginin kaynağı O’nun özel bir müdahalesi olan ‘vahiy’ değil, bütün insanlarda mevcut olan ‘akıl’ olmalıdır.


Tanrı’nın adaleti böylece ‘vahyedilmiş tarihsel dini’ değil, ‘doğal din’i gerektirir. Deistlere göre, tabiatta (yaratılmış düzende) bulunan ‘akıl’ bir yerde Tanrı’nın iradesiyle özdeştir ve Tanrı’nın, varlığın tabiatında bulunan değişmez yasaların dışına çıkması bir keyfîlik ifade edeceğinden mümkün değildir.
** İnsanı merkeze yerleştiren Deizm dir. (*)
** Deizmi, aleme müdahale etmeyen bir Tanrı tasavvuruyla özdeşleştirildiğinde, felsefe tarihinde en azından Aristotelese kadar götürmek mümkündür.


PANTEİZİM;Felsefe tarihinde Spinoza’yla neredeyse özdeşleştirilmiş panteizme göre ise Tanrı ve âlem bir ve aynı şeydir. Tanrı’nın sıfatlarının zorunlu bir açılımı olan âlem de sonsuzdur. Dolayısıyla Spinoza’ya göre Tanrı veya Tabiat demek arasında bir fark bulunmamaktadır.(*)
Panteist bir anlayış monoteist bir anlayıştan en azından iki önemli noktada ayrılır:
(i) Tanrı âleme aşkın değil, içkindir,
(ii) Tanrı ile diğer varlıklar arasında temel bir ontolojik farklılık yoktur.


Gerçek anlamda yaratan ve yaratılan gibi bir ayrımdan söz edilemez. Tanrı âlemdeki diğer varlıklardan ayrı olmadığından onların yaratıcısı veya koruyucusu da değildir. Oysa, monoteist anlayışta Tanrı ile diğer (yaratılan) varlıklar arasında temel ve aşılmaz bir ontolojik farklılık vardır.(*)


** Birçok dini ve felsefi kültürde izlerine rastlanabilecek panteizmin Modern batı felsefesindeki en sistematik savunucusu SPİNOZA dır. (*) Bu anlayışa göre tabiat Tanrının sıfatların açılımıdır. Cevhere Tanrı veya tabiat demek arasında ark yoktur. Tanrı sonsuz bir cevher olduğundan bütün varlıklar onun sonsuz sıfatlarının açılımından başka bir şey değildir.


Yaratan ve yaratılan ayırımını kabul etmeyen spinoza “cevherin tabiatı gereği değişik açılımlarından önce olduğunu belirtir. Bu düşünce de onu Tanrıda veya tabiatta natura naturans ile natura naturata şeklinde bir ayrıma götürmüş görünmektedir. Natura naturans Tanrının ezeli ve sonsuz sıfatlarıyla kavranan kendindeki halini ifade ederken, natura naturata Tanrının tabiatından veya sıfatlarından zorunlu olarak ortaya çıkan farklı açılımlardır.(*)
** Panteist bir anlayışı monoteist bir anlayıştan ayıran önemli noktalardan biride Tanrının İRADE ve HÜRRİYET meselesidir. (*)
Spinozanın Tanrı ile tabiatı özdeşleştirmesinin temelinde tabiatını Tanrının doğasından ortaya çıktığı varsayımı bulunmaktadır. Alem Tanrının doğasından çıktığı için hem ezeli hem de sonsuz olmalıdır.


Panteizmin doğurduğu sorunlardan biride ileri sürdüğü Tanrı tasavvurunun genel olarak dinin amaçladığı açıklama gücünden yoksun oluşudur. Din ve dolayısıyla Tanrı inancı, evreni bütün olgularıyla bir şekilde açıklama getirirken insanın yaşamına ve kaderine ilişkin tatmin edici bir açıklama getirmeye çalışmaktadır.


PANENTEİZM (Süreç teizmi)
Teizm ile panteizm arasında yer alan panenteist Tanrı anlayışının en önemli özelliği Tanrı iki yönlü tasavvur etmesidir. Tanrı bir yönüyle ezelî ve değişmez iken diğer yönüyle zamanın içerisinde olup, değişmekte ve mükemmelleşmektedir.(*)


Panenteizm Tanrıyı kişisel niteliklere sahip bir varlık olarak tasavvur ederken, Tanrı-alem noktasında tezimden bütünüyle ayrılır. Panenteizm klasik tezimin yoktan yaratma fikri ile Tanrı-alem arasındaki temel ontolojik ayrımı reddeder. Bunun yerine, tıpkı insanlardan olduğu gibi,Tanrını da bir bedeni olduğunu, bu bedenin de alem olduğunu savunur. (*)


Alem-Hücre Tanrı’nın âlemle ilişkisi bir insanın bedeniyle olan ilişkisi gibidir. Âlemde varolan sonlu her şey, deyim yerindeyse, Tanrı’nın bedenindeki bir hücre gibidir. Kendi biliçselliğine sahip her bir hücre böylece bütün alemin zihni/ bilinci olan Tanrı’sal zihin tarafından hem içerilmiş hem de aşılmıştır.
Panenteizm;
-Teizmin aşkın olan Uluhiyet anlayışını ve Panteizmin Tanrıyı âlemle özdeşleştiren “İçkinlik” anlayışını reddeder.
-Panteizm “her şey Tanrıdır derken, PANENTEİZM “her şey tanrıdandır.”der.
-Süreç Teizmi böylece iki kutuplu bir tanrı anlayışını savunur.
Savunucuları; A.N. Whitehead ve C. Harsthorne dir. (*) iki kutuplu bir Tanrı tasavvurunu savunurlar


Panenteizm klasik teizmin yoktan yaratma fikri ile Tanrıâlem arasındaki temel ontolojik ayrımı redder. Bunun yerine, tıpkı insanlarda olduğu gibi, Tanrı’nın da bir bedeni olduğunu, bu bedenin de âlem olduğunu savunur.


TANRI VE SIFATLARI
1-Birlik ve Basitlik;Monoteist bir tanrı tasavvurunun temel iddiası Tanrının birliğidir ki; Buna göre en fazla ve en az bir tanrı olabilir. Tanrının varlığı nasıl imkânsız ise, onun birden fazla olması da aynı derecede imkânsızdır.
Tanrının birliği. Teistik bir tasavvura göre Tanrı her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, ezeli, ebedi, mutlak iyilik, irade ve hürriyet sahibi, kendinden başka bütün varlıkların mutlak yaratıcısı ve koruyucusu, kendisinden daha mükemmeli (büyüğü) bulunmayan, en mükemmel sıfatlara sahip yegane aşkın (müteal) varlıktır. Bu sıfatların başında Tanrı’nın birliği gelmektedir. O’nun birliğiyle ilişkili görünen basitliği daha çok tartışmalı olan ontolojik bir sorun gibi görünmektedir.
Tanrı’nın basitliği meselesi O’nun birliğiyle ilişkilendirilebilecek bir konu olmasına karşın kendi başına ****fiziksel (ontolojik) bir doktrin olarak da görülebilir. Monoteist bir tasavvurun en temel iddiası Tanrı’nın birliğidir ki, buna göre, en az ve en fazla bir Tanrı varolabilir.


Tanrı’nın yokluğu nasıl imkansız ise, O’nun birden fazla olması da aynı şekilde imkansızdır. Tanrı’nın birliğini öngören bu sezgi temelde a priori ve a posteriori bir takım gerekçelere dayanmaktadır. Tanrı’nın birliğine dair a priori gerekçeler ‘mükemmel varlık’ kavramının doğru bir analizine dayandırılabilir.


** Mükemmel bir varlığın sıfatları mükemmel zatın varlığından ayrılamaz (GAZALİ) (*)
** Teslis inancının birden fazla tanrısal varlığı gerektirdiğini düşünen SWİNBURNE dir.
2-Nihailik ve Zorunluluk; (vacibul vücud) Tanrıyı diğer varlıklardan ayıran önemli niteliklerden belki de en başında onun nihailiği ve zorunluluğu gelir.


Tanrıdan ontolojik olarak daha temel bir varlık olamayacağı noktasında onun “ nihai varlık” olduğu ve varlığının her hangi bir nedeni bulunamayacağı içinde “zorunlu varlık” olduğu konusunda ittifak edilecektir.(*)


zorunlu/ özsel Bir nedene bağlı olarak varolan bir varlığın yokluğu düşünülebileceği gibi, varlığı arızî bir şey olacaktır. O halde, varolmak Tanrı’nın ne bir nedene bağlı olarak sahip olduğu olumsal bir nitelik, ne de aynı gerekçeyle kaybedebileceği bir niteliktir. Aynı çıkarımlar bir varlığı Tanrı yapan diğer nitelikler için de geçerlidir.


3- EZELİLİK Bir varlığın mükemmel olabilmesi için onun hiçbir sınırlamaya konu olmaması gerektiği genel bir kabuldür. Tanrıda tabiatı gereği yegane “mükemmel varlık” olduğuna göre her açıdan sınırsız/sonsuz olması gerekir.


İlahi ezelilik’ Teizme göre Tanrı ezelîdir. ‘İlahi ezelilik’ ya da ‘zamanla sınırlı olmamak’ düşüncesi genel olarak iki farklı biçimde anlaşılmakta ve savunulmaktadır. Bunlardan birincisi, Tanrı’nın zamanın tamamen dışında, yani ‘zamansız’ bir varlık olduğunu savunan görüştür. Tanrı’nın ezeliliği, buna göre, O’nun zamanda olmadığını ifade eder. Bu da Tanrı’nın geçmişinden veya geleceğinden; ne zamandan beri varoluğundan söz edilemeyeceği ve yine O’nun hayatının zamansal dönemlere ayrılamayacağı anlamına gelir.
İkinci yaklaşıma göre ise, Tanrı’nın ezelî olması O’nun zamanın dışında, zamansız bir varlık olduğunu değil, bütün zamanlarda varolduğunu ifade eder. Buna göre, “Tanrı ezelîdir” demek, Swinburne’ün savunduğu gibi, Tanrı geriye veya ileri dönük herhangi bir zamansal sınırlamaya konu olamaz demektir.
Bir başka ifadeyle, Tanrı zamansal açıdan ezelî ve ebedîdir. Tanrı’sal ezelilik konusunda her iki yaklaşımın da doğurduğu bir dizi sorunlar bulunmaktadır.


4-BİLGİ Tanrı sadece bilen bir varlık değil aynı zamanda her şeyi mutlak olarak bilen yegâne varlık olması gerekir. İlahi bilginin insan bilgisini sınırlayan her türlü eksikliklerden uzak olması gerekir.
Tanrı’nın bilgi sıfatı bilgisinin sınırsız olduğunu ifade etmektedir. Ancak buradaki sınırsızlık genellikle ‘mantıksal bilinmesi mümkün’ olarak düşünülmektedir. Tanrı sadece bilen bir varlık değil, herşeyi mutlak olarak bilen yegane varlık olması gerekir.


İlâhî bilginin insan bilgisinin karşı karşıya olduğu bütün sınırlamalardan/ eksikliklerden uzak olması da gerekir. Böyle bir bilgi yatay anlamda sınırlı olamaz, yani bilinmesi mümkün olan (bilinmesinde mantıksal bir çelişki bulunmayan) hiçbir şey ilâhî bilginin dışında kalamaz.
Tanrı’nın bilgisiAynı şekilde, Tanrı’sal bilgi mutlak olduğundan dikey anlamda bir sınırlamaya da konuolamaz, yani onda herhangi bir yanılma, kesinsizlik ya da kuşku bulunamaz. Tanrı’nınbilgisinin ezelîliğinin insanın özgürlüğüyle bağdaşıp bağdaşmayacağı bu bağlamdaönemli bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bazıları bu sorunu Tanrı’nın bilgisinisınırlayarak çözme yoluna gitmektedirler. Buna karşın insan fiillerinin olumsallığıdikkate alındığında Tanrı’nın önceden bilmesinin o fiilleri neden zorunlu kılıpkılamayacağı önemli bir tartışma konusudur.
** Tanrısal zamansızlığı savunan HELM dir.
** İnsanların özgür iradeleriyle gerçekleştirecekleri eylemlerin Tanrının önbilgisine nasıl konu olduğu ve bunun insan özgürlüğünün ortadan kaldırmadığına ilişkin yaklaşımlardan biri Orta Çağ Hıristiyan ilahiyatçı MOLİNA tarafından savunulan ORTA BİLGİ görüşüdür. Bugün molinizm olarak da adlandırılan bu yaklaşıma göre,Tanrı yarattığı her insanın hangi şatlarda özgür iradesiyle nasıl eylem yapacağını bilir buna orta bilgi denir. (*)
Ochham: insan eylemlerin bizatihi mümkün veya olumsal olup, Tanrını onları önceden bilmesi onları zorunlu kılmaz demiştir. Yani Allah bilir ama eyleme zorunlu kılmaz.
Farabi: bitatihi zorunlu olması ile dolaylı zorunlu olması ayrımını yapmıştır. Buna göre gelecekteki herhangi bir insan eylemi bizatihi zorunlu değildir, yani insan eylemleri bizatihi mümkün olduğundan başka türlü de olabilir. Tanrının insan eylemine dair ezeli bilgisi o eylemi bizatihi mümkün bir eylem olmaktan çıkarmayacağı için insan özgürlüğü de ortadan kalkmaz. (*)
5- KUDRRET
Tanrının kudreti Tanrı’nın bir diğer sıfatı da kudret sıfatıdır ki bu O’nun Tanrı’nın gücünün mutlak ve sınırsız olduğunu ifade eder. Ancak ‘herşeye gücü yetmek’ genellikle yapılması ‘mantıksal olarak mümkün olan’la sınırlanmaktadır. Bundan dolayı da yapılması mantıksal olarak imkânsız bir şeyin Tanrı tarafından yapılamaması O’nun gücüne herhangi bir sınır olarak düşünülemez.


Herşeye gücü yetmek mantıksal imkan dahilinde olan herşeyi gerçekleştirebilmek demektir. Çünkü mantıksal olarak mümkün olmayan bir şey aslında tutarlı olmadığından bir eylem de değildir. Tanrı’nın böyle bir şeyi gerçekleştirememesi O’nun kudret sıfatına bir sınırlama getirmez.
** Felsefe tarihinde Tanrının gücünün ezeli veya zorunlu doğrular olarak da bilinen mantıksal ve matematiksel doğruların üstünde olduğunu savunan DESCARTES dir, ilahi kudret sınırsız olduğuna göre, Tanrı için imkansız bir şey yoktur.
Mavrodes; Eğer Tanrı her şeye gücü yeten bir varlık ise Tanrının kaldıramayacağı bir taş ifadesi tutarsız dır.


Tanrının varlığının Delilleri


1- Ontolojik Delil:Temelde Tanrının zorunlu varlığını “Tanrı” kavramının doğru bir şekilde çözümlemesiyle ortaya koymayı amaçlar. Bu Yaklaşıma göre Tanrının zorunlu olması mahiyetinin gereğidir.Bu deliller arasında apriori nitelikli olan ontolojik delildir.
** Bu Kanıtı ilk olarak açık bir dille savunan ANSELM dir. Anselm’e göre hem zihinde hem de gerçekte var olmalıdır. Anselme ilk itiraz çağdaşı Gaunilo dan gelmiştir
** Büyük tartışmalara konu olan bu delil günümüz felsefesinde de Malcolm ve Plantinga gibi taraftarlar bulmuştur. Descardes te ontolojik delili savunmuştur
** Kant Karşı çıkmış ve Tanrı yok denilince geriye çelişki kalmayacağını savunmuştur.
Ontolojik delilin Çağdaş savunucularından N.MALCOLM’ a göre Anselm’in delilini çürütmenin yolu ancak Tanrının varlığının imkânsız olduğunu göstermektir.
** Ontolojik delilin günümüz savunucularından A.PLANTİNGA “maksimum büyüklük” ve “maksimum mükemmellik” niteliklerinin “maksimum dünyalar” anlayışına uygulayarak ontolojik delili savunur.(*)
2-KOZMOLOJİK DELİL:Temelde âlemin varlığından ve mahiyetinden hareket eden kozmolojik delilin değişik versiyonları farklı felsefi ve teolojik gelenekte bulunmaktadır.
Savunanlar İlk Çağ Felsefesinde;Eflatun, Aristoteles tarafından daha sonra ise;Kindi, Farabi, İbni Sina, Gazali ve Musa bin Meymun, Aguinas,Yeni Çağda ise Leibniz tarafından savunulmuştur.
** Farabi, ve İbni Sina’ nın “İmkan delili” temelde mümkün olan(mümkünül vucud) ve zorunlu varlık(vacibul vücud) ayrımına dayanır. Âlemin varlığı zorunlu değilse varlığı zorunlu olan birine dayanmalıdır ki bu da tanrıdır.(*)
Leibniz’e göre Âlemin neden var olduğuna dair bir nihai neden âlemin dışında aranmalıdır ki bu tanrıdır.
Kindi ve Gazalide başta olmak üzere Müslüman kelamcılar tarafından savunulan ve Din Felsefesinde “ Kelam Kozmolojik delil” olarak bilinen bir versiyonu da vardır.
Buna Göre;
1-Varolmaya başlayan her şey varlığı, için bir nedene sahiptir,
2-Âlem Var olmaya başlamıştıri
3-Öyleyse âlem varlığı, için bir nedene sahiptir.
Gazalinin bu konudaki delili Craig’in özetlediği gibi şöyle ifade edilir.
1-Âlemde zamansal hadiseler vardır.
2-Bunlar başka zamansal hadiseler tarafından nedenlenmiştir.
3-Zamansal hadiseler dizisi sonsuza kadar tekerrür edemez.
Buradaki en önemli öncül 3. öncüldür.
** Evrenin varlığına daha çok Tümevarımsal olarak yaklaşan SWİNBURN’e göre evrenin nedensiz bir şekilde var olması pek muhtemel olmamasına karşın Tanrının nedensiz varlığı çok daha muhtemeldir.


3-TEOLOJİK DELİL(en popüler olanıdır)“nizam”,”gaye”,”tasarım” vb. birçok isimle bilinen teolojik delil de âlemden hareketle tanrının varlığını kanıtlamaya çalışmakla birlikte Kozmolojik delilden farklı olarak kendisini âlemin varlığına değil sergilemiş olduğu “düzen” ve “gaye”liğe dayandırır.
Delilin en temel iddiası dünyanın, canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan düzen ve gayeyle Tanrı tarafından tasarımlanmış olduğu düşüncesidir. Tanrının varlığını ispat için öne sürülen en popüler ve tecrübemize açık olan delildir.
** En önemli savunucularından biri İBN RÜŞD, WPaley dir. “Bu âlemin bu düzeni insan eseri elde ettiği düşünülemez. Böyle bir âlem ancak belli bir gaye ve iradeyle tanrı tarafından yaratılabilir.
** Batı düşüncesindeki en önde gelen savunucusu W.PALEY dir. Alemi iyi tasarımlanmış bir saate benzetir ve bunun bir tasarımcısı olduğunu onun da Tanrı olduğunu savunur.


** Çağdaş Biyokimyacı M.J. BEHE Yaşamın Moleküler yapısına dikkat çekerek bunun DARWİNİST bir indirgemecilikle izah edilemeyeceğini savunur. BEHE’ ye göre biyolojik gelişmelerin tamamı akıllı bir dizayn olduğuna destek verecek niteliktedir.


** SWİNBURNE evrimci bir açıklamayı benimsemekle beraber bunun konuya ilişkin nihai bir açıklama olamayacağını savunur.
** Teolojik delile itiraz edenlerden biriside HUME dir. Tecrübelerimize sınırlı olarak konu olan etkilerden hareketle nedene ve nedenlere ilişkin belirleyici bir sonuca varılamayacağına dikkat çeker. Hume tıpkı bir evin inşasındaki işbirliği gibi evrendeki düzenin birden fazla tanrının işbirliği ile gerçekleştiğini savunur.
Teolojik delile dair akıl yürütmenin temelinde şöyle bir varsayım vardır: “Sonuçların(etkilerin) benzerliği nedenlerin benzerliğine delalet eder.”


4-AHLAK DELİLİ Tanrının varlığını ahlaki zeminde temellendirmedir ve birçok versiyonu vardır. Bunlardan biride KANT’ın Ahlak ****fiziğini temellendirmesinde “en yüksek iyi” nin gerçekleşmesinde tanrının zorunluluğu anlayışıdır. Bunun yanı sıra, ahlâkî doğruların nesnelliğini ve vicdanın nesnel varlığını Tanrı’nın varlığı için bir ahlâk kanıtı oluşturduğu savunulmaktadır. En yüksek iyi dünyanın imkânını varsaymak için en yüksek iyinin kendisi olan tanrıyı varsaymak gerekir.
Ahlak delilinin bir diğer çıkış noktası da C.S.LEWİS’in savunduğu; “Ahlaki doğruların nesnelliği(objektifliği),yani ahlak yasalarının herkes için geçerli olduğu düşüncesidir. Vicdanı bütün insanlarda ortak nesnel, evrensel bir duygu olarak kabul eden bir anlayıştır.
Savunucuları arasında;A.E.Taylor, H.Rasdall ve H.J.Newman, Kant da vardır.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Ekim 2013, 12:59   Mesaj No:3
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.984
Konular: 339
Beğenildi:1160
Beğendi:330
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

ÜNİTE 3 VAHİY KAVRAMI


Arapça da gizlice ve hızlıca bildirmek anlamına gelen vahyin en azından fikrinin bütün dinlerde var olduğu konusunda Dinler Tarihçileri arasında görüş birliği vardır. İngilizcede Revalation olan vahiy, bilgiyi insana ilahi ve tabiatüstü bir yolla bildirmek veya açıklamaktır.

Baillie’e göre; dinleri birbirinden ayıran asıl özellik, onların bir kısmının vahye dayanması bir kısmının ise dayanmaması ve vahyin muhtevası ile ilgili inançlarıdır.
Genel olarak VAHİY; “İnsanlara yönelik İlahi bir bildirim” olarak tanımlanabilir.


VAHİY TERİMİNİN KULLANIŞ ŞEKİLLERİ
A-Büyük ve Küçük Vahiy
Küçük Vahiy; Kişiler doğrudan doğruya kendilerini ilgilendiren meseleler hakkında verilen özel mesajlardır. İlham İle aynı anlama gelir. Musa’nın annesine çocuğu emzir. V.b.(*)
Büyük Vahiy; Dinin uygulanması açısından dünyayı sarsacak çapta önemi haiz olan büyük mesajları ifade eder. Vahiy ile ilgili yapılan teolojik ve felsefi tartışmaların neredeyse tamamı büyük vahiy adı verilen vahiy türü üzerinde cereyan eder.


B-Tabii Vahiy
Doğrudan doğruya bir aile, bir millet veya özel bir gruba verilmiş olan “ÖZEL” vahye karşıt olarak kullanılır. Tabii Vahiy evrenseldir. Tabii vahiy konusunda Deistlerle teistler arasındaki görüş farklılığı “zorunluluk” ve “yeterlilik” kavramları çerçevesinde değerlendirilir.
Deistler; Tabii vahyin yeterli olduğunu özel vahye gerek olmadığını söylerken
Teistler; Tabii vahyin zorunlu ama yeterli olmadığını savunurlar.


C-Özel Vahiy
İnsanların kendi yetileriyle keşfetme imkânları olmayan konularda Tanrının vahyetmiş olduğu önermeler bütünüdür.
Önermeler bir kitapta toplanır ve kutsaldır. Hangi kitabın gerçekten kutsal olduğu dinler arasındaki ayrılık noktalarındandır. Dini felsefi tartışmalara konu olanda bu vahiydir. Kullanımı mecazidir.
VAHYİN UNSURLARI
Din Fenomenolojistleri beş unsura dikkat çekerler.
Deninger unsurları;
1-Vahyin Kaynağı, 2-Vasıtası, 3-Muhtevası, 4-Alıcısı 5- Alıcısı üzerinde bıraktığı tesirler
Şeklinde ifade eder.
1-Vahyin Kaynağı( veya Öznesi)Dini kullanımda dinin öznesi zat anlamındaki Tanrı’dır. Burada kişi ya da zat kelimesi tabiat ve tarihe müdahale eden, ahlaki sıfatları olan Tanrı anlayışını ifade etmek için kullanılır.
Din dışı kullanımda ise vahyin öznesi her zaman tanrı değildir. Kuranı kerimde Hz. Zekeriya ve şeytan da vahyin öznesi olarak kullanılmıştır. Vahyin buralardaki anlamı “fısıltı” ve “İşaret” tir.
2-Vahyin vasıtası: Değişik dinlere göre melekler, tabiattaki kutsal işaretler (yıldızi, hayvan v.b.) İslamiyet’te vahyin Vasıtası Önermelerdir. Hristiyanlık’ta klasik dönemde İsa’nın açıklamalarının ve Kilise açıklamalarının ifade ettiği önermelerdir. Aydınlanma döneminde ise Önermeler değil olaylardır.
3-Vahyin alıcısı veya muhatapları: Vahyin alıcısının tecrübede bulunabilen bilgili bir birey olması gerekir. Dini anlamda bu peygamberlerdir. Kur’anı Kerimde peygamberler dışında meleklere, Musa’nın annesine, Hz. İsa’nın Havarilerine, bal arısına ve yeryüzüne vahyedildiği ifade edilir. Bu esas anlamı değil mecazi anlamıyla vahiydir.
4- Vahyin Muhtevası veya Vahyedilen şeyin Mahiyeti; Vahyin mahiyeti konusunda iki anlayış vardır. Geleneksel anlayışa göre hakikatlerdir. Buna “önerme merkezli vahiy anlayışı” denir. Bir diğer anlayışa göre ise Tanrının Zatı dır. İslamiyet’te önerme merkezli vahiy anlayışı vardır. Buna göre vahyedilen şey; Allah, insan ve âlem hakkında bir dizi hakikattir. Kur’an-ı Kerim bu hakikatlerin toplandığı kitaptır.
İlk dönem Hıristiyanlar Tanrının bir dizi hakikat, önerme ve doktrin vahyettiğini savunurken, modern düşünürler Tanrı’nın bizzat kendisini “zatını” vahyetmiş olduğunu savunurlar.




VAHYİN TEMELLENDİRİLMESİ
Bu başlık altında “Vahyin vuku bulduğunu düşünebilmemiz için yeterli mantıki gerekçelerimiz var mıdır?” sorusunun cevabı aranır. Yani “vahiy mümkün müdür?”
Teistik bir Tanrı’nın var olması ne kadar mümkün ise, bu tanrı’nın tarihe müdahale etmesi yani vahyetmesi de o kadar mümkündür.(*)
Vahyi mümkün kılan, teistik bir tanrı anlayışıdır. Deist, panteist, panenteist Tanrı anlayışında bu olmaz.
Vahyin temellendirilmesi için Tanrının varlığını kabul etmek gerekir ama yetmez. Vahyin mümkün olmasının şartı Teist anlayışta olduğu gibi onu Ma’bud kabul etmekten geçer.
İslam kelam düşüncesinde insanın vahye olan ihtiyacı aklın sınırları ve imkânı ile temellendirilir. İmam Maturidi’ye göre iyi ve kötünün bilinmesinde akıl yeterli ise de insanın gerek ruhi ve gerekse fiziki şartları onun doğru karar vermesini etkileyebilir, aklı karıştırabilir. Onun için vahiy gereklidir. Allah’ın peygamberler gönderip vahyetmesi aklın işini kolaylaştırır.


VAHYİN DOĞRULANMASI
Bu Başlık altında vahiy olduğu iddia edilen şeyin gerçekten vahiy olduğunu gösterecek deliller var mıdır? Eğer varsa bunlar nelerdir?sorusunun cevabı aranır.
18. asra kadar Hıristiyan teolojisinde vahyi doğrulamak için başvurulan deliller; mucize, gayb haberleri ve kitaba kısa sürede çok insanın inanması idi. Aydınlanma çağında bunlardan vazgeçilerek daha çok peygamberin şahsı ön plana çıkarılarak vahyin doğrulanması temellendirilmeye çalışılmıştır.
Günümüz din felsefesinde Vahyi doğrulamak üzere müracaat edilen deliller “dâhili” ve “harici” olmak üzere iki kısma ayrılır.
Dâhili deliller: Öncelikle vahyin muhtevasının insanın ihtiyaçları ile uyumlu olmasına vurgu vardır. Vahiy insanın mutluluğu için zorunlu olan bilgi vermelidir. Doğruların uygulanması ve karakterin oluşmasına yardım için ölüm sonrası hayat ile ilgili verilen etraflı bilgiler gibi.İkinci dahili delil ise ; vahyin muhtevasının doğruluğu ile ilgilidir.
Harici deliller: Geleneksel olarak müracaat edilen delil Mucizedir. Tanrının tarihe özel olarak müdahalesi vahiy,tabiata müdahalesi ise Mucizedir. Mucize vahyin doğrulanmasında hem dâhili hem de harici delil olarak kullanılabilir.


VAHİY VE KUTSAL KİTAP: Vahiy,dini hakikatlerin önerme formundaki bildirimi şeklinde anlaşıldığında, kutsal kitap, önerme formundaki bu hakikatlerin yazılı olduğu kelamullah olarak anlaşılır.
Önermesel ve kişisel anlayışın kutsal kitap anlayışı farklıdır. Thomas Michel’e göre İslam'ın anlayışı önermesel, Hıristiyanlığın anlayışı ise kişiseldir. Önermesel anlayışta tam ve mükemmel olan kitapta gerçekleşir. Kişisel anlayışta ise İnsanda gerçekleşir.
Önermesel anlayışta kitap “tarihsel” değil “evrensel” dir.


VAHİY VE BİLGİ
Burada cevabı aranan soru kısaca, vahyin müstakil bir bilgi kaynağı olup olmadığıdır. Vahyedilen bilginin başka bilgi edinme yolu ile elde edilip edilemeyeceğidir”.
Önerme merkezli anlayışta vahiy müstakil bir bilgi kaynağıdır. Vahiyle bildirilen bazı konulara diğer bilgi edinme yolları ile ulaşılabilir ama bazı konularda vardır ki onlara vahiyden başka yolla ulaşılamaz.
Kişi merkezli anlayışa göre vahyin müstakil bir bilgi kaynağı olduğunu düşünebilmek zordur.
İslam kelam düşüncesinde vahiy, müstakil bir bilgi kaynağıdır. İmam Maturidi’ye göre iyi ve kötüyü ayırt etmekte yeterli olan akıl sosyal hayattaki meşguliyetleri dolayısıyla Allah tarafından peygamber aracılığı ile “yardım ve irşada” tabi olur.
Batıda Thomas Aguinas tarafından vahiy müstakil bilgi kaynağı sayılmış, J.locke bu anlayışı değişime uğratarak devam ettirmiştir.
Kant ise aksi görüşler ileri sürmüştür. Vahiyle bildirilen hakikatlerin, başka yollarla da bilinebilir hakikatler dizisinin sadece bir formu olduğu fikri ortaya çıkmıştır. P.HELM bu görüşü “İki kaynaklı Görüş” diye isimlendirmiştir.


İMAN KAVRAMI
En Genel anlamıyla; değerde nihai olan ve gerçeklikte temel olan şey hakkında verdiğimiz hükümdür. Nihai olarak doğru kabul ettiğimiz ve davranışlarımızı kontrol eden şeyi tasdik meselesi olduğu için kayıtsız kalınacak bir şey değildir.
İman aynı zamanda insanın kendisini içinde bulduğu dünyaya anlam verme teşebbüsüdür.
İmanın Mahiyeti: İmanın mahiyeti ile ilgili olarak anlayış bakımından; “Önermesel iman” ve “Önermesel olmayan iman” olmak üzere ikili bir ayrım söz konusudur.


Önermesel anlayışta iman Tanrı tarafından vahyedilmiş hakikatleritasdik tir. Önermesel anlayışta İmanın objesi, inanılması gereken tanrı tarafından bildirilen önerme forumundaki hakikat iken, kişisel anlayışta obje Tanrının “zat” kendisidir.
Kişi merkezli(önermesel olmayan) anlayışta ise tanrıya duyulan güven dir.


Hıristiyan teolojisinde ortaçağda Thomas Aquinas ve bugün Rama Katolik kilisesi önermesel iman anlayışını benimsemişlerdir. İslam kelam düşüncesinde de hakim olan anlayış Önermesel iman anlayışıdır.
Güven anlamındaki önermesel olmayan iman anlayışı ile Fideizm arasında sıkı bir ilişki vardır.
İman, İnanç ve Bilgi ilişkisi: İnanç felsefi terim olarak imandan farklıdır. İslam kelamında İtikad kelimesi ile ifade edilen inanç, imandan farklı olarak ele alınıp epistemolojik olarak kullanıldığı metinler vardır.
Cevabı aranan soru Dini iman, önermesel inancın mı yoksa önermesel olmayan inancın mı bir türüdür?
Burada iman- bilgi ilişkisi önem kazanır.
İman, inanç kavramının aksine daha çok dini bir terim olarak karşımıza çıkar.
Eş’ari ve Maturidi kelamcılara göre iman bir tür bilgidir.
Önermesel bilgi” ile “Tanıma ile elde edilen bilgi” ayrımı önem kazanır.
Önermesel bilgi; şüphe, zan, salt inanç yada hatalı inancın zıddı olarak kullanılırken, Tanıma yoluyla bilgi; cahilliğin zıddı olarak kullanılır.
Bu bakımdan önermesel anlamda biliyorum dediğimizde; Zannetmiyorum, şüphe etmiyorum kesin eminim demiş oluruz.
Fakat tanışıklık anlamda biliyorum dediğimizde; Bu konuda bilgisiz değilim demiş oluruz. Tasdik inanç ve bilgi değildir. İlave bir şeydir ve inancı değil bilgiyi nitelendirir. Bir şeyi bilmek ve ona inanmak aynı şeyler değildir. İrade önemlidir. Hıristiyan inancı iradeye özel önem verir. İrade İslam inancında da önemli olmakla beraber Hıristiyanlıktaki kadar güçlü vurgu yoktur. Çünkü İslam inancında inanılması gereken şeyler zaten makul şeylerdir.
İman-delil ilişkisi:İman-delil ilişkisinde öne çıkan iki yaklaşım vardır. Temellendirmecilik ve İmancılık
Temellendirmeciliğe göre İnançlarımızdan çok az kısmı herkes tarafından kabul edilebilir. Temel olarak kabul edilen inanç türleri apaçıktır (bütünün parçalarından büyük olması gibi) ve ya psikolojik olarak inkârı imkânsız olan (başımız ağrırken ağrı olduğuna inanmamız gibi) inançlardır. Bu anlamda temel olmayan her inanç temel olan inançlar arasında kendisine temel bulmak zorundadır. Temel inançlara inanmak her zaman rasyoneldir. Bu anlayışı haklı görmeyenler ise delillendirmecidir ve delillendirilmeyen şeylere inanmayı uygun bulmazlar. Deskardes, leibniz ve Lockedelillendirmecidir. Alvin Palntinga, Nicholas Wolterstroff, William P.Alstondelillindirmeciliği reddedenlerdir.

İslam kelamcıları da epistemolojik bir yaklaşım olarak Temellendirmeciliği benimsemiş delillendirmeci düşünürlerdendir.(*)

İmancılık: Dini inancın rasyonel değerlendirmeye konu olmadığını savunan anlayış şeklinde tanımlanır. Bu görüşü savunanlarTertullianus, Kierkegaard, Wittgenstein
Temellendirmecilik önermesel anlayışı, İmancılık ise önermesel olmayan iman anlayışını benimser. İslam düşüncesinin ana çizgisi önermesel bir iman anlayışına sahip olduğu için delillendirmeci bir epistemolojik yaklaşımı benimser. Fideizm’e kapalıdır. Fideizm Hıristiyan düşünce ortamında kabul görür.


FİDEİZM: iman alanında akla yer vermeyen imancı anlayış demektir.(*)
Savunucuları; Kierkegaart, Tertullianus, Wittgenstein dir.
MUCİZE: Teist düşüncede, birtakım mucizevî olayların gerçekleştiğini belirlemek, iradesi her an faaliyet halinde olan diri bir ulûhiyet anlayışını belirlemek için gereklidir.
Mucizenin tanımlanması:
Genel anlamda sonuçları lehimize olan beklenmeyen bir olayolarak tanımlanır. Bu dini kullanım değil mecazi kullanımıdır. Teolojik anlamda mucize, tasdiki zorlayan bir işaret değil, tasdike davet eden bir işarettir.
Din felsefesinde mucize tartışmaları Swinburne’nin tanımı üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Swinburne’in mucize tanımı şöyledir: “tanrı tarafından meydana getirilmiş, dini önemi haiz, olağanüstü bir olay” dır.
Hume ise buna itiraz eder ve Tabiat yasalarının bir ihlali” olarak tanımlar.
Hume ve Mucize:Hume deney ve gözlemin verilerine itibar eder. Mucizeye inanmanın makul olmadığını söyler. Mucize fikrinin kaynağının dindar insandaki doğaüstüne olan eğilim olduğunu ileri sürer.
Hume’nin itirazına esas kabul ettiği “sebeplilik” ilkesi konusundan Hume’den 8 asır önce yaşayan gazali, yine sebeplilik ilkesine öncülük etmiş ve mucizeyi tutarlı bir şekilde savunmuştur. Hume de tutarlılık yoktur. Mucize meselesi esasen bir “sebeplilik” meselesidir.
GazaliTehafütül Felasife” adlı eserinde filozofların Aristo’dan etkilenerek ortaya koydukları zorunluluk fikrine karşı çıkmıştır. Gazali Tabiatta meydana gelen bütün olayları Allah’ın iradesine bağlamaktadır.Gazaliye göre mucize, mevcut tabii düzenin Tanrı tarafından kesintiye uğratılarak adeta muhalif olan ama imkansız olmayan başka bir mümkünün yaratılmasıdır.
İslam felsefesinde özellikle Farabi ve İbni Sina Aristocu katı sebeplilik fikrinin etkisi ile Kur’andaki mucize kavramını bu fikirle uyumlu yorumlamak zorunda kalmışlardır.
Mucizenin kanıtlanması:
Esasen cevabı aranan soru: “Mucizenin meydana geldiğini ispat etmeye yetecek yeterli tarihi delil varımıdır? Sorusudur.
Hume mucizeyi tarih felsefesinin konusu olarak ele almaktadır. Asıl itirazı tarihi delilleredir.
Mucize Yalnız başına vahiy için bir delil kabul edilemez.
Teolojik açıdan mucize meselesi, birinci derecede âleme müdahale eden bir Tanrı’nın varlığını kabul edip etmeme ile ilgilidir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Ekim 2013, 12:59   Mesaj No:4
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.984
Konular: 339
Beğenildi:1160
Beğendi:330
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

ÜNİTE 4:ATEİZM VE ATEİSTİK DELİLLER


Ateizm içeriği ve kapsamı ; Ateizm Tanrı’nın varolmadığını, ‘Tanrı vardır’ önermesinin yanlış olduğunu savunan yaklaşımın adıdır. Dolayısıyla ateist, Tanrı’nın varlığına inanan teistin tersine, Tanrı’nın varlığına inanmayan kimsedir. Ateizm kavramı Tanrı’nın varolmadığına (yokluğuna)inanmak ve yine Tanrı’nın varlığına inanmamak anlamına şeklinde iki türlü anlaşılabilir.

Yine ateizm, ‘pozitif’ ve ‘negatif’, ‘mutlak’ ve ‘pratik’ şeklinde de ayrılabilmektedir. Her ne kadar ateizm ‘teist-olmayan’ gibi bir anlam içerse de her teist olmayan ateist olmayabilir. Örneğin, bir kimse teist olmadığı halde deist, panteist, panenteist, Budist vb. olabilir.
Ateizmin geniş anlamda kapalı ve açık olmak üzere iki kategoride ele alınabileceğini düşüne SMİTH dir. Ona göre kapalı ateizm teistik bir inancın yokluğuna delalet ettiği halde burada bilinçli bir reddetme söz konusu değildir.
Pratki ateizm ile mutlak ateizm ayrımı yapan J.MARİTANİN dir.Bu ayrıma göre
pratik ateist; Tanrıya inancını ifade ettiği halde bunu yaptıklarıyla hayatında doğrulamayan ve hatta yaptıklarıyla bu inancını bir şekilde yadsıyan kimsedir.
Mutlak ateist ise, Tanrı inancını kökten reddeden ve kendine özgü bir değer sistemi kabul edip, teizmin bütün değerlerini ortaya koymaya çalışandır.
Maritain’a göre, mutlak ateist Tanrının varlığını inkarla yetinmeyip, bu inkarıyla birlikte Tanrıya meydan okuyan veya savaş açan bir kimsedir.
Nitekim ‘Tanrı tasavvuru’ merkezli ateizm tartışmaları bir dinin kendi içinde de gerçekleşebilmektedir. Örneğin Einstein’a, Tanrı’ya inanıp inanmadığı sorulduğunda yanıtı Spinoza’nın Tanrı’sına inandığı olmuştur. Şimdi buradan hareketle bir teist Einstein’in Tanrı’ya inandığı sonucuna varabilir. Ancak Spinoza’nın Tanrı anlayışı teistik değil, panteistik bir anlayıştır.
Spinoza’ya göre, Tanrı veya Tabiat demek arasında bir farklılık yoktur. Bu ise teizmle en temelde çelişen bir şeydir. Nitekim bu anlayışından dolayı aslen Yahudi olan Spinoza Amsterdam Sinagogu’ndan aforoz edilmişti. Felsefe tarihinde benzer şeyler Fichte ve Hegel gibi düşünürler ile günümüzde P. Tillich için de söylenmiştir.
Temel Ateist Yaklaşımlar ve Delilleri;
Modern Batı düşüncesindeki ateist felsefenin temelleri doğa olaylarını açıklamak için tanrısal fiillere müracaat eden bir yaklaşımı bir kenara bırakıp onları doğal olgularla açıklamaya çalışan bilimin ortaya çıkışıyla yakından ilişkilidir.
Batı felsefesinde özellikle teleolojik delile yönelik HUME ve KANT ın birtakım eleştirileri bir başlangıç noktasını oluşturur. Ancak bu delile yönelik olarak asıl etki 19yy DARAWİN ve WALLACE gibi düşünürlerin çalışmalarıyla kendini göstermiştir.
Atezim Batı düşüncesinde bu süreçle güçlenmeye başlayarak 19.20. yy Feeurbahc, Nietzsche, Marw, Freund, Russell, ve Sartre gibi felsefi eğilimlere sahip düşünürlerin çalışmalarıyla önemli ölçüde gelişmiş ve yaygınlık kazanmıştır.
Maddecilik (materyalizm)
Her şeyin maddi olduğunu savunan ve böylece evreni ezeli, sonsuz ve dolayısıyla yaratılmamış olarak gören maddecilik belki de ateizmin en eski ve tipik yaklaşımlarının başında gelir. Teistik inancı reddetmekle kalmaz, buna alternatif olarak maddenin ezeliliği ve yeterliliğini de savunarak herhangi bir aşkın varlığa yer vermeyen bir görünüşü savunur.
İlk ve en etkili maddeci yaklaşımlardan biri Helenistik dönemdeki ‘Epikür’cü maddecilik’tir.(*)
Var olan her şeyin madde ve boşluktan oluştuğunu öne süren bu yaklaşım hayat ve bilinç de dahil olmak üzere evrendeki bütün olguların ve süreçlerin maddi varlıklar ile onların değişik eylem ve niteliklerine müracaatla açıklanabileceklerini savunur. Bu yönüyle ‘atomcu’ bir yaklaşımı öngören Epikür’cü maddecilik Lucretius, Hobbes, D’Holbach ve Feuerbach gibi materyalistlerin zihin (ruh) ile beyni (bedeni) özdeş olarak gören maddeci yaklaşımların ve hatta mantıksal pozitivistlerin öncüsü olduğu düşünülebilir.
Maddeciliğin temel felsefesi olan maddenin yaratılmayacağı ve yok edilemeyeceği düşüncesinin temelinde, LUKRETİUS’un açık ifadesiyle, “Hiçbir şeyin asla Tanrısal güç tarafından yoktan yaratılmayacağı ve doğanın her şeyi bileşen parçalarına ayırdığı ve hiçbir şeyi asla yokluğa indirgemediği ilkeleri bulunmaktadır.
Helenistik atomculuk düşüncesiyle ilk sistematik ifadesini bulan bu maddecilik aynı zamanda günümüzde bilimsel ateizm veya pozitivist tabiatcılık akımlarıyla da önemli benzerliklere sahiptir. Bu tür bir ateizm ile teizm arasındaki temel ayrılık noktalarını, GASKİN’in belirttiği gibi şöyle sıralanabilir;
1-Ateist evreni ezeli ve nihai bir varlık olarak açıklanamaz görüp, yoktan yaratma düşüncesini anlamsız bularak reddederken, teist evrenin açıklanamaz olduğu düşüncesinin bir skandal olacağını düşünür Ve Onun Tanrı tarafından yaratıldığını savunur.
2-Ateist evrendeki hareketi maddenin doğal bir niteliği olarak görürken, teist bu hareketlerin Tanrının fiillerinin bir neticesi olduğunu düşünür.
3-Ateist evrende gözlemlenen düzenliliği maddi parçacıkların sonsuz sayıdaki tesadüfi hareketlerine bağlarken, teist bu düşünceyi saçma bulur.


Maddeciliğin bir diğer tartışmalı iddiası ise, her şeyin maddi olduğu veya son tahlilde maddeye dayandırılabileceği düşüncesidir.
Zihin-Beyin özdeşliği kuramını savunanların en temel iddiası zihinsel niteliklerin aslında beyinsel niteliklerle bir şekilde özdeş olduklarıdır.
Swinburne’ün de belirttiği gibi,beyinsel olayların beyinden gerçekleştiği açık olmakla birlikte zihinsel olayların beynin gösterebilir bir bölgesinde gerçekleştiğini düşünmek, tuhaf ve anlaşılmaz görünmektedir.
Pozitivizm ise bilginin sadece duyu tecrübesiyle sınırlandırarak Tanrı’nın varlığının bilgiye konu olmayacağını ve hatta Tanrı ile ilgili önermelerin anlamsız olduğunu savunmaktadır.
** Pozitivizm doğrudan Tanrı’nın varlığını inkâr eden bir delil ortaya koymaktan ziyade Tanrı’nın varlığına dair bir bilginin imkânını sorgulamakta ve mümkün görmemektedir.
** Pozitivizm daha çok epistemolojik bir tezdir. İnsanın düşünsel gelişimini de açıklamayı hedefleyen pozitivizm bilgimizin sadece duyu tecrübesiyle ve dolayısıyla doğa bilimlerinin yöntemiyle sınırlanması gerektiğini savunan bir ideolojiye dönüşmüştür.
** Sistematik olarak ****fiziksel ve dinsel düşünceye düşman olan ve bunun yerine pozitif bilimi koymaya çalışan pozitivist mektebin kurucusu Fransız A.COMTE dir. Diğer temsilcileri E.Littre, J.S.Mill, dir.
** Comte ya göre ; insan zihninin üç düşünsel hali, evresi söz konusu vardır. Bunlar teolojik, ****fizik, pozitif hallerdir. Comtenin ünlü üç hal yasası olarak bilinen bu yaklaşıma göre, teolojik halde doğa olayları değişmez yasalara bağlı olarak görülmek yerine doğaüstü varlıkların iradelerinin bir sonucu olarak düşünülmüştür.
Mezafizik hali ise; bu olaylar bu tür varlıkların iradeleriyle değil,birtakım soyutlamalarla açıklanmaya çalışılmıştır.
** Pozitivizm katı bir ampirist bilgi anlayışını savunan bu yaklaşım analitik felsefenin ilk dönemlerinde B.Russell ve LWittgenstein’in ilk dönem felsefeleri ile özellikle Viyana Çevresi olarak da biline M.Schilck, R.Carnap, O.Neutrah, H.Reichenbach, A,J,Ayer gibi mantıksal pozitivistlerin çalışmalarıyla etkinlik kazanmıştır.
** Mantıksal pozitivizmin ayrıca niteliği dinsel ve ****fiziksel ifadeleri anlamsız bulmasıdır.
** Pozitivistler de Tanrıya inanmayı anlamsız bulup reddettiklerinden bir tür ateist olarak görülmelidir. Pozitivizm doğrudan Tanrının varlığını inkar eden bir delil ortaya koymaktan ziyade Tanrının varlığına dair bir bilginin imkanını sorgulamakta ve mümkün görmemektir.


Tabiatçı Ateizm:
Bu yaklaşımın ortak özelliği Tanrı inancının nihai kaynağının insanın zihinsel, ruhsal, toplumsal vb. tabiatlarında ve eğilimlerinde aranması gerektiği düşüncesidir.
Bu yaklaşımın önde gelen savunucularından biri Tanrının insan zihninin bir yansıtması olduğunu savuna L.FEUERBACH dır.


Feuerbach, Marx ve Freud gibi düşünürlerin savunduğu tabiatçı ateizm Tanrı’nın varlığı hakkında bağımsız bir iddia olmaktan ziyade belli bireysel, toplumsal ve tarihsel tecrübeleri genellemeye dayanmaktadır.


** Tanrı fikrini insan zihninin bir yansıtması,uydurması olamayacağı düşüncesinin en önemli savunucularının başında DESCARTES gelir.


** Dini inancın tabiatçı açıklamalarından biri de S.Freud’un ileri sürdüğü psikolojik yaklaşımdır.
** Dini inancı halkın afyonu olarak gören K.MARX dır. Ona göre insanların gerçek mutluluğu için dinin verdiği yanıltıcı mutluluğun ortadan kaldırılması gerekir.


Ateist varoluşçuluk;
Doğrudan bir ateist akım olmak bir yana varoluşçuluk felsefesinin Pascal ve Kierkegaard gibi öncüleri Hıristiyan inancına sahiptiler. Varoluşçuluğun buna rağmen ateist bir felsefe olarak tanınmasında Nietzsche, Neidegger ve özellikle de Sartre gibi filozofların düşünceleri etkili olmuştur. Bu filozoflar arasında bile ateizmi açıkça savunan sartre’in dışındakilerin tam anlamda ateist olup olmadıkları da zaman zaman tartışmalara konu olmuştur.
Nietzsche ve Sartre insanın kendini tam anlamda gerçekleştirebilmeleri için bir takım (ahlâkî) sınırlamaların aşılması gerektiğini düşünmektedirler. Tanrı öldü düşüncesinin, aslında, Tanrının yokluğu durumunda insanın kendi kaderiyle baş başa kalışının ne gibi trajik sonuçlar doğuracağını dile getiren bir vurgu olduğu kanaatindedir.
** Ateist varoluşçuluğun en ünlü temsilcisi kuşkusuz J.P.SATRE dir. Sartre insanın özgürlüğe mahkum olduğunu söylüyor. Satre ateizmin temelinde, onun insanı Tanrının yerine koymak ve böylece özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak düşüncesi vardı. Ona göre insan özgürlüğünün önündeki en büyük engel Tanrıdır.
** Dostoyevskinin dediği gibi Tanrı yoksa, her şey mübahtır, düşüncesi Sartreci varoluşçuluğun temel varsayımı gibidir.

Ateizm ve teizm arasındaki önemli tartışma konularından biri de kötülük meselesidir. Ateistlerin temel amaçlarından biri doğal olarak Tanrı’nın varlığı için ileri sürülen kanıtları eleştirerek geçersiz veya yetersiz olduklarını ortaya koymaktır. Bu çabalar kendi başına Tanrı’nın varolmadığını gerekçelendirmekten ziyade O’nun varolduğunu savunanların iddialarını çürütmeyi hedeflemektedir. Ancak ateistlerin kötülük sorunuyla ortaya koymaya çalıştıkları şey doğrudan Tanrı’nın varolmadığını veya varolamayacağını temellendirmektir. Bu yüzden kötülük sorunu ateistik kanıtlar açısından bakıldığından ayrıcalıklı ve önemli bir yere sahiptir.
Kötülük sorununu formüle edenler; Epikür, St.Augustine, D.Hume J.L.Mackie
Kötülük teizm için şu noktada bir sorun olmaktadır: 1-Mutlak bilgi, güç ve iyilik sahibi olan Tanrı vardır, 2-Alemde kötülük vardır.
Teodise ; Teistlerin kötülüğün varlığını Tanrının iyiliğiyle veya adaletiyle bağdaştırma çabalarına ‘teodise’ denilmektedir.
Kötülüğün kaynağı ; sudurcu bir varlık anlayışını savunan Plotinus ve diğer yeni Eflatuncu filozoflara göre kötülüğün kaynağı maddede aranmalıdır. Farabi ve İbn Sinanın da benimsediği bu yaklaşıma göre, kötülük maddenin ilahi nizamı tam olarak yansıtma potansiyelinden yoksun olmasından kaynaklanmaktadır.
** Farabi ve ibni Sinaya göre asli olan şey iyilik olup, kötülük arizidir.
** Gazali, batı da Leibniz tarafından savunulan iyimserci bir yaklaşıma göre mevcut alem mümkün alemlerin en iyisidir.


Süreç teolojisi:Bu teodise Tanrının kudret sıfatına bir sınırlama getirmektedir. A.N.Whitehead ın süreç felsefesine süreç teolojisinin kötülük ve teodise anlayışı bir Tanrı anlayışını öngörmek açısından klasik tezimden önemli noktalarda ayrılır. Bu teori C.HARTSHORNE ve D.GRİFFİN tarafından geliştirilerek savunulur.
** özetle, süreç teodisesine göre, Tanrı alemin mutlak yaratıcısı veya yapısal özelliklerinden sorumlu olmadığından bu yapıya müdahale etme gücüne de sahip değildir. Bu durumda Tanrı ortaya çıkan kötülükten sorumlu değildir, çünkü kötülüğü önlemek onun gücünü aşmaktadır.
Özgür irade savunması; insanın ahlâkî bir özgürlüğe sahip olabilmesi için iyilik kadar kötülüğünde kaçınılmaz olduğunu söylemiştir. A.PLANTİNGA savunmuştur.
Ruhsal (ahlak) gelişme teodisesi : insanın bilgisel/ ahlâkî/ ruhsal gelişimi için Tanrı ile insan arasında epistemik mesafe bulunmalıdır. Bunun için kötülüğün de bulunduğu bir dünyada insan onlara karşı mücadele ederek kendini geliştirebilir ve Tanrı’ya yaklaşabilir.Bu teodiseyi Günümüzde HİCK’in geliştirmiştir.






Kötülük meselesine Kur’an açısından bakıldığında ise kötülüğün insanın sınanması için gerekli olduğu düşüncesi ile kötülüğün insanların iradelerini yanlış yönde kullanmalarından kaynaklandığı ve doğal kötülüğün buna bir ceza olarak ortaya çıktığı temaları baskın çıkmaktadır.


Ateizmin temellendirilmesi sorununa baktığımızda ateistlerin iddialarının doğruluğunu ortaya koymaktan ziyade genellikle teistlerin ortaya koydukları delilleri çürütmeyi yeğledikleri görülmektedir. Ancak bunun ateizmi haklı çıkarmak için yeterli olmadığı düşünülebilir.
** Dikkat çekilebilecek ve doğrudan Tanrının yokluğunu ispatlamaya yönelik ender teşebbüslerden biri FİNDLAY tarafından ortaya konulmuştur. Findlayin çabası bir bakıma Tanrının var olamayacağını göstermeye çalışan pozitif bir ateistik delil gibi durmaktadır. Findlay, geleneksel teistik anlayışın savunduğu gibi, Tanrının ibadete layık olabilmesi için varlığının olumsal değil, zorunlu olması gerektiğini savunur.
** İddiasının doğruluğunu ispatlama ateistin görevi değil, teistin görevi olduğunu savunan FLEW dir. Ona göre teist evvela kafasındaki Tanrı tasavvurunu açıklamalı ve savunmalı, sonra da bu tasavvura denk düşen bir varlığın gerçekten var olduğunu düşünmek için yeterli bir gerekçe sunmalıdır.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Ekim 2013, 12:59   Mesaj No:5
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.984
Konular: 339
Beğenildi:1160
Beğendi:330
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

ÜNİTE 5: DİNÎ ÇEŞİTLİLİK

Din fenomenine bakıldığında ilk dikkat çeken şeylerin belki de başında dinlerin çeşitliliği veya farklılığı gelmektedir. Bu çeşitlilik tek Tanrı inancına dayanan monoteist dinlerden, çok tanrılı inanca sahip politeist dinlere, nihâî gerçekliğin kişisel niteliklere sahip bir varlık olduğunu ileri süren teistik dinlerden böyle bir gerçekliğin kişisel-olmayan bir varlık olduğunu düşünen teistik-olmayan dinlere, gelişmiş bir inanç ve ibadet sistemine sahip büyük dinlerden basit inanç ve ritüellere dayanan çeşitli yerel dinlere kendisini değişik bir çok alanda göstermektedir.
Kuşkusuz dinlerin farklılığı sadece değişik ibadet veya ritüellerle sınırlı değildir. Bunlar sadece dinin tezahür eden, gözleme konu olabilen boyutları olup, daha önemli farklılıklar söz konusu ibadet ve ritüellerinin dayandığı inançlar düzleminde yer almaktadır. Kaldı ki temelde aynı inanca dayanmakla birlikte tarihsel gelişimi ve yorumlanışı açısından bir dinin farklı bir takım ibadet biçimlerine kaynaklık ettiği düşünülebilir. O halde dinleri en temelde birbirinden ayıran şey onların farklı inanç ilkeleridir. Buna göre, belli bir inanç esasına dayanmayan veya daha doğrusu bir takım inançların doğruluğunu bir şekilde öngörmeyen bir din düşünmek pek anlaşılır görünmemektedir.
** Ward’a göre, her din gerek evrenin tabiatına ilişkin gerek insanın kaderine dair birtakım doğruluk iddialarında bulunmaktadır. Bu doğruluk iddiaları insanın iyiliği ve kurtuluşu için önem ifade etmektedir.Ona göre bütün doğruluk iddiaları zorunlu dışlayıcıdır.
** Hick’e göre, insanların yaklaşık yüzde doksan dokuzu dini inancı, içinde doğdukları toplumun inanç kültürünün bir sonucudur.
** Dini çeşitliliğin bir sorun olarak algılanmasının bir nedeni de farklı dini inançlara sahip insanların günümüzde, daha önceki zamanlardan kısmen farklı olarak, daha çok birlikte yaşamak durumunda bulunmalarıdır.

Dini çeşitlilik ve Temel Yaklaşımlar
1-Dini Dışlayıcılık: Sadece belli bir dini inanç ilkelerinin doğru olduğuna inanarak bu ilkelerle bağdaşmayan bütün dini inançların yanlış olduğunu ve insanı nihai kurtuluşa götürmek için yeterli olmadıklarını savunan yaklaşımdır.
Dışlayıcı bir tutum en temelde bir doğruluk iddiasına dayanmaktadır. Dolayısıyla dini bir dışlayıcılığın haklı bir temele sahip olması için söz konusu inancın doğruluğunu bir ölçüde ortaya koyabilecek bir gerekçe bulunmalıdır.
Başka inançlarla karşılaşmak bir kimsenin kendi inancının doğruluğunu daha iyi kavramasına ve böylece ona daha sıkı bir şekilde bağlanmasına da neden olabilir. Ama bütün bunların olabilmesi için bir kimsenin evvela kendi inancı ile diğer inançların entelektüel değer ve dinamiklerinden haberdar olması gerekir.
Diğer yandan dini inançların insanların doğdukları yer ile toplumsal aidiyetlerine göre değişebilen bir şey olduğu, sosyolojik bir olgu olabilir.
2-Dini Kapsayıcılık: Dinî kapsayıcılık sadece bir dinî inancın doğru olduğunu öngörmekle beraber diğer dinî inançların söz konusu dinin (inancın) kapsamına dahil edilebileceğini kabul eden yaklaşımdır.
Bu yaklaşımın da özünde bir tür dışlayıcılığın bulunduğu düşünülebilir.Fakat dinî dışlayıcılıktan farklı olarak, dinî kapsayıcılık diğer din ve inançların çeşitli nedenlerle dışlanmak yerine geniş anlamda doğru olduğu düşünülen inancın zayıf veya bilinmeyen formları olarak ele alınabileceğini göstermeye çalışmaktadır.
** Dinî kapsayıcılığa Hıristiyanlık açısından bakan Rahner’e göre, Hıristiyanlık insanlığın yegane mutlak dini olmakla beraber Tanrı’nın bütün insanların kurtuluşunu hedeflediği düşünüldüğünde onun dışındaki dinlerin de ilâhî bir takım unsurlar içerdiği kabul edilebilir.Rahner, Hıristiyan olmayan bir dinin de bir ölçüde kabul görmesi gerektiğini kendi ifadesiyle yasal olduğunu savunur.
** Dinî kapsayıcılık açısından İslam’a bakıldığında onun daha açıklayıcı bir tutum ortaya koyabileceği düşünülebilir. İslam herşeyden önce doğru inancı belli bir zamansal olguyla sınırlamayıp, en temelde herkese açık olan Tanrı’nın varlığı ve birliği inanmak gibi bir ilkeye dayandırmakta ve bütün peygamberlerin bu inancı tebliğ ettiklerini düşünmektedir.
3-Dini Çoğulculuk: bütün dinlerin ya da büyük dinlerin inançlarının aynı gerçekliğe delalet ettiğini/ edebileceğini ve böylece herbirinin insanları eşit ölçüde kurtuluşa götürebileceğini ileri sürerek dinî inançlar arasındaki farklılıkların aşılabileceğini iddia eden bir yaklaşımdır
Önde gelen savunucusu HİCK tir,
İslam düşüncesinde İbn’ül-Arabî’nin bu görüşün temsilcisi olarak görülmektedir. Ona göre, inancın mekanı olan kalp ilahi tecelliye bağlı olarak değişebilen bir şeydir.Dini inançların çeşitliliğinin veya farklılığının kaynağı insanların Tanrıyı yeterince tanıyamamalarının doğurduğu epistemik bilgisel bir eksiklik sınırlılık değil, bizatihi ilahi tecellinin tabiatıdır.
İbnül-Arabiyi farklı ilahi tecellinin iki farklı çeşidinden söz eder,
a-Gaybi Tecelli; Kalbin eğilim veya kapasitesini belirleyen ilahi tecellidir ki, ancak bu yolla kalp belli bir eğilime sahip olabilir.
b-Görünen Tecelli; Tanrı kendisini inananın kalbine tecelli ettiği bu form yoluyla tecelli ettirir.
İbnül Arabiyi farklı dini inançların kısmen doğru ve otantik olabileceği sonucuna götüren, onun en temelde kabul ettiği ontolojik bir tez olan Tanrının farklı şekillerde tecelli ettiği düşüncesidir.
İbnül Arabiye göre; farklı dini inançların ilahi tecellinin sonsuz biçimleri olduğu bilgisine ancak Arif bir kişi erişebilir.
İbn’ül-Arabî ile Hick’in anlayışı arasındaki en önemli fark birincisinin söz konusu dinî çeşitliliğin kaynağını Tanrı veya O’nun farklı tecellileri olarak görmesi, ikincisinin ise bunu insana veya onun epistemolojik göreceliğine dayandırmasıdır.
** Hick ‘Altın Kural’ dediği şu ilkeye şeye uymamız gerektiğini düşünür: başkalarının dinî tecrübesi de bizim dinî tecrübemiz kadar geçerliliğe sahiptir. Bu kurala uyulduğundan başkalarının tecrübeleri bir yanılsamanın ürünü olarak görülmeyecektir.
** Hick’in dinî çoğulculuk hipotezini geliştirirken Kant’ın numen ve fenomen ayrımı ile Wittgenstein’in ‘olarak veya gibi görmek (seeing-as)’ kavramına dayanmaktadır. Hick’in ileri sürdüğü çoğulculuk hipotezi de hem dinî hem de felsefî açıdan bir çok eleştiriye açıktır.
** Hick’çi hipotez dinî inançların veya doğruluk iddialarının bilişsel olmadığını ileri süren bir tür dinî anti-realizme dayanıyor görünmektedir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Ekim 2013, 13:00   Mesaj No:6
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.984
Konular: 339
Beğenildi:1160
Beğendi:330
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

ÜNİTE 6: FELSEFE VE AHLAK İLİŞKİSİ

Ahlâk kelimesi Arapça ‘hulk’ (veya ‘huluk’) kelimesinin çoğulu olup Türkçe' de tekil olarak kullanılır. Hulk; din, tabiat, huy ve karakter gibi manalara gelir.
İslam düşüncesinde ahlak kelimesi, bir meleke veya hal olarak görülmüştür. Gazali ve İbn-i Sina ahlakı;meleke olarak tanımlamışlardır. Ahlakın, kendisiyle tanımlandığı meleke ise, “nefiste iyice yerleşen özellik” demektir. Mesela her biri birer meleke olan; cömertlik, yiğitlik, iffet, haya gibi meziyetler, ahlaklı insanların sahip olduğu birer özelliktir. Cömert bir insanın malı mülkü elinden gitse ondaki cömertlik melekesi kaybolmaz.
Osmanlı düşüncesinde ahlak, huy manasına gelen “hulk”un çoğulu olarak görülmüştür. Hulk ise;”nefsi natıka’nın bir kuvve-i rasihasıdır ki, insanın bütün fiil ve amellerinin çıktığı yer,”olarak tarif edilmiştir. Kuvve-i rasiha nedir? meleke” dediğimiz keyfiyyat-ı nefsaniyedir.
İslam düşüncesinde Ahlakı “hal” olarak tanımlayanlardan biri, İbni Misvekey.Onun ahlak tanımı;”ahlak, nefsin bir halidir ki,bu hal nefsi,düşünüp taşınmadan fiillerini yapmaya sevk eder.”
Osmanlı Düşünürlerinden Mustafa Zihni; Ahlak, nefsin bir halidir ki, bu hal nefsi, düşünüp taşınmadan fiillerini yapmaya sevk eder, Nefsi natıkanın öyle bir halidir ki fikir, görüş ve fiilleri meydana getirir.
Bir davranış veya olayın “ahlaki” olarak değerlendirilmesinin öncelikli şartı; iradi olarak yapılmasıdır. İnsan korktuğu zaman benzi sararır, utandığı zaman yüzü kızarır, bu gibi irade dışı ve gelip geçici durumların meleke ile dolayısı ile ahlakla ilgisi yoktur.
Türkçe’ de zaman zaman ahlak kavramının yerinde kullanılan kelime ;Edep. Ahlak kelimesinin hem “güzel ahlak “ hem de “kötü ahlak “şeklindeki kullanımı düşünüldüğünde Türkçe’ de zaman zaman ahlak kavramının yerinde kullanılan edep kavramının ahlakın “güzel ahlak” terimi ile temsil edilen kısmına tekabül ettiği söylenebilir.
İbn Kutebye; nin Edebul Katib adlı eserinde, dilin edeplendirilmesi ve nefsin edeplendirilmesinden söz edilerek kişinin dilini edeplendirmesinden, yani edebiyat ve dil bilimlerinden eğitilmesinden önce nefsini edeplendirmesi, ahlakını güzelleştirmesi gerektiği, nefsin edeplendirilmesinin de iffet, hilim, sabır, gerçeğe saygı, vakar, merhamet gibi erdemlerle mümkün olduğu anlışılır.
Batı dillerinde ahlâk karşılığında kullanılan Yunanca ve Latince’ den türetilmiş iki kelime vardır, bu iki kelime ; ethics(yunanca ethos kelimesinden gelmektedir) ve Moral.
Ethos ;Bir sosyal grubu diğerinden ayırt eden örf, adet, töre, alışkanlık ve karakter anlamına gelir.
Ethics ve Moral nasıl kullanılır? Tartışmalı olmakla birlikte Latince kökenli moral, somut ahlaki olayların tahlili için kullanılır. Yunanca kökenli ethics ise, her ahlak yasasının konusunu oluşturan iyi, kötü, yükümlülük, ödev vb. gibi temel kavramların incelenmesi için kullanılır.
Ahlak kavramının yakın bir ilişki içinde olduğu kavramlar; Ahlak kavramının; örf, adet, gelenek, görenek ve uylaşım gibi kavramlarla yakın bir ilişkisi vardır. Ahlak bu kavramlardan; a) gerçekleştirilmelerine karşı hissedilen yükümlülüğün derecesi ile, b) onları ihlal etmenin uyardığı duygunun türü ile, c) uygulanan müeyyidenin şekli ile, d) etki alanlarının genelliği veya etkiledikleri kişilerin sınırı ile, e)süreklilik dereceleri ile, ayırt edilir.
Örf ve adetler toplumların yaşayabilmek için yaptıkları bir icattan ibarettir. Dolayısıyla örf ve adetler bir toplum veya kültür içinde değişiklik gösterdikleri gibi, bir toplumun örf ve adetleri de başka toplumlarınkine benzemez; bunlar mutlak değil izafi değerlerdir
Uylaşım; davranışın yerine getirilmesinde dahili bir zorunluluğun olmadığını vurgular ve bilirli bir davranış tarzının mükemmel olarak kabul edildiği konusunda sözlü veya sözsüz belli oranda bir anlaşmanın olduğu ima edilir.
Ahlak ile adet arasında fark, Aksekili’ ye göre; ahlak kuralları, bütün insanları kapsar; milliyet,kavmiyet, mezhep ile değişmez.Oysa adet böyle değildir.Bunun içindir ki,milletler ve kavimlerin birbirine uymayan,bir kavmin iyi kabul ettiğini diğerinin kötü görmesi adetler kabilindendir.
Ali seyyid’e göre; ahlak ruhi hallerden, adet ise aynı fiillerin tekerrürü ile nefiste husule gelen maddi melekelerden ibarettir.
Ahlak terimi, felsefi bir metinde kullanıldığında, şu anlamlara gelir:1.anlamı, Ahlak terimi, insanın değer hükümlerinde bulunabilme kapasitesine işaret eder. Mesela faaliyetlerinden sorumlu olmadığını ifade etmek üzere, deli bir insanın “ahlak dışı” olduğuna hükmedilebilir. Aynı zamanda hayvanlar için de kullanılabilir. 2. anlamı, ahlaki terimi, davranışları ahlaki standartlara uyumlu olan bir kişiye delalet eder. Bu ikinci kullanımda ahlak terimi yerine “ ahlaklı” terimi kullanılır.
Ahlak teriminin üç farklı şekilde kullanımı vardır
1- Umumî bir hayat tarzını(örn. İslam ahlâkı, Hıristiyan ahlakı )
2- Bir grup davranış kuralını(örn. meslek ahlâkı)
3- Davranış kuralları veya hayat tarzları üzerinde yapılan fikrî bir araştırmayı (felsefenin bir kolunu, ahlâk felsefesini) ifade eder.
Bir konu iki farklı açıdan ele alınabilir
a) Bir şeyi, nasıl varlığa çıktığını ve diğer şeylerle nasıl ilişki içinde olduğunu anlamak için, olduğu gibi ele alabiliriz;
b) veya o şeyi olduğu hal üzere değil de olması gereken ile mukayese edebiliriz. Buna bağlı olarak da iki tür bilime sahip oluruz:
1) Şeyleri oldukları hal üzere açıklamak ve tasvir etmekle ilgilenen bilimler,(tabii)
2) onlar üzerinde verdiğimiz hükümlerimizle ilgilenen bilimler.(normatif veya eleştirel). İşte ahlak, bu anlamda, eleştirel veya normatiftir
İslam düşüncesinde ahlak ilmi iki kısma ayrılmıştır. “nazari” ve “ameli” olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.
Nazari ahlak: Ahlaki esaslarla, kanunlarla ilgili nazariyeleri, fikirleri içine alır; bugünkü kullanımıyla ahlak felsefesine tekabül eden ahlakın kısmıdır
Ameli ahlak: Ahlaki vazifelerin kısımlarını, türlerini ve vasıflarını bildiren kısmıdır. Bu açıdan İslam ahlakçıları, nazari ahlaktan daha ziyade ameli ahlaka önem vermiş, ahlak ile ilgili nazariyeler ile ilgilenmeye lüzum görmemişlerdir.
İslam dünyasında ahlak ilmi için kullanılan terimler ;Hikmet-i ameliye, ilmu’l edep, ilmi tehzibi’n-nefs ve son dönemde ilm-i ahlak terimleri kullanılmıştır.
Bilim olarak ahlak; İçinde doğru ve yanlış hakkındaki hükümlerin somutlaştığı veya bu hükümlerin kendilerine uygulandığı olgusal durumları toplamak, tasvir etmek, açıklamak ve sınıflandırmakla ilgilenir.
Filozoflar ahlakı; Teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayırırlar. Teorik ahlak; ahlaka bir temel bulmak iddiasındadır. Burada insanın hangi gaye için yaşaması gerektiği,iyi ile kötünün,vazifenin ne olduğu gibi umumi problemlerle uğraşılır.Pratik ahlak;insanın ailesine ,memleketine karşı olan vazifelerini belirtmek iddiasındadır.
Bilim olarak ahlak kendi içinde ikiye ayrılır. Sosyal (veya sosyolojik) ahlak ve bireysel (veya psikolojik) ahlak olmak üzere iki kısma ayrılır.
Sosyal ahlak; Tarihte veya günümüzdeki hayatta, farklı ırklar, insanlar ve kültürlerde bulunan davranışlar hakkındaki ahlaki değeri haiz hükümlerin ürünü olan veya bu tür hükümlerin gelişmesine sebep olan alışkanlıklar, uygulamalar, fikirler, inançlar vs ile ilgilenir.
Psikolojik ahlak; Bireydeki ahlaki bilincin, doğru ve yanlış hakkındaki hükümlerin, yükümlülük duygusunun, vicdan azabı, utanma duygularının, tasvip edilme arzusunun kökeni ve gelişmesinin izlerini bulmak ile ilgilenir.
Sanat olarak ahlak ; insanların kendilerine göre hedeflerine ulaşabileceği eylemde bulunma kurallarını keşfetme ve formüle etme ile ilgilenir.
Felsefenin bir kolu olarak ahlak; âlemle ilgili temel teorilerle bağlantılı olarak belirli kavramların mahiyeti ve gerçekliğini araştırır. Bu anlamda o, ahlaki açıdan bir gerçeklik teorisidir. Descartes’e göre ahlak, felsefenin hem başında hem de sonunda gelir.
Felsefenin ahlaka yaklaşımı , hem kural korucu hem de analitik bir tarzda olur.
Ahlak filozofu , beşeri ilişkilerimizde uymamız gereken kurallar geliştirmeye, bir hayat modeli geliştirmeye gayret eder.Sadece neyin iyi neyin doğru olduğunu değil, nasıl iyi insan olunacağını göstermeye çalışır,ahlak ilkelerini mantıki açıdan tahlil eder.
Ahlak üç devreye ayrılabilir.1-Popüler ahlak dönemi, 2-Geçişli,şüpheci veya sofistik dönem, 3-Bilinçli veya felsefi dönem
Felsefenin ahlâka yaklaşımı hususunda analitik felsefe geleneğine bağlı filozofların görüşleri çeşitli farklılık arz eder. Eflatun, Aristo, Kant gibi sistem sahibi filozoflar, birer ahlâk teorisi geliştirerek ahlâkî olayları değerlendirmişler, ahlâkî iyi ve kötüyü tayin eden belirli prensipler koymuşlar; genel geçer ahlâk ilkeleri tespit edip, bu ilkelerin doğruluğunu göstermek üzere aklî deliller geliştirmişlerdir.
Oysa R.M.Hare,A.J.Ayer,Nowell-Smith gibi analitik filozoflarca ahlâk filozofunun görevi, ahlâk terimlerini sadece analiz etmeye indirgenmiştir. Bu anlayışa göre, ahlâk filozofu herhangi bir değer hükmünde bulunamaz. Yapacağı şey sadece, ‘doğru-yanlış, iyi-kötü gibi ahlâk terimleri ne ifade eder’; ‘ahlâkî hükümlerin mâhiyeti nedir; onları diğer hükümlerden ayıran özellikler nelerdir’ gibi mantıkî, epistemolojik veya semantik türden sorular sormak ve bu soruların cevaplarım aramaktır. Bu sebepten geleneksel kural koyucu ahlâk teorilerinden bu anlayışı ayırmak üzere, analitik ahlâk teorisi (****-ethics) ifadesi kullanılmaya başlanmıştır.
Şüpheci ahlak filozofları ise; genel kabul gören ahlaki inançlara dokunmadılar ama onlar için objektif bir temelin bulunup bulunmadığını sorguladılar.
Kural koyucu(normatif)ahlak felsefesi denilince, ahlak filozofunun bütün ahlak ifadeleri veya aktüel normatif kanıtı kural koyucu olarak nitelendirilir.
Kural koyucu(Normatif) ahlak ifadeleri şu tür ifadelerdir;Normatif ahlak iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı belirlemek için genel prensipler tesis eder.Böyle bir teşebbüste sorulan ahlaki sorunun sayısı çoktur fakat bunların tamamı, üç soru başlığı altında toplanabilir.”doğru ve yanlış nedir?”,” övgüye ve yargıya layık olan nedir”,”değerli veya arzu edilen nedir?”
“masum insanlara işkence etmek kötüdür”
“İnsanın anne ve babasını hasta hallerinde yalnızlığa terk etmesi tek kelime ile gaddarlıktır”
Geleneksel felsefi çalışmalarda daha soyut ve normatif ahlak ifadeleri de bulunur. Buna şu örneği verebiliriz;
“sadece ve yalnızca haz, kendinde iyidir; sadece ve yalnızca haz kendinde kötüdür.”-Analitik(****etik)ahlak felsefesi denilince ne anlaşılır? Ahlaki terimlerin kullanımları veya anlamları hakkındaki tartışmalar ve ahlaki kavramların tabiatı hakkındaki iddialar “analitik(****etik)ahlak felsefesi olarak isimlendirilir.
Analitik(****etik)ifadeler ne hakkındadır?
—normatif ahlak ifadeleri veya terimleri hakkında
—ahlak kanıtının tabiatı hakkında
—ahlakı oluşturan şeyin kendisi hakkındadır.
Şu tür ifadeler bunun tipik örnekleridir:
“ahlak ifadeleri ne otobiografik ifadeler nede tabii olmayan olguların ifadeleridir, onlar duygunun anlatım tarzıdır.” ,“iyi; basit, analiz edilemeyen, tabii olmayan bir niteliğin adıdır.”
Ziya Ülken’ e göre Âlem ile insanın ortaklaşa ürettikleri eserler, üç davranış tarzına karşılık gelmekte olup üç merhale oluşturmaktadır, bu üç merhale,
—Bilmek, üzerine düşünceden, teorik felsefe “kozalite fikri” hüküm sürer
—Etmek üzerine düşünceden, pratik felsefe “hürriyet” hüküm sürer
—Yaratmak üzerine düşünceden sanat felsefesi “gayelik” hüküm sürer
Ziya Ülken’ e göre ahlak felsefesi, “etmek” üzerindeki düşünceden doğmuş olan pratik felsefenin bir kısmıdır.
Pratik felsefenin kısımları ;Ahlak felsefesi,siyaset,iktisat ve hukuk
Ahlak felsefesi iki açıdan incelenebilir.
1.”ahlaki hareket” açısından,( ahlakın objektif tarafını oluşturur bir anlamda “ahlaki hakikat felsefesi” demektir
2.”ahlaki amil” açısından,(ahlakın sübjektif tarafıdır. Böylece biz, her ahlaki hareket içinde birbirinden ayrılabilen, tahlil edilebilen kasıt ve niyetleri, istekleri, ahlaki muhayyileyi inceleyebiliriz.
Canlılar arasında sadece insan davranışlarının ahlaki değerlendirmeye konu olmasının görünen iki sebebi vardır. Bunlar ;1.insanın, akıllı olması, 2.topum halinde yaşaması(s187 1.prg.sonu)
** İnsanın iyiyi kötüden ayırt edebilecek bir zekâ seviyesine sahip olması ahlaki değerlendirmeye konu olması açısından yeterli değildir. İnsanın veya davranışının iyi veya kötü olarak değerlendirilmesi, insanın kendi dışında birisiyle girdiği ilişkide söz konusu olmaktadır. Ahlaki iyi ve ahlaki kötü değerlendirmesi, toplum hayatı söz konusu olduğunda ortaya çıkmaktadır.

Ahlaki iyi ve ahlaki kötü nedir? Ahlaki iyi; aynı zamanda beraber yaşadığımız başka insanların da hoşlanacağı ve insanlar arasında iyi geçinme imkânları yaratacak olan şeydir. Ahlaki kötü; bireye ve topluma zararlı sonuçlar doğuran şeydir.
İnsanın akıl sahibi olması, hür olması, bencil olması ve bir arada yasama mecburiyetinde olması dikkate alınarak düşünüldüğünde, ahlâkın niçin sadece insanlar için söz konusu olduğu daha iyi anlaşılır.

Ahlak- insanın varlık şartı: İnsan bencilik duygusunu tatmin için, hürriyetini başkalarına zarar verecek şekilde kullanabilir. Başkalarının hakkını çiğneme, birlikte yaşamaya zarar verdiğinden, böyle bir halden kendisi de olumsuz yönde etkileneceği için fertlerin hürriyet haklarını kullanmada, bir nizam ve düzene ihtiyaç vardır. İşte ahlâk, din ve hukuk gibi disiplinler, yaptıkları düzenlemelerle insan hürriyetinin sınırlarını belirlerler. Bundan dolayı ahlak sahasının, bilgi gibi, insanın bir “varlık şartı” olduğunu ve insanla birlikte meydana geldiğini, onun dışında veya onun yanında bir şey olmadığını tespit edebiliriz.

İnsan bir ahlâk varlığı, ahlâklılık insanın özsel bir niteliği olarak kabul edildiğinde ahlâk alanı, sadece insanî ilişkilerle sınırlı olur. Çünkü insanın ilişkileri, sadece insanlarla sınırlı değildir; diğer canlılarla ilişkileri, Yaratıcısıyla girdiği dinî ve mistik ilişkileri de vardır ki bütün bu ilişkileri ahlâkî değerlendirmeye konu olur; çünkü bu ilişkileri başlatan insandır. Buna göre bir insanın başına bir ağaç düşmesi olayı, ahlâkî değerlendirme dışı tutulabilir, ama bir insanın ağacı kesmesi ahlâken değerlendirilecek bir olaydır.

Ahlâkî varlık, insan olarak, bizi birbirimize bağlayan, duygudaşlığımıza imkân veren, hangi kültür çevresine mensup olursak olalım aramızda müşterek tarafların bulunmasını sağlayan varlıktır. İnsan bir ahlâk varlığı olduğu ya da ahlâk, insanın özsel niteliği olduğu için, insanın hareketleri düşünceleri, sözleri ve yazılarının hepsi, ahlâkî değerlendirmenin konusu olur. Bu, insanın yapıp ettiği her şeyin, ahlâkî varlık sahası tarafından kuşatılması demektir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Ekim 2013, 13:00   Mesaj No:7
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.984
Konular: 339
Beğenildi:1160
Beğendi:330
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

ÜNİTE 7:AHLAKIN TEMELLENDİRİLMESİ PROBLEMİ


Felsefede temellendirme kavramı birden çok anlamı ifade etmek için kullanılır Bazı Filozoflar onu “Motivasyon” ile ilgili kavramları ifade etmek için onu “psikolojik temellendirme” anlamında kullanırlar ve bu başlık altında “akıllı bir insan, ahlaken doğru olan şeyi niçin yapmalıdır? Doğru olan şeyi yapma konusunda sağlam gerekçelere sahip miyiz?” gibi soruların cevabını ararlar. Burada ahlaken doğru ve yanlışın ne olduğunu bildiğimiz farz edilerek, doğru olanı yapmak konusunda insanları nasıl ikna edeceğimiz meselesi üzerinde durulur.

Üç Türlü Temellendirmeden söz edilebilir. Bunlar ve cevap aradıkları sorular şunlardır:
Psikolojik temellendirme şu sorulara cevap arar.
- Niçin Ahlaklı olmayalım, Ahlakın doğru olan şey niçin yapılmalıdır, gibi insanı ahlaki olanı yapmaya sevk eden psikolojik etkenin mahiyetini araştıran soruların arandığı Psikolojik temellendirmedir.
- Akıllı bir insan Ahlaken doğru olan bir şeyi niçin yapmalıdır?
Doğru olan bir şeyi yapma konusunda sağlam gerekçelere sahip miyiz?
Ahlaki ilkeler kendi kendine motive edici güce sahip midirler?
Bütün Akıllı insanları belirli Ahlak prensiplerini doğru olarak kabul etmeye ikna edebilecek gerekçeler var mıdır?
Buradaki esas mesele doğru olarak bildiğimiz şeyi yapmaya kendimizi ya da başkalarını nasıl ikna edeceğimiz meselesidir.


Bazı filozoflar Temellendirmeye psikolojik açıdan değil doğrulama açısından bakarlar(Epistemolojik)
Epistemolojik Temellendirme ise şu sorulara cevap arar.
-- Hangi davranışların ahlaken doğru olduğunu nasıl anlarız?” sorusunun cevabını ararlar
Ahlak alanında hangi ilkelerin doğru olduğunu nasıl anlarız?
Ahlaki problemleri çözme konusunda üzerinde ittifak edilen bir karar verme yöntemi var mıdır?
Cesaretin bir fazilet olduğunu ispat edebilir miyiz?
Ahlaki akıl yürütme de başlangıç noktaları nelerdir?
Bu soruların cevabının aranmasına Epistemolojik temellendirme denir.


Ontolojik bir temellendirmeyi tercih etmişlerdir. Cevap aradıkları sorular şunlardır?
-- Temellendirme kavramı ile değerlerin, fiziki nesneler gibi dış dünyanın parçası olup olmadığını araştırırlar
Ahlaki ifadeler hakikat değeri taşırlar mı?
Değerler fiziki nesnelerin olduğu tarzda, dış dünyanın parçası mıdırlar?
Biz değerleri keşif mi ederiz yoksa onları icat mı ederiz?
Ahlaki önermeleri Ahlak dışı önermelere indirgeyebilir miyiz?


Psikolojik Temellendirme : Niçin ahlaklı olmalıyım? Ahlaken doğru olan şey niçin yapılmalıdır? Gibi Ahlaki olanı yapmaya sevk eden temel psikolojik etkenin mahiyetini araştıran soruların Psikolojik Temellendirme Korku, Ümit, sevgi, İhtiras, haz ve benlik gibi birçok temel üzerine inşa edilmek istenmiştir. “Aşk Ahlakı” ve “Ahlak” eserlerinde Hilmi Ziya Ülken Ahlakın yalnızca Sevgi ve İhtiras üzerine bina edilebileceği sonucuna ulaşır.
Korku üzerine Temellendirme: Ayıplanma korkusu, Ölüm korkusu, kanun korkusu, cehennem korkusu gibi korkulardır. Sadece korku üzerine bina edilen Ahlak sağlıklı kişisel gelişime engel olur ve şahsiyet kaybına yol açar. Dışımızdan gelen bir zorlamaya boyun eğerek yaptığımız davranışın pek bir değeri olmaz. Çünkü Ahlakta bilerek ve isteyerek yapmak esastır. Bir davranışın Ahlaki olabilmesi için o kişi tarafından özümsenmesi, benimsenmesi ve adeta şahsiyetinin bir parçası olması gerekir. Zorlama ile yapılan davranışın Hukuki değeri olabilir ancak Ahlaki değeri olmaz. Allah korkusu diğer korkulardan farklı olarak insanı iyi davranışlara sevk etmesi açısından Ahlak eğitiminde önemli bir başlangıç noktasıdır.
ÜLKEN Dinleri korku ahlakı açısından değerlendirir. Yahudilikte Ahlak tamamen korku üzerine bina edilirken İslam ahlakında korkunun üzerinde daha ulvi değerler vardır.
Biyolojik korkuda veya “****fizik” ürküntüde ortak cihet şudur: “ Korku şuurun uğradığı birden saldırış önünde kendi başına kalmasının verdiği ürküntüdür.” Korkunun Ahlaka temel olmayışının bir diğer nedeni de ortaya çıkardığı ürküntünün insanın duyumlarını felce uğratması ve Hürriyetini ortadan kaldırmasıdır.
Kısaca; ahlak korku üzerine temellendirilemez. Çünkü bireysel ve toplumsal korku;
İnsan hürriyeti ile bağdaşmaz
İnsanın ilişkilerini koparıp içe kapanmasına yol açar
İnsan iradesini atıl hale getirir.
İnsanı kudretsiz bıraktığı için iş yapma kudretini felce uğratır.
Ümit Üzerine Temellendirme.
Korku ile mukayese edildiğinde ümit ahlaka temel olmaya daha uygun görünür. Ancak bir beklenti söz konusudur ve bir beklentiye göre hareket etmek ahlakı evrensel olmaktan çıkarıp göreceli hale getirir. Ümit bütün alanlarda bir “bekleme” halini bünyesinde barındırır. Bütün idealler, ideolojiler ve inanışlarda ümit ederek bekleme vardır. Büyük ahlaki dinlerde ve büyük ahlaki çığırlarda önemli bir amil olmuştur.
Dinler geliştikçe ümidin payı korkudan daha fazla olur. Hıristiyanlık Yahudiliğe reaksiyon olarak doğduğu için korkudan çok ümit üzerine dayanmaktadır. İslam ahlakı korku ile ümit arasındadır.
Ülken’e göre ahlakın ümit üzerine kurulması her zaman mümkün olmaz. Ülkenin ahlakın ümide bağlanmasına itiraz ettiği esas husus şudur; bir insan gelecek ümidiyle bir davranışta bulunursa, gelecekteki ümidi kaybolduğunda ya da gelecekle ilgilenmediğinde artık o ümide bağlı olarak yerine getirdiği davranış anlamsız hale gelecektir. Bu ise ahlakı relatif bir hale getirir ve relatif ahlakın yaptırıcılığı oldukça zayıftır.(Relatif: tek başına bir işleve sahip olmayıp [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...][Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]in [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]ketiyle [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]ya çıkan)
Ülkenin böyle demesine karşın hiçbir maddi karşılık beklemeksizin Allah rızası gibi ulvi bir saikle hareket etmek relatiflikten kurtulup mutlak bir karakter kazandır.


Benlik, Gurur, haz ve Akıl Üzerine Temellendirme
Ahlakın benlik ve gurur üzerine bina edilmesi mümkün değildir. Ülkenin dediği gibi her şey bendedir diyen, hakikaten her şey gerçek sahibine verildiği zaman bomboş kalır. Gurur ile yapılan bir hareket ahlaka hizmet etmek şöyle dursun, Belki de ahlaka tecavüzdür. Bireyin ahlak eğitiminin tamamlanmasında korku ve ümit kadar gurur be benliğinde önemli bir rolü vardır. İnsan kendine güvenme ile olgunlaşmaya başlar. Onun için birçok ahlak doktrininde gururun önemli bir rolü vardır. Bunun için övünmekten kuvvet alan ahlaka kısaca “desinler ahlakı” denir.
Desinler ahlakına sahip olan insan davranışı ahlaki olduğu için yapmaz. Davranışlar sabır bir davranışın ürünü olmaz. Böyle bir insan oturmuş bir ahlaka sahip olmaz çünkü her yeni karşılaştığı kişi ne derse ona göre davranacaktır.
Ahlakın Haz üzerine de kurulması mümkün değildir. Hazzı feda etmek gerektiğinde anlamını kaybeder. Ahlaki değerleri uğruna kendini feda etmek için önce zevki çiğnemesi ve hazzı feda etmesi gerekir. Haz ve arzuların yok edilmesi üzerine kurulacak ahlak kişiyi güçsüz bırakacak, yıpranacaktır. Aynı şekilde fayda üzerine kurulan ahlak ta fayda ve çıkar çatıştığında yıkılacaktır. Fayda ahlakı ister bencillik üzerine kurulsun ister sosyal çıkar üzerine dayansın, zaman zaman değişmek zorundadır. Cemiyet ahlakı hiçbir halde bize hiçbir düstur teklif edemez. Dün doğru olan bugün yanlış olabilir. Torosların yukarısında hak olan aşağılarda hatadır. “cemiyetlerden doğan şey ahlak değil, ancak örf ve adettir.”
Sonuç olarak duygu üzerine kurulan ahlak duygular gibi sübjektiftir. Duygular bize özeldir. Ne kadar insan varsa o kadar his vardır. “his ahlakı ancak anarşi ahlakı olabilir”
Akıl üzerine kurulan ahlak elbette ahlakların en küllisi en sağlamıdır. Ama o da insanı doyuramaz. Ahlakı akıl üzerine kurmak isteyenlerin bir kısmı, aklı bilinmez bir âlemden içimize gelen külli emri ifade gücü gibi görmüşlerdir. Bu aşırı bir entelektüalizmdir. “ Teklif ettiğiniz esaslar çok elverişli ve akla yatkın olabilir ama ben onları kabul etmeyebilirim” Ahlakı akılla temellendirmenin imkânsızlığı şuradadır; Akıl insana hiçbir şeyi, yaşamayı bile emredemez.
Mükellefiyetin akıldan geldiğini söylemek yanlıştır. “ mükellef olmak” vakıası BERGSON’UN “Mükellefiyetin bütünü” dediği şey, tamamıyla başka bir kaynaktan gelir. Ahlaklılık KANT ın sandığı gibi insanların yalnız akıllı olmalarından değil, aynı zamanda cemiyet hayatı yaşamalarının neticesidir.
Ahlakın psikolojik olarak temellendirilmesinde ÜLKEN, haz ve arzunun tatminiyle sona ermeyen, kesintili olmayan, değişikliğe uğramayan, diller, modalar, fikirler ve ihtiyaçlar ile değişmeyen her zaman aynı kalan bir güç üzerine bina edilmesini savunur. Bu yüce değere aşk adını verir. Aşk iledir ki ruh hürriyetini kazanmıştır.


Sevgi ve aşk üzerine temellendirme.
Ahlakın buyrukları kesin ve evrenseldir. Niçin Ahlaklı olmalıyım? Sorusunun cevabı Çünkü insanım şeklinde olmalıdır. Ahlakın evrensel olmasını ÜLKEN Aşk, sevgi ve ihtiras kelimeleri ile ifade eder. Hıristiyanlık, İslamiyet ve Hint dini sevgiyi değerlendirmede birleşirler. Augustinus Yunan ve Hıristiyanlığın Ahlak anlayışını İnsanların Allah’ta birbirlerini sevmeleri anlayışında birleştirdi.
Ahlak insan içindir. İnsanda başlayıp yine insanda tamamlanır. Bundan dolayı Ahlakı Psikolojik olarak sadece sevgide temellendirmek eksik olabilir. Ahlak için korku, ümit, sevgi, haz ve faydanın hepsini içinde barındıran bir temel aramak Ahlakın doğasına daha uygundur. Bu da din dir. ÜLKEN bu durumu “ manevi, aşkın, âlemi kuşatıcı varlık” kavramıyla ifade eder. VOLTAİRE ise Felsefe sözlüğünün Ahlak maddesinde “Ahlak ne boş inanç ne de töredir, O dogmalardan uzaktır. Ahlak ışık gibi Tanrı’dan geliyor. Bizim boş inançlarımız karanlıktan başka bir şey değildir” der.

Soy ve sosyal çevre üzerine temellendirme.
Soru şudur: İnsan davranışlarında soya çekimin bir rolü var mıdır? Varsa önemi ve büyüklüğü nedir? Burada “şahsiyet” kavramı önem kazanır çünkü şahsiyetle insanın yapıp etmeleri arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur.
Ahlaki kişiliğimiz ne sadece irsi özelliklerden nede toplumsal kaidelerden ibarettir. Her ikisinin de rolü olmakla beraber soya çekimin rolü topluma göre daha azdır ve bu rol doğrudan değil dolaylıdır. Ancak şu var ki soya çekim konusunda bir belirsizlik vardır. Şahsiyet vasıflarının ebeveynden çocuğa geçip geçmediği, geçiyorsa nasıl bir geçiş olduğu tam olarak bilinmemektedir.
Ahlaki kişiliğin oluşmasında bahsedilen çevre fiziki çevre değil sosyal çevredir. Çünkü fiziki ve coğrafi çevrenin insan üzerindeki etkisi doğrudan değil dolaylıdır. Buna karşılık sosyal çevrenin Ahlaki kişiliğin oluşmasında rolü büyüktür.
Ahlak eğitimi açısından toplumun bütününü bir okul, her insanı bu okulun hem öğrencisi hem öğretmeni saymak mümkündür.


Epistemolojık Temellendirme Ahlâk ilkelerinin neye dayanılarak tespit edildiğinin araştırılması ve ahlâkî iyi ile kötü hakkındaki bilgimizin temelinin sorgulanması demek olan ‘epistemolojik’ temellendirme konusunda “din-dışı” ve “din” ile yapılan temellendirmeler olmak üzere, iki temel görüş vardır.


Kant ahlakı; aklı üzerine temellendirir
Hume ahlakı; duygu üzerine temellendirir
Moore ahlakı; sevgi üzerine temellendirir
Ülken ahlakı; aşk ve sevgi üzerine temellendir


Din-dışı temellendirmeler; akıl (kant), sezgi (moore), ve duygu (hume) ile olur. Akıl ile yapılan temellendirme konusunda en uygun örnek Kant’tır.
Ahlak filozofunun görevi; ahlaki bilgimizdeki a priori unsurları ayırmak ve onların kaynağını göstermektir.
** Kant ahlak prensiplerinin nihai kaynağının sadece akılda bulunmasını ister. kant a göre insan; kendi başına gayedir. kant problemin çözümünde pratik aklın 2. postülası olan ruhun ölümsüzlüğü fikrine müracaat eder.
** İnsanın istemesi veya iradesi; evrensel tarzda bağlayıcı olarak kabul ettiği ahlak kanununun kaynağıdır.bunun kendi terminolojisindeki adı istemenin otonomluğu prensibidir. Bu ise itaat edeceği kanunu istemenin bizzat kendisinin koyması demektir. İstemenin atonomluğu ahlakın en yüksek ilkesi olmaktadır.
Summum bonum; Herhangi bir şekilde kayıtlanmamış en yüksek iyidir.
** Fazilet ne bu hayatta ne de başka bir hayatta elde edilebilir. Bu durumda ahlak kanunu imkansızı emreder gibi gözükür. Bu problemi de kant tanrının varlığını pratik aklın postülası olarak koymak suretiyle çözmeyi dener.
** En yüksek iyiyi gerçekleştirmenin şartı olarak ruhun ölümsüzlüğünü postüla olarak koyan ahlak kanunu; fazilet ile mutluluk arasındaki zorunlu sentetik bir bağın şartı olarak da tabrının varlığını postüla olarak koyar. Çünkü tanrının varlığını varsaymaksızın en yüksek iyinin gerçekleşme imkanı yoktur.ahlak kanunu mutlu olmaktan ziyade kendimizi mutluluğa layık hale getirmemizi emreder.
** mutluluk ümidi ilk din le başlar
** Kant ın felsefi sisteminde ahlak pratik akıl üzerine temellendirilir. pratik akıl; ahlak alanında hem bilen, hem harekete geçiren, hem nasıl hareket etmemiz gerektiğini belirleyen kuralları koyan, hem de bu kurallara göre bizi. Hareket etmeye sevk eden bir yetidir.
** En yüksek iyinin gerçekleşmesi tanrının varlığı ile ruhun ölümsüzlüğüne inanmayı zorunlu kılar.
** Kant ın ahlak felsefesinin merkezinde pratik aklın kumanda ettiği insan bulunur.
**Pratik akılla temellendirmeye teşebbüs ettiği ahlak teorisini kant, dinin en merkezi kavramı olan tanrı ile tamamlamak zorunda kalmıştır. Pratik akıl seviyesinde kalındığı sürece kantın ahlakı insanı ümitsizliğe düşürür. Kantın teorisinde tanrıya inanmayan bir insan en yüksek iyinin gerçekleşeceğine olan ümidini yitirmektedir.
** kant ın tanrısı ülken in dediği gibi sadece pratik aklın bir ihtiyacını tatminden pragmatik bir inanıştan ibaret kalmakta, varlığı veya yokluğu hiçbir ontolojik esasa dayanmamaktadır.
** Ahlaki epistemolojik açıdan duygu üzerine temellendiren hume dir. Ahlak felsefesi terimini hume, insan tabiatının ilmi manasında kullanır. hume davranışlara tesiri konusunda, tutkuya değil de akla öncelik veren görüşü reddeder. Şu iki örmenin doğruluğunu ispatlamaya girişir. Bunların birincisi yalnız başına akıl, istemenin herhangi bir eylemi için asla aşk olmaz; ikinciside akıl asla tutkuya muhalefet edemez.
** Humeye göre fazilet; seyreden kişiye hoş bir beğenme duygusu veren zihni bir niteliktir. rezilet ise rahatsız edici bir izlenim uyandırır.
** Hume ahlaki beğenmenin kısmi sebebini faydalı olmada bulur. Duygu ile temellendirilen ahlak teorisinde değerler, reel dünyaya ontolojik manada objektif bir varoluşa sahip olamayıp, insan düşüncesinin ürünleri olmaktadır. Değerleri belirleyen, bizzat değerler şuurudur.
** Bazı düşünürler sempati kavramı için felsefi kurgu ifadesi kullanmışlardır.
**Hume kişinin ahlak alanında verdiği hükmün fayda prensibi tarafından belirlendiği kanaatindedir.
** Ahlaki sezgiciliğe göre ahlaki değerleri sezgi yoluyla kavrarız.
Ahlaki düşünce tarihinde 2 tip sezgicilik vardır
1. ahlak prensiplerini mantık prensiplerine benzeten st tomas ın sezgiciliği,
2. hissi kavrayış ile ahlaki kavrayış arasında benzerlik kuran shaftesbur, hutcheson, ile more nin sezgiciliği.
** Moreye göre iyi ki kendinden başka bir kavrama icra ederek tarif etmek imkansızdır. More nin anlayışında sezgi bir ahlak prensibinin doğruluk veya yanlışlığını anlatmakta yegane ölçüdür. Ve ahlakın temelidir. Kişi sezgi vasıtasıyla yeni ahlak değerleri koymaz kendi dışında var olan değerleri keşfeder.
** More beşeri davranışlarla ilgili doğrudan doğruya sezdiğimiz ahlaki değerleri, bize kendilerini tecrübede veren renk ve tat gibi hissi niteliklere benzetir. Ve ahlaki değerlerin dolayısıyla ahlak hükümlerinin objektif ve doğrudan doğruya kavranılır olduğunu savunur.
** Ahlaki konuda hakim olan görüş revalitizm ve şüphecilik tir.
**Ahlaki relativizmve şüphecilikten kurtulmak için kantın işaret ettiği anlamında evrensel ahlak ilkelerine ihtiyaç duyulur.
**Değerler; mutlak bir varlıkla temellendirilmediği takdirde, ahlaki relativizmi aşmak mümkün değildir.


Din ile temellendirme ahlakın din ile temellendirilmesi teşebbüsünün ayırt edici özelliği, tanrının varlığı ve vahiy gerçeğinden hareket etmiş olmasıdır.
Davranışlara ahlaki iyilik veya kötülük vasıflarını kazandıran, bizzat Tanrı buyrukları mıdır, yoksa Tanrının buyruklarından bağımsız olarak, davranışların ahlaken iyilik veya kötülük gibi özellikleri varmıdır sualine verilen cevap, değişik din ile temellendirilen ahlak teorilerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
**Ahlak felsefesinin en eski suallerinden birisi olan sual ilk eflatun tarafından tartışılmıştır.Eflatunun bu suali daha sonra x, tanrı istediği için mi iyidir, yoksa iyi olduğu için mi tanrı onu istemektedir.şeklinde formule edilmiş ve ahlak felsefesinde buna euthyphro tartışması adı verilmiştir. Hristiyan dünyasında euthyphro tartışması adı verilen problem ile, İslam dünyasında fakih ve kelamcıların husun ve kubuh meselesi adını verdikleri problem temelde aynıdır.
** Hristiyan aleminde x, tanrı istediği için iyidir görüşünü savunanlar William of ockham ve preteston teologların büyük bir kısmı savunur. Onlara göre iyi ve kötü hakkındaki bilgimizin kaynağı vahiydir. Protestonlar kurtuluşu hz isa da görür.
**İnsanın vahiyden bağımsız olarak hangi davranışın iyi, hangisinin kötü olacağını bilebileceğini ileri sürenler Thomas apuinas ve Katolik teologlar.
** Ockhamın görüşünü savunanlar karl bath çı Protestan düşünürler. E brunneer savunur. Luther ve kiergaard bu görüşü desteklemişlerdir.
** Bir kısım Yahudi düşünürü adalet iyilik, kötülük gibi ahlaki değerlerin ancak tanrının iradesinin belirleyeceğini savunurken diğer bir kısmı da ahlaki değerlerin tanrının buyrukların bağımsız olarak eşyanın tabiatında bulunduğu ve insan aklı tarafından bilinebileceğini ileri sürmüştür.
** İslam düşüncesinde ahlak felsefesiyle ilgili olarak yapılan tartışmalar birbirine bağımlı 2 sual üzerinde yoğunlaşmıştır
1-mutezile kelamcılara göre iyilik kötülük adalet gibi ahlaki değerler Allah ın buyruğundan bağımsız gerçek bir var oluşa sahiptirler. Bir davranışın ahlaken iyi veya kötü olması, Allah ın onu emir ve yasaklamasıyla değil, o davranışta bulunan faydalı veya zararlı olma gibi bir takım özellikler sebebiyledir
2-İmam Eşari ve Gazilide dahil eşari ekolüne mensup kelamcılara göre ise adalet, iyilik, kötülük gibi ahlaki değerlerin Allah ın murat ettiği şeyden başka herhangi bir manaları yoktur. Allah tarafından emredilen buyrulan davranışlar ahlaken iyi yasaklananlar ise ahlaken kötüdür. İnsan davranışları ontolojik manada ahlaken tarafsızdır.
** x tanrı istediği için mi iydir yoksa iyi olduğu için mi tanrı onu istemektedir şeklinde formule edilen tartışma İslam aleminde hem ontolojik hem epistemolojik manada birbirine zıt din ile temellenen iki teorinin oluşmasına sebep olmuştur. Her iki teoride din ile temellendirilmiştir. Çünkü aralarındaki farklılık mutezilenin Allah ın adalet sıfatının eşarilerin de kudret sıfatına ağırlık vermesinden kaynaklanır.
** imam maturidiye göre iyilik, kötülük gibi ahlaki değerler ontolojik manada objektifdirler. İnsan davranışları bizzat iyi olanlar, bizzat kötü olanlar ve bu ikisi arasında bulunanlar olmak üzere 3 e ayrılırlar. İlk ikisinin bilgisine inan aklı, vahiyden bağımsız olarak sahip olurken sonuncular ancak vahiyle bilinirler.


Ontolojik temellendirme ontolojik temellendirme başlığı altında ahlaki değerler fiziki nesneler, dış dünyanın parçasımıdır. Biz değerleri keşif mi?Ederiz yoksa onları icad mı ederiz.tartışılır
Değer kavramını felsefi kullanımı nasıl sistemize ederiz?
1-Soyut bir kavram olarak değer; a- sadece iyi arzu edilir b- her türlü doğruluk yükümlülük, fazilet, güzellik, hakikat, gibi terimleri kapsayacak şekilde daha geniş manada kullanılır.
2-Somut bir kavram olarak ise a- değerlendirilen, değerli olduğuna hükmedilen iyi veya arzu edilir olduğu düşünülen şey için kullanılır.
** Scheler ve Hartmandan etkilenen bazı filozoflar değeri kırmızı veya yeşil e benzer, daha özel yüklemlerini kapsayan renk gibi genel bir yüklem olarak düşündüler.
** Taylor un da dediği gibi değer, suje olarak kişinin yarattığı değil ama keşfettiği şeydir.
** Ahlakı sezgi üzerine temellendiren moore ye göre değer; kırmızılık gibi tarif edilemeyen, tabi ve tecrübî olmayan, tasvir edici ve olgusal niteliklerden farklı karakterlerde bir nitelik olup doğrudan doğruya sezgi ile kavranır.
** Ahlaki duygu üzerine temellediren ilk çağ filozoflarından Epikür ve modern çağdan hume ve mill gibi filozoflar; doğruluk, dürüstlük ve fedakarlık gibi erdemlerin kişinin duygusunu tatmin ettikleri sürece ahlaki değer olarak isimlendirileceklerini savunurlar. Adalet zulüm, doğruluk gibi kavramların manaları, kişinin duygu hallerine göre değişebileceği için farklı zaman ve zeminlerde değişmeyen bağlayıcılığı olan ve yükümlülük yükleyen bir takım mutlak ahlaki değerlerden bahsedilmeyecektir
Epikür gibi ahlakı haz veya duygu ile temellendiren düşünürler subjektif bir değer teorisini savunur. .
** Din ile temellendirilen ahlak teorilerinde değerlerin kaynağı tanrıdır.
**Eşari ahlak teorisini doğrudan doğruya vahiyle Temellendirir. Değerlerin Allah ın buyruklarından bağımsız objektif bir varoluşları yoktur. İyilik vs gibi şeyleri vahiy belirler.
** maturidiliğin ahlak teorisi; ahlaki değerler hiçbir halde değişmeyen ve şart ve duruma göre değişenler olmak üzere iki kısma ayrılır. Adalet, iyilik ve doğruluk gibi hiçbir halde değişmeyen mutlak ahlaki değerleri akıl normal şartlarda vahye ihtiyaç duymadan kavrar. Keşfeder. Şart ve durumlara göre değişen göreli ahlak değerler ise ancak ilahi buyruklar vasıtasıyla kavranabilir.
** Ahlaki değerlerin ontolojik statüleri ile ilgili olarak felsefe tarihinde, birbirine zıt, iki temel gelenek vardır. Eflatun, Aristo ve islam filozoflarının temsil ettiği geleneğe göre, değer ile varlık arasında ayrılmaz bir ilişki vardır. Varlık değerden bağımsız değil aksine değer yüklüdür.
Aflatuna göre: iyi idesi, bilinen şeylerin sadece bilgisinin değil aynı zamanda varlık ve gerçekliliklerinin de kaynağıdır.
**Demokritus, lukretius, modern dönem materyalist ve naturalistlerce savunulan diğer geleneğe göre ise varlık değerden bağımsızdır.
**Modern felsefede 1. görüş objektif bir değer teorisinin 2. görüş ise subjektif bir değer yargısının ortaya çıkmasın ayol açmıştır.
** Mutezile, ve maturidiler birinci geleneği takip etmişler ve değer yüklü bir varlık anlayışını benimsemişlerdir. Buna göre Allah varlığı iyi veya kötü gibi niteliklerde yüklü olarak yaratmış; buyruklarıyla iyi olanları emretmiş kötü olanları da yasaklamıştır. İnsan bağımsız olarak bu bilgiye ulaşabilir. Dolayısıyla bu anlayışa göre değerler, insanların icat ettikleri değil keşif ettikleri objektif niteliklerdir.
**Eşari anlayış ise felesefe tarihindeki 2. geleneğe tekabül eden, değerden bağımsız bir varlık anlayışını benimsemiş gibidir. Allah varlığı iyi ve kötü gibi nitelikler açısından nötr bir şekilde yaratmıştır. İnsanlar değerlerin bilgisine ancak ilahi buyruklar vasıtasıyla ulaşabilir. Bundan dolayı bu anlayış ilahi subjektif değer teorisidir.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Ekim 2013, 13:01   Mesaj No:8
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.984
Konular: 339
Beğenildi:1160
Beğendi:330
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

ÜNİTE 8 AHLAK-HUKUK VE DİN İLİŞKİSİ


Hukuk, hukuk felsefesi ve hukukun amacı
Hukuk kavramı üzerinde felsefe temelli tanımlarda en ortak vurgulardan biri, hukukun doğaya uygun akıldan ortaya çıkan kuralar bütünü olarak sayılmasıdır.
Aristoteles: hukukun görevinin suçluları cezalandırmada uyulacak kurallar olduğunu söyler
Thomas aquinas: ortak iyiliği gerçekleştirmeye yönelen akla dayalı emirler olarak görür.
Kant: bir kişinin iradeye dayalı davranışları ile uzlaştıran şartların bütünü olarak tanımlar.
Hukuk nedir;bireylerin dışa yansıyan davranışlarının düzenlenmesi olarak, siyasi, egemen iktidar tarafından belirlenen kurallardan oluşur.
**Hukuk doğal ve pozitif başlıkta incelenir.
Doğal hukuk; bütün insanlar ve toplumlar tarafından, bağlayıcı kabul edilen hukuk ilkeleri olarak, insanın aklıyla bulduğu, bağlayıcılığını devletten almayan, devlet hukukunun değerlendirilmesinde yararlanılan adalet ilkeleridir.Doğal hukukun temel yaklaşımı OLAN DEĞİL DE OLMASI GEREKEN HUKUKA ÖNCELİK TANIMASIDIR.Doğal hukuk Aristoteles ten itibaren 19. yy a kadar etkisini sürdürdü.
Pozitif hukuk; Devletin yetkili organlarınca çıkarılan hukuk kurallarını, mahkemelerce kabul edilen ve uygulanan örf ve adet ilkelerini ve bağlayıcı mahkeme içtihatlarını kapsamına alan ve geçerliği bütün ülkede devlet tarafından sağlanan hukuktur.
Hukuk felsefesi nasıl bir disiplindir; Hukukun kaynağını, hukuk kavramını, adalete uygun, hukukun özelliklerini inceleyen bir araştırma disiplinidir. Hukuk felsefesi, ahlaki değerleri, hukukla olan ilişkisi tarafından da ele almaktadır. Hukuk felsefesi hukukun amacını da belirlemeye çalışır.
Hukukun amacı; Adalet ilkesine dayanarak, toplumsal düzeni kurarak, güvenliği saplamak ve bireylere ilişkin adalet ilkesinin gerçekleşmesini sağlayacak ortamı oluşturmak olarak belirlenmektedir.


Ahlak-hukuk ilişkisi
Ahlak ve hukuk birey ve toplumun 2 vazgeçilmez temel öğesidir. Ahlak ve hukuk; iyiyi, adaleti, insan temel hak ve özgürlüklerini hedeflemeleri açısından gaye birliğindedirler.Ahlak ve hukuk; davranışların ortaya çıkması, ödül ve cezalardaki etkenlerin nitelikleri açısından farklılık içindedirler.
Hukuk neyi hedefler;Ortaya koyduğu emirler, açıklamalar, yasaklamalar ve yasaklamalarla toplumun düzenini sağlamayı hedefler.
Ahlak ve hukuk neyi inceler;Ahlak; özgürlük, iyilik, ödev gibi pratik ilkeleri incelerken hukuk; pratik olarak insan davranışlarını düzenleyen ilkeleri inceler.
**Ahlak kuralları bireysel ve toplumsal ahlak kuralları olmak üzere iki ye ayrılır .
**Ahlakla hukuk arasındaki ilişki özdeşlik ve ayrılık olarak iki başlıkta ele alınır.

Ahlak- hukuk özdeşliği
Teorik açıdan hukuk yaptırımları maddileştirilmiş bir ahlak düzenidir.
**Hukuk ve ahlak arasında genellikle konu ve içerik birliği vardır. Buna göre; adam öldürmenin yasaklanması, yükümlülüklerin yerine getirilmesi gereği, bireylerin ve devletlerin borçlarını yerine getirmeleri, hukuk ve ahlak alanında ortak olan gerekliliklerdendir.
**Bireyler, hukuk sayesinde özgürce eylemde bulunabilecekleri alanda ahlaka uygun kararları oluşturup gerçekleştirme imkânına sahip olurlar.
** Hukukun amacı olan adalet, barış ve insanların düzeni gibi ilkeler aynı zamanda ahlaki bir değeri de içermektedir.
**Hukuk ve ahlakı yaşayıp uygulayan öznedir, hukuk ve ahlak özgür iradeye yöneliktir. Hukukun emirlerinin yapılmasını dışardan kurumlar zorlarken, ahlaki emirlerin yapılmasını emreden vicdandır.
**Ahlak ve hukuk iyi ve adaleti ilke edinirler, öz bakımından birbirlerine karşıt olamazlar.
**Hukuk ve ahlak toplumsal ilişkileri düzenleme fonksiyonunda ortaklık taşır.Seçme özgürlüğü ahlaka uygun davranışın esasını oluşturur.


Ahlak-hukuk ayrılığı
Ahlak kurallarını hukuk kurallarından ayıran hususlardan birisi de değişme faktörüdür.
**Hukuk ve ahlak hukuk dışa, ahlak içe yöneliktir. Ahlakla doğrudan ilgili olmayan hukuk kuralları, trafik kuralları vs. Hukuk ulusaldır. Ahlak ideal anlamda evrenseldir.
** Quaker’lerin pozitif hukuk düzeninin kendi inançlarına aykırı bularak reddetmesi, pozitif hukuk ile ahlaki inançlar arasında çekişmenin ilginç bir örneğini sunmaktadır.
** Kant, hukukun vazgeçilmez ilkesi olan hak kavramını 2 açıdan tanımlar ilk; apriori, akli ilkelerden çıkarılan doğal haklardır. 2. pozitif hukukun doğurduğu kazanılmış haklardır.
** insanın tek doğal hakkı özgürlük.


Ahlak-din ilişkisi.
Ahlak ve din ilişkisinin en belirgin örneği;Ortaçağın dinden beslenen ve tanrıyı ahlaklılığın nihai gayesi olarak değerlendiren felsefi ahlak anlayışları ahlak ve din ilişkisinin en belirgin örneklerini teşkil etmektedir.
** Din ve ahlak ilişkisinde vurgulanması gereken bir diğer hususta, dini ahlak ile filozoflarca ortaya konulan felsefi etik arasında görülebilecek farklılıklardır.
**Tanrı inancına sahip felsefeye dayalı tanrı ahlak teorileri, eleştirel sorgulama ve değerlendirme açısından dini ahlaktan ayrılır. Ahlak felsefesi teorileri, eylemleri tanrının buyruklarına göre değerlendirmez.
** Kant tanrının varlığını kanıtlamada ahlak delili kullanmıştır.
** Ahlak ve din arasındaki ilişki, düşünce tarihinde dinden ahlaka ve ahlaktan dine doğru giden bir metot olmak üzere 2 şekilde ele alınır. Dinden ahlaka doğru gider diyenler ahlakın dinden ortaya çıktığını ileri sürerler.
**Bergsonahlakla dinin birlikte varolduğunu nasıl açıklar;ilkel dinlere ahlaksız diyemeyiz. Din, adetten uzaklaşmayı yasak ettiğine göre, ahlakla din birlikte vardırlar. Bergson’a göre ahlakla din birlikte ortaya çıkmışlardır.
** Nurettin Topçuahlakla dinin ayrılması konusunda ne söyler;Dini ahlaktan, ahlakı da dinden ayırmanın insanın iç dünyasını kendisinden ayırmakla aynı anlama geleceğini savunmaktadır. Ona göre ahlak, dini olgunluktan başka bir şey olmadığı gibi, hayvansal yaşamdan insani hayata yükseliştir.
** Nurettin Topçuahlakla din arasındaki ilişkiyi bir yandan doğum ve evrimi açısından ele alırken öte yandan yöneldikleri gaye bakımından inceler.Doğumu ve evrimi açısından bakılacak olursa, din ve ahlak ilk insanla birlikte ortaya çıkmıştır. İnsanlığın ahlak tarihiyle, dinlerin tarihi aynı olmaktadır.
** Nurettin Topçuahlak ve din arasındaki yöneldikleri gaye bakımından ilişkiyi nasıl ele alır; Ahlak ve din insanın güvenliğini, huzur ve mutluluğunu gaye edinip insanın kötü huylardan arındırılıp olgunluğa kavuşmasını hedefler. Peygamberler aynı zamanda büyük ahlakçıdırlar.
** Emile boutruxa göre; din ile ahlak birbirinden ayrı doğmuş ve gelişmiştir. Birbirinden bağımsız iki alandır.
**Ahlak felsefesinde temel üç problemi aynı zamanda dinin de temel konularıdır.Bunlar
1- enyüksek iyi nedir? 2- doğru hareketin ölçüsü nedir? 3- insanın irade özgürlüğü var mıdır?
** Ahlaktaki iyi kötü gibi kavramlara karşı dinde sevap ve günah kavramı vardır.
**Dinler inanç ilkelerini, ahlaki değerleri ön plana çıkararak inanç ilkelerini sistemleştirmektedirler.


Ahlak din özdeşliği
Ahlak ve din arasındaki özdeşliğe iki temel hareket noktasından ulaşılmaktadır. Buna göre ilk olarak; tanrının iradesi, ahlaki değer ve kanunun sebebidir. İkinci olarak da tanrının iradesi, ahlak alanına tamamlayıcı ve teşvik edici olarak etkide bulunmaktadır.
** Din ve ahlak arasında özdeşlik görenler davranışlara, ahlaki iyilik ve kötülük niteliklerini kazandıran, tanı buyrukları mı yoksa tanrının buyruklarından bağımsız olarak, davranışların, ahlaken iyilik ve kötülük gibi özellikleri var mıdır? Sorusuna tanrısal buyrukların davranışlara iyilik ve kötülük niteliklerini kazandırdığı şeklinde cevap verirler.
**Hıristiyan dünyasında, ahlak ile din arasında özdeşlik ilişkisi görenler; Protestanlar iyi ve kötü hakkındaki bilginin, ancak vahiyle bilinebileceğini ileri sürerler. Katolikler ise ahlaki iyi ve kötüyü kavramak için, insanın vahye ihtiyaç duymadığını öne sürmüşlerdir.
**Brunner e göre insan hakları; havada kalan ve hiçbir ikna gücü olmayan varsayımlar tezidir. Brunner protestandır.
Mutezile kelamcılara göre; iyilik, kötülük, adalet gibi, ahlaki değerler, Allahın iradesinden bağımsızdır. Bir davranışın ahlaken iyi ve kötü olması, Allahın onu emir ve yasaklamasıyla değil, o davranışta bulunan faydalı ve zararlı gibi birtakım özellikler sebebiyledir.
Gazali ve Eşari ye göre; adalet, iyilik kötülük gibi ahlaki değerlerin Allahın muradından bşka bir manaları olmadığını belirterek Allah tarafından emredilen davranışların ahlaken iyi, yasaklananların ise, ahlaken kötü olduğu kabul ederler,
Maturidiye göre; insan davranışları bizzat iyi olanlar, bizzat kötü olanlar ve bu ikisi arasında bulunanlar olmak üzere üçe ayrılır.Bizzat iyi ve kötü olanların bilgisine insan aklı, vahiyden bağımsız olarak sahip olurken, sonuncular ise ancak vahiyle bilinir.

Ahlak-din ayrılığı
** Ahlak ve diz arasındaki özdeşlik ilkesini reddedip, bu iki disiplinin birbirinden ayrı olduğunu savunan görüşlerin temel hareket noktası; dini ahlaka temel yapmanın, empirik karakterde olan ve hürriyeti esas alan bir alanı mutlak bağımsızlık isteyen bir otoriteye bağlamak anlamına geldiği bunun da kabul edilemeyeceğidir.
**Paul Thiry d’holbach a göre; ona göre din, insan bilgisini bir adım bile ileriye götürememiştir. Güçlü bilim ahlakı gölgede bırakmıştır.
** Ahlak ve din ilişkisi konusunda Brunner, insan doğasının yozlaşması olduğu savından hareketle insan doğası ile ahlakın temellendirilmesini imkansız görmektedir.
Holbach: ahlaka sadece insan doğasının kaynaklı ettiğini savunarak, dini, yararından çok zararı olan bir üstyapı olarak değerlendirmektedir.


Ahlak-din bağımsızlığı
S.Toulmin, inancın ahlak üzerindeki etkisi, daha çok ahlakı bunalımlar sırasında görülür.
P.Geach a göre tanrıya inanmayan bir insan inanan bir insan gibi, yalan söylemenin, evlilik dışı cinsel ilişkinin kötü olduğuna inanabilir. İyi ve kötü hakkındaki bilgimizin sadece ve yalnızca tanrının varlığına inanmaya dayandığını söylemek eksik olduğu gibi, tanrıya inanmanın ahlakla hiçbir ilgisi olmadığını söylemek de daha büyük bir yanlış olarak ortaya çıkar.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Ekim 2013, 13:01   Mesaj No:9
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.984
Konular: 339
Beğenildi:1160
Beğendi:330
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

ÜNİTE 9Klasik ve modern ahlak teorileri
Eski yunanda ahlak anlayışı

Sokrat ve eflatun da ahlak anlayışı
Eski yunan ahlak felsefelerinin başlıca sorunu mutluluktur. Mutluluk insan davranışlarının son gayesi olarak kabul edilmiştir. İnsan hayatının gayesini ‘mutluluk’ olarak gören bu ahlak felsefelerine ‘mutlulukçuluk’ anlamına gelen ‘’eudaemonism’’ denir. Bu ahlak felsefesini esas karakteri, gayeci oluşu ve insan davranışlarını yöneldikleri gayeye göre değerlendirmesidir.
** Tamamen ahlaki meselelerle meşgul olan aristoya göre ilk filozof Sokrates tir. Görevinin insanları fazilet ve bilgelik peşinde yürümeye ikna etmek olduğunu söyleyen Sokrat a göre faziletle bilgi aynı şeydir.
** A.E. Taylor, Sokrates isimli eserinde filozofun ahlak anlayışındaki üç özelliğe aristonun dikkat çektiğini yazmıştır. Aristo’nun dikkat çektiği bu üç madde;
1-fazilet bilgi ile aynı şeydir. Görünüşte farklı gibi görünen faziletler bir tanedir.
2-Ahlaken kötü davranış, bilgisizlikten kaynaklanır.
3-Bu sebepten dolayı bütün yanlış davranışlar istemeyerek yapılır.
** Eflatun un ahlak anlayışı, insanın en yüksek iyiyi elde etmesine yönelmiştir.en yüksek iyi Mutluluktur.Eflatunun ahlak felsefesi eudaemonist karakterlidir.
** Fazilet nasıl bir şeydir; ruhun iç düzeninden, sağlığından ve uyumlu olmasından başka bir şey değildir. bilgelik, cesaret, itidal ve adalet olmak üzere 4 tane fazilet vardır.
Bilgelik aklın faziletidir. Cesaret, korkulacak ve korkulmayacak şeyler arasında aklın hükmüdür. İtidal, kendi kendine hâkim olma demektir. Adalet ile bütünün uyumu kurulur. Adaleti kendinde gerçekleştiren insan, öteki faziletlere de sahip olan en mükemmel insandır.
Eflatuna göre bireyin ve toplumun mutluluğu, birey olarak insanın mutluluğunun, tam olarak, ancak toplum içinde gerçekleşeceğine; toplumun mutluluğunun da, gerçek manada devlette tahakkuk edeceğine inanır. Gaye, bütün devlette elden geldiğince büyük bir mutluluk sağlamaktır.


Aristo nun ahlak teorisi
** Aristonun ahlak felsefesi gayecidir. Aristo için iyi her şeyin yöneldiği şeydir
** Aristo nun ahlak felsefesinde, her fiilin sırf kendisi için aranan bir gayesi vardır. Ve bu nihai gaye, her fiil için aynıdır. Bu sebepten Aristo; a: insan için bu nihai gayenin ne olduğunu, b- bunu araştıracak disiplinin hangi bilim dalı olduğunu ortaya koymaya çalışır. İnsan için bu nihai gayenin ve iyinin ne olduğunu araştıracak bilimin siyaset olduğunu söyleyen Aristo, insan ve devlet için iyinin aynı olduğunu ifade eder. Ahlak felsefesi ona göre siyaset biliminin bir bölümüdür. Aristo, mutluluğun ne olduğunu araştırırken, onun bir hayat tarzı gibi göründüğünü söyler.
** Aristo, hazzın genellikle köleler için gaye olduğunu, şerefin daha çok şereflendirenlere bağlı olduğunu, zenginliğin ise başka şeyleri elde etmeye yaradığını söyler.
** Aristoya göre insan için en yüksek iyinin iki özelliği vardır.
a- kendisi gaye olan bir şey olmalıdır.
b- insanı tatmin etmek konusunda kendi kendine yetmelidir.
** Aristoya göre mutluluk kendisi gaye ve kendine yeter bir şey olarak gözükmektedir.
Mutluluk insanın faziletine uygun faaliyet nasıl olur.
1-eğer sadece insana ait iş, onun akla uygun fiilleri veya akla uygun topyekun bir hayat tarzı ise,
2-mutlu insan bu fiilleri en güzel şekilde icra eden kişi ise,
3- kendisine uygun fazilete göre icra edildiği takdirde bir işin iyi bir şekilde yerine getirildiği kabul edilirse, mutluluk insanın faziletine uygun faaliyet olur.
Aristoya göre iyi; dış iyiler, ruhla ilgili olan iyiler ve bedenle ilgili olan iyiler şeklinde üç e ayırır. Ruhla ilgili olanları en tam iyiler olarak kabul eder. Böylece mutluluk, ruhun faziletine uygun bir faaliyet olur.
** Aristoya göre insan ruhu kaç kısımdır?
1- bir plan yapıp onu yürürlüğe koyan akıl tarafı, 2- akıldan mahrum olan tarafı olmak üzere 2 kısımdır.


** Aristoya göre ruhun akıldan mahrum olan tarafı 2 kısımdır. A- beslenme ve büyüme melekesi ki, bunun insani fazilet ile ilgisi yoktur. B- aklın koyduğu kuralları anlayan ve ona itaat eden meleke ki bu, ruhun arzulayan, istek duyan yanıdır.
** Aristoya göre akıl ve fazilet; akıl; faal(etkin) ve münfail (edilgin) olmak üzere ikiye ayrılır.
fazilet de ikiye ayrılır. 1- düşünce faziletleri bunlar; bilgelik ve doğru hüküm verme gibi aklın faziletleridir. 2- karakter ve ahlak faziletleri. bunlar da cömertlik ve ölçülülük gibi ruhun arzulayan, isteyen kısımlarının faziletleridir. düşünce faziletleri eğitim ile karakter faziletleri de alışkanlıkla elde edilir.
** karakter faziletinin kazanılması bir sanatın kazanılmasına benzer.
** faziletli insanın özelliklerinden birisi de, o kişinin dürüst davranışlarda bulunmaktan haz duyması, diğeri de haz ve elemler arasında nasıl tercih yapacağını bilmesidir.
** karakter fazileti, insanın tecrübelerine ait kendisinde yerleşmiş bir huydur. bu huy, bir kural tarafından tayin edilen bize bağlı orta olanı tercih edip, icra etme huyudur. bu orta, bir aşırılık, öteki eksiklik olan iki kötülüğün ortasındadır. kendine güven birisini ele aldığımızda bu birisinin aşırılığı atılganlık, eksikliği de korkaklıktır. buradaki orta cesarettir.
** Aristoya göre fazilet nedir? orta olan halidir.
** Aristoya göre ihtiyari fiillerde tercih önemli bir rol oynar. İhtiyari olan ile tercih edilen fiiler, aynı gibi görünüyorsa da aralarında fark vardır. ihtiyari fiiller öbürlerine göre daha şümullüdür. çünkü çocuk ve hayvanlar da da ihtiyari davranış bulunur, oysa bunlarda tercih yoktur. Tercih ancak akıl sahiplerine mahsus tur. faziletli insan, davranışlarında aşırılık ve eksiklikten kaçınan, orta olanı tercih eden insandır.
Aristo mutluluğu nasıl tarif eder; ruhun fazilete uygun bir faaliyeti, birden fazla fazilet olduğu takdirde, en yüksek ve en tam olana uygun faaliyetidir.
Ruhun düşünen, akıl yürüten kısmı 2 farklı varlık türü üzerine fikir yürütür. Bunlar;
1-Değişmeyen ve zorunlu olan ilk prensiplere dayanan gerçekleri kavrar. bu öncesiz, sonrasız ve zorunlu varlıkların kavranması bizde bilginin en tam şeklini oluşturur. en yüksek varlık şekillerini kavrayan bu yetiye ilmi yeti adı verilir.
2- olumsal ve değişebilir şeyler üzerinde fikir yürütür. bu fikir yürütme de enine, boyuna düşünme hesaplama ve karar verme vardır. Olumsal ve değişebilir şeyler üzerinde fikir yürüten yetiye düşünüp taşınıp karar veren yeti adı verilir.
Beşeri bütün faaliyetleri gayesi; hakikate ulaşmak ve doğru davranışta bulunmaktır. Buna bir şeyi imal etmek de dâhildir.
Teorik bilgelik; Aristo ruhun ilmi yetisinin faziletine bu ad verilir. Teorik bilgelik delilleriyle birlikte bir şeyi ispat etme istidadı ile doğrudan doğruya kavranan aklın birliğidir. Teorik bilgelik, tüme varım ve kıyas ile elde edilen bilgi ile, doğrudan doğruya kavranan bilginin bütünüdür.
Ruhun düşünüp karar veren yetisinin faziletleri neden ibarettir?
Doğru bir kural yardımı ile bir şeyden meydana getirme istidadı ile pratik bilgelikten ibarettir. pratik bilgeliğin konusu insan için iyi olan davranışta bulunma istidadıdır. pratik bil bilgelikte basiret önemli, rol oynar.
Basiret nedir;Tercih edilen bir gaye için uygun olan ortayı bulma kabiliyetidir. A.Maclntyre nin ifadesiyle basiret, genel prensiplerin özel durumlara nasıl uygulanacağını bilme kabiliyetidir.
Aristo mutluluk hakkında ne söyler?;mutluluk fazilete uygun bir faaliyet olduğuna göre, onun en yüksek fazilete uygun faaliyet olarak anlaşılması mantıkidir. En yüksek fazilet ise bizdeki en iyi şeyin faziletidir. Bizdeki en iyi şeyin değeri akıldır. Mutluluk aklın faziletine uygun bir faaliyettir.
Nous ; ilahi bir unsurdur. nous insandaki tanrı ve tanrıya en çok benzeyen şeydir.
** Aristo ahlak felsefesini akıl ile temellendirir.
EPİKÜR ÜN AHLAK TEORİSİ
Epikür ün belirgin özelliği;felsefe anlayışının pratik gayelere yönelmiş olmasıdır.
** Epiküre göre felsefe mutlu bir hayat sağlayan faaliyetten ibarettir. Epikür ün anlayışına göre filozof, hasta ruhları iyileştiren kimse, felsefe de bu kimsenin tatbik ettiği ilaç gibidir.
Mutlu bir hayatı gerçekleştirmek için;
2 şart vardır. a- ölüm ve tanrı fikrinin davranışlarımızda hiç bir tesiri olmamalıdır. b- bütün arzularımız kolayca tatmin edilebilir türden arzulara, yani basit bir hayat için gerekli arzulara indirgenmelidir. Epikür insanı tanrı ve ahiret korkusundan kurtarıp ruhunu sükûnete kavuşturmak ister. Tanrının varlığını inkâr etmez fakat ibadeti de gerekli görmez.
Epikür e göre ölüm;duygu ve şuurun kaybolup insanın yok olması demektir. Yok, olmak ise, ileride cezalandırılacağı öbür dünyanın olmayacağı manasına gelir.
Epikür e göre bilge kişi ; hayata ne çok değer veren, ne de onun bitmesinden korkan insandır. sadece uzun hayatı değil en fazla haz veren hayatı tercih etmelidir.
Epikür e göre hazlar; a- tabi, b- hem tabi hem zaruri, c- ne tabi ne de zaruri olmak üzere 3 tanedir. bilge kişi tabi ve zaruri hazları elde etmeye çalışmalıdır.
Bedenin sağlığı ile zihnin asudeliği, mutlu bir hayatın ta kendisidir.
İnsan davranışlarının nihai hedefi ; acı ve korku duygunsundan kurtulmaktır.
** Epikür e göre haz ve mutluluk özdeştir. Haz ruhun huzuru ile bedenin sağlığında aranmalıdır.
Epikür hazda neye itibar eder? hazzın devamlılığına ve akabinde acının gelip gelmeyeceğine itibar eder.
** Haz nihai gayedir derken, cahil ve önyargılı kimselerin iddia ettikleri gibi müsrif insanın hazlarını veya şehevi hazlarını kastetmiyoruz.
** Epikür ün haz anlayışı neye götürür? aşırılığa zevki sefa düşkünlüğüne değil, fakat sade, sakin ve bağımsız bir hayata götürmektedir.
** Epiküre göre fazilet nedir? fazilet; bir ruh sükuneti halidir. Adalet, şeref ve basiret gibi faziletler en fazla hazza vesile olurlar.
** Ahlaki fazileti hazza vesile olan şey diye adlandıran Epikür ün ahlak teorisinde, gerçek bir ahlak yükümlülüğünden söz etmek mümkün değildir. Epikür ün ahlakı, bencil bir ahlak sistemidir. Epikür ahlak sistemine insan davranışlarının nihai hedefi, acı ve korku duygusundan kurtulmaktır. Bunun için insan, bir taraftan tanrı ve ahiret inancını terk ederek ruhunu sukunete erdirecek, diğer taraftan da arzularını basite indirerek bedeni sağlığına kavuşacaktır.


Kelam düşüncesinde ahlak anlayışı


Mu’tezile’nin ahlak anlayışı;
mutezile mezhebinin üzerinde ittifak ettiği 5 esas prensibin ahlak felsefesi açısından en önemlisi? adalet bu prensibe göre insan davranışları üzerinde ilahi bir müdahale söz konusu değildir. insanın fillerini yaratan Allah değil, insanların kendileridir. Fillerini yaratacak güç, insana Allah tarafından verildiğinden dolayı insan, fillerinden ötürü ahlaken sorumlu olur. Bir şeyin Allah ın emir ve yasaklarından dolayı ahlaken vacip olması imkansızdır.
** mutezile bir davranışın ahlaken iyi veya kötü olduğuna karar verirken, o davranışın sağladığı menfaat ile sebep olduğu zararı esas alır, insan aklının, fillerinin doğuracağı menfaat ile zararı ölçebilecek güçte olduğuna inanır. salah’ kavramını menfaat ile eş anlamlı olarak kullanır. Allah ın salahı, yani insanların menfaatine olan şeyi, emretmeye mecburdur.
** vahiy (şer’) akılla sabit olan vazifelere muhalif değil, onları keşfeden olarak kabul edilmiştir.
Mutezile ahlak anlayışında vahiy nasıldır? ya akılla belirlenen temel ahlak kurallarını doğrulayan, ya da aklın karar vermekte yetersiz kaldığı kurallar hususunda, ona açıklayıcı bilgiler veren konumdadır. mutezileye göre ahlak kuraları akıla bilinir vahiyle desteklenir. Eşariye göre vahiyle bilinir.


Eş’ari’nin ahlak anlayışı
Allah ı nasıl tarif eder?;bir yandan her şeye gücü yeten mutlak kudret ve irade sahibi bir varlık olarak tarif edip, öbür yandan ona birtakım zorunluluklar yüklemeyi çelişkili bir tutum olarak görmüştür.
Eşari insan fillerini kaça ayırır? zorunlu ve kazanılmış olarak 2 ye ayırır. Her ikisi de Allah tarafından yaratılmıştır. Zorunlu fiiller tamamen insan gücü dışında meydana gelmiştir. Kendi gücü ve seçimi dışında zorunlu olarak yaptığı bir fiilden dolayı, insanın ahlakken sorumlu tutulması beklenemez. İnsanda yaratılmış bir güç ile meydana gelen kazanılmış fiilerde ise, iki fail bulunur. Bu faillerden birisi, o fiilleri yaratan Allah, diğeride kazanana (kesb eden) insandır.
** Yalan fiili üzerinde düşünürsek o fiili yalan olarak yaratan Allah birinci fail, yalan söyleyen yalancı da 2. faildir, insan, kazanılmış türden bir fiilde bulunmak istediği zaman, Allah o fiili kazanma ve icra etme gücünü insanda yaratır.
** Eşariye göre, iyi, kötü adalet gibi objektif değerler yoktur. Yalan sadece Allah kötü kıldığı için kötüdür. Allah yalanı iyi kılsaydı iyi olurdu.
**Eşari ahlak anlayışında ilahi buyruklarla belirlenen ahlaki değerlerin bilgisi vahiyle elde edilir
** Eşariye göre ahlaki iyi Allah ın emrettiği, kötü ise yasakladığıdır.
ilahi buyruk teorisi ; günümüzde eşari gibi, ahlaki değerlerin ancak vahiyle bilinebileceğini savunan teorilerdir.
** mutezilenin ahlak anlayışı daha çok teolojik karakterde,
eşarinin ahlak anlayışı ise daha ziyade felsefi ve mantıki karakterde bir takım problemlerin doğmasına sebep olmuştur.


Maturidinin ahlak anlayışı
Maturudi ahlaki sorumluluk ve yükümlülüğün temellendirilenimsinde eşariye, ahlaki değeler bahsinde ise mutezileye daha yakın gibi gözükür.
** maturidiye göre bilgi, önce ezeli ve hadis olmak üzere ikiye ayrılır.
** maturidiye göre bilgi edinme yolları ıyan,(duyular), haber,nazar (akıl)
** yaratma yönünden Allah a ait olan beşeri fiillerin insanlara aidiyeti ise kesb yönündendir.
** maturidi eşyayı kaça ayırır?
1- kendine (linefsihi) iyi ve kötü olanlar, 2- sonuçlarına ve ihtiyaca göre iyi veya kötü olanlar olmak üzere iki ye ayrılır.
Adalet ve doğruluğun iyiliği ile zulüm ve yalanın kötülüğü birinci kısma girer. Bunların hiçbir şekilde değişikliğe uğraması mümkün değildir. yani adalet her durumda iyi zulümde her durumda kötüdür. Her iyi olan şey aklen iyi kötü olan da aklen kötüdür. Buna göre adaletin aklen zorunlu, kötülüğü de aklen imkânsızdır. Bozgunculuk yapandan intikam alınmasının hayvanların kurban edilmesinin iyi olması ikinci duruma girer. Buların iyi olmalarında aklen herhangi bir zorunluluk ve imkansızlık söz konusu değildir.
** şeyler, tabiatlarında iyilik, kötülük gibi doğal nitelikler taşımakta, bu niteliklerin eşyaya nisbeti aklen ya zorunlu, ya imkansız ya da mümkün olmaktadır. Bu konuda asıl olanlar imkansızlık(mümteni, zorunluluk (vacip) ve mümkün olmak üzere üçtür. Mümkün olan şey de vahiy başka bir hüküm verebilir.
** maturidinin ahlak anlayışında akıl, iyinin-kötünün, güzelin ve çirkinin kendisiyle kavrandığı bir ölçü (mizan) dür.
** maturidiye göre, en azından, temel ahlaki vazifeleri belirleyen akıldır. Allah, eşyayı cevherlerinde yararlı ve zararlı olmak üzere iki kısımda yaratmaktadır. İnsanların yararına olanları emretmiş zararına olanları da yasaklamıştır. İnsan kendi yarar ve zararına olan şeyleri akılla bilebilir.


Modern dönemde ahlak anlayışı
John stuart mill’n ahlak felsefesi (faydacı ve gayecidir)
** Ahlak felsefi üzerinde düşünen insanların farlı ekollere ayrılmasına yol açan esas ahlaki problemin ne olduğunu mill nasıl savunur.
** Millahlak felsefesi üzerinde yapılan çalışmaları esasta iki ye ayırır .
1-Sezgiciler, ahlakı a apriori ilkeler üzerinde temellendirmişler ve bu ilkelerin kendiliğinden apaçık olduğunu ileri sürmüşlerdir.
2-Ahlaki tecrübi bir disiplin kabul edenler, onun ilkelerinin deney ve gözlemden çıkarılması gerektiğini savunmuşlardır.


Mill in ahlak felsefesi gayecidir.
Epikür hazzı; Epikür gibi mutlulukla hazzı aynileştiren mill, hazzı arzu edilmeye değer yegane gaye olarak görmektedir.
** İnsanlığın hazdan veya acının yokluğundan başka bir şeyi arzu etmemesinin tek delili mill e göre başkalarının gözlemlerinden de istifade eden kendi gözlemlerimiz ve kendi şuurumuzdur.
** Mill haz ve mutluluğun tek gaye olduğunu tecrübe ve gözlem ile doğrular.
**Mill e göre mutluluktan ve mutsuzluktan mutluluktan haz yahut acının yokluğu, mutsuzluk kelimesiyle de acı yahut mutluluğun yokluğu anlaşılır.
** Mill in ahlak teorisinde ahlaki iyi veya kötüyü belirleyen esas kriter fayda veya en büyük mutluluk ilkesidir.
** Mill e göre insana haz veren beşeri davranışların hepsi ahlaken iyi acı verenlerde kötü olmaktadır.Mill de bahsedilen mutluluk herkesin mutluluğudur.
** Mill in ahlak sistemine faydacı ahlak sistemi adı verilir.
** Mill in ahlak felsefesinin temel ilkesi; fayda ya da toplumun en büyük mutluluğu ilkesini, ahlak felsefesinin temel ilkesi olarak kabul eder.
Mill in sisteminde hangi sorular vardır?
Acaba fert toplumun mutluluğunu kendisindekine niçin tercih eder?
Kişi kendi ferdi mutluluğundan toplumunkine nasıl geçer?
Niçin toplumun mutluluğuna katkıda bulunmayalım?
Eğer kendi mutluluğum toplumunkinden başka bir şeylere bağlı ise kendiminkini niçin aramamalıyım?
Bu sorulara cevap olarak da şunları söyler: faydacılık kişiden, kendi ferdi mutluluğu ile başkalarının mutluluğu arasında tarafsız ve iyi niyetli bir seyirci gibi kesinlikle tarafsız kalmasını ister.
** Mill e göre kişi kendi mutluluğundan toplumunkine ruhunda hissettiği subjektif bir duygu olan sempati duygusu ile geçer. kişinin kendi mutluluğunda toplumunkine geçmesinde sempati duygusu yeterli değildir. Sempati duygusundan başka, kanunlar ve sosyal organizasyon her ferdin mutluluğunu genel mutluluk ile ahenkli kılmalıdır. İkinci olarak da, insan karakteri üzerinde büyük tesiri olan eğitim ve kamuoyu, bu duyguyu ferdi mutluluk ile toplumunki arasındaki çözülmez bir ortaklık tesis edecek şekilde geliştirmelidir.
** Mill fayda kavramına eş anlam olarak Toplumun en büyük mutluluğu kullanır.
** Mill e göre mutluluk; Mutluluktan da hazzı ve acının yokluğunu anlamaktadır.
** Mill e göre ruhi hazlar, nitelik bakımından bedeni olanlardan daha üstündürler
** Yüksek değerdeki ruhi hazlar uğruna, insanı acı çekmeye sevk eden birden fazla sebep olsa da mill e göre esas sebep; bütün insanların şu ya da bu şekilde taşıdıkları haysiyet duygusudur.
** Sosyal hayatta insanların çoğu kez daha az değerli şeyler peşinde koşmalarını mill karakter zayıflığı izah eder.
Anthony Quinton un dediği gibi mill in ahlak teorisi iki prensibin terkibinden ibarettir.
1-Davranışları sonuçlarına göre değerlendirme prensibi ki buna göre bir davranışın ahlaken iyilik veya kötülüğü, sonuçlarının iyi veya kötü olmasına göre belirlenir
2- haz prensibidir. Buna göre de kendinde ahlaken iyi olan tek şey haz; bizatihi kötü olan tek şey de acıdır.
**Mill ahlakı nasıl temellendirir?; Epikür ve hume gibi duygu üzerine temellendirir. Hume gibi, insanlığın ahlaki hayatını tecrübi verilerle izah eden mille göre haz duygusu, hem beşeri davranışların yöneldiği yegane gaye, hem de ahlaki iyi ve kötüyü belirleyen temel kriterdir.
** Mill e göre gaye epikürdeki gibi ferdin mutluluğu değil toplumun mutluluğudur. Kişiyi toplumun mutluluğunu gerçekleştirmeye sevk eden amil ruhundaki sempati duygusudur.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Alt 20 Ekim 2013, 13:02   Mesaj No:10
Medineweb Site Yöneticisi
Medine-web - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
Durumu:Medine-web isimli Üye şimdilik offline konumundadır
Medine No : 1
Üyelik T.: 14Haziran 2007
Arkadaşları:7
Cinsiyet:Erkek
Yaş:49
Mesaj: 2.984
Konular: 339
Beğenildi:1160
Beğendi:330
Takdirleri:7457
Takdir Et:
Konu Bu  Üyemize Aittir!
Standart Cevap: ANKARA İLİTAM Din ve Ahlak Felsefesi Özetleri

ÜNİTE 10HAYATIN DEĞERİ

Hayatın anlamı

Hayatın biyolojik tarifi;canlı varlıklarda doğumdan ölüme kadar geçen sürede gerçekleştirilen faaliyetleri sağlayan olguların tümüne hayat denir. Birçok düşünür buna hayat çizgisi de der.
Hayat nedir;Aristo, eflatun, augustin, v.helmo t gibi düşünürler, ****fizik bir tanımla, hayatı mutlu olma şeklinde tarif etmişlerdir.
Stahl gibi ruhçu (animist) düşünürler, hayatı saf ruhçuluk açısından tanımlayarak hayatta hâkim unsurun ruh olduğunu kabul etmişlerdir.
Evrimciler hayatı;pek çok küçük bir organizmanın gelişmesi sonucu ortaya çıktığı şeklindeki evrimci bir teori ile hayatı açıklamaya çalışmışlardır.
Deterministler hayatın devamını;hayatın gıdalardan alınan bir enerji ile devam eden süreç olduğunu kabul eder.
**eflatun, fichte, ve hegel gibi filozoflar felsefi, saf düşünce yaşantısının sonunda ortaya çıkan kendi kendine yeterli soyut bir düşünce hayatından söz ederler.


İslam veya kur’an ışığında hayatı değerlendirelim
** Yüce Allah Hayy (diri) olarak bakara 2-255, ali İmran 3-2, taha 20-111, Furkan 25-58, mümin 40-65, ayetlerde muhyi (dirilten) olarak rum 30-50, fussilet 41-39 da vardır.
** Hayat kelimesi kuranda, kozmolojik, biyolojik ve ahlaki anlamlarda kullanılmıştır.
**Kuran da hayata gelmeye yardımcı olarak cebrailden ruhul Kudüs şeklinde bakara 2-87, maide 5-110, nahl 16-102 ayetlerde bahsedilir.Bazı Müslüman filozoflar cebrailden faal akıl olarak bahseder.
**Tasavvufta insan hayatı gerçek manada ancak mevti irade denilen irade ile ölümden sonra yani kötü niteliklerin temizlenerek ortadan kaldırılmasından ve Allahın ahlakıyla ahlaklandıktan sonra gerçekleşir.
Fizyolojik hayat; uyamak, yemek vs. eskilerin hıfzıssıhha dediklerdi ilimin bir kısmını bunlar teşkil eder.
Esas hayat; ahlaki hayat.
Ölmeden evvel ölmek ne demektir? psikolojik ben in yani nefsin dini, ahlaki, milli, manevi, insani, mantıki ve ilahi emirlere aykırı arzu ve isteklerine gem vurarak gerçek anlamda insan gibi yaşamak demektir.
** Hac suresi 66. ayet, hayat Allah ın diri olması ve yüce Allah ın yarattıklarına can vermesinden bahseder.
En-am Suresi 32; Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir hangi surededir?


Hayat değerlendirmeleri
1-bir ametör gözüyle bakarak hayatı sanatların yaşandığı bir oyun olarak değerlendirenler
2-hayatın hikmetini bir düşünce alemi olarak değerlendiren filozoflar
3-hayatın ne olduğunu bilimsel açıdan araştırarak fizik iş ve kimyevi olayların cereyan ettiği bilim sahası gibi telakki ederek hayatın her çehresini gözleyerek ondaki hazzı, hikmeti, gayeyi ve anlamı bilmek suretiyle onu devamlı bir gelişmeyi içine alan süreç olarak kabul edenler de vardır.
-1. sınıf değerlendirmede ilke; hayatı yaşa dır.
-2. sınıf değerlendirmede ilke; dönüp duran dünya çarkını anla ve onda senin için seçilmiş görevi al ve yerine getir.
-3. sınıf değerlendirmede ilke; her şeyi iyi anla, hayattan zevk al, tabiatta akıp gitmekte olan gelişme ortaya çıksın dır.


Hayatın gayesi
** Hayatın en yüce ve kutsal gayesi ;yüce Allah ı tanımak ve bilmektir.
** mülk suresi 2. ayette belirtilen hayatın gayesi ; iyilik yapmaktır.
Hayatın amacı;tam inanma ve bu inanca göre yaşamadır. Aynı zamanda iyilik ve güzellikte yarışmadır
**Hayatın gayesi kuran da kıyamet 36. ayette geçer. Ve mülk 2. ayette de iyilik yapmaktır.


Yaşamanın anlamı.
Yaşamak hangi anlama gelir?hayatın fayda ve Zararlarını bilmek anlamına da gelir.


Hayata kötümser bakış
**Hayata kötü bakanlar kimlerdir? schopenhauer ve akif paşa.Schopenhauer frengi hastalığına yakalandığı için hayata kötümser bakmıştır.
** ilk çağda, yunanlı hegesias, hazzı ve mutluluğu aramak boşunadır diyerek insanları intihara yönlendirmişlerdir.
**Buddha ya göre, her şey elemdir. Doğma elem, evlenme ve hayatta elemdir.
**Brahmanizm de hâkimdir
** voltaire göre, hayat bir hiçlikten ibarettir. G.leopardi, hayatı acı ve sıkıntılardan ibaret görür. Kendisi verem olduğu için bu sıkıntıları çekmiştir.Almanya da N.lenau ve Heine Rusyada Pouchkine hayata kötümser bakmışlardır.İngiliz Lord Byron ayağı sakat olduğu için hayata kötümser bakmıştır.


Hayata iyimser bakış
**Tasavvuf bilimi hayatı ilahi lütuf ve aşk süreci olarak değerlendirir
** hayatın güzelliği;Yüce Allah ı ve onun yarattıklarını sevmeye bağlıdır.
**mevlam görelim neyler neylerse güzel eyler bu sözleri tefvizname adlı eserinde Erzurumlu İbrahim hakkı söylemiştir.
** Ziya paşa ve nabi de hayatın güzelliğine dair güzel sözler söylemişlerdir.
**Romalı Seneca hayatın güzelliğine dair beni, kör, topal, kötürüm yap. Yeterki yaşayayım söylemiştir.Ayrıca Leibnitz hayatım çok güzel olduğunu söyleyerek iyimserlik sergiler.
İyimser düşünürler. E.renan, spinoza ve sir jhon lobocj gibi düşünürler de hayatın ve yaşamanın güzel olduğunu, bu yüzden de şükretmek gerektiğini ve hayattan istifade etmenin lüzumunu söylerler.


Ölümün hakikatı ve ruhun ebediliği
** Murice blondel, pensees (düşünürler) adlı eserinde, ruhun ebediliğini ifade ile, hiç ölmeyecekmiş gibi düşünmeliyiz. Der.
** Epikür ruhun ebediliği hakkında kişiler ölümü düşünmemelidirler der
**Spinoza ruhun ebediliği ile ilgili hikmet, hayatı düşünme, ölümü düşünme değildir der.
** karteziyen düşüncenin babası Descartes hayat hakkında ne söyler? hayatı ölümden korkmaksızın sevmek gerektiğini belirtir


Hayatımızda genetik mühendisliği
Genetik mühendislik ürünleri teknolojisini nasıl tarif ederler? yaşayan organizmaların yaşayan ana yapısı üzerinde çalışarak ve değiştirerek yeni ürünler elde etmeyi hedefleyen bir çalışma kolu olarak tarif ederler. Bu teknoloji bazı milletler arası yaşam bilimi firmaları tarafından sürdürülmektedir.
Genetiği değiştirilmiş besin maddelerinin zararları nelerdir?
toksinlerin ve zehirlerin ortaya çıktığı
Bu besin maddeleriyle kanser tehlikesinin arttığı
yiyecek alerjilerinin meydana geldiğidir.
Genetiği değiştirtmiş besin maddelerinin
- Besinlerin niteliğine ve beslenmeye zarar verdikleri
- Kişilerin antibiyotik direncini kırdıkları
- Üzerlerinde ilaç kalıntıları bulunduğundan tehlikeli hale geldikleri
- Genetik kirlilik demek olduğundan yeni virüs bakterilere sahip oldukları ifade edilir.
Mihrinaz beğendi.
__________________

Büyükler fikirleri,Ortalar olayları,Küçükler kişileri tartışır.
Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Kişi okuyor. (0 Üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Konuyu değerlendir
Konuyu değerlendir:

Benzer Konular
Konu Başlıkları Konuyu Başlatan

Medineweb Ana Kategoriler

Cevaplar Son Mesajlar
1. SINIF Mantık özetleri(ANKARA İLİTAM ) Medine-web ANKARA İlitam 0 22 Aralık 2013 21:19
ANKARA İLİTAM 1. SINIF İslam Hukuku özetleri Medine-web ANKARA İlitam 0 22 Aralık 2013 21:15
ANKARA İLİTAM Din Bilimleri II. Özetleri Medine-web ANKARA İlitam 7 21 Kasım 2013 18:02
ANKARA İLİTAM FELSEFE II.Dönem Özetleri Medine-web ANKARA İlitam 0 20 Ekim 2013 12:50
ANKARA İLİTAM Kuran ve Hadis İlimleri Özetleri Medine-web ANKARA İlitam 9 20 Ekim 2013 12:19

Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.kaabalive.net Bir Ayet Bir Hadis Bir Söz | www.medineweb.net Yeni Sayfa 1
.::.Bir Ayet-Kerime .::. .::.Bir Hadis-i Şerif .::. .::.Bir Vecize .::.
     

 

 Medineweb Sosyal Medya Gruplarımız:  Medineweb  Medineweb  Medineweb  Medineweb Medineweb     

  www.alemdarhost.com sunucularını Kullanıyoruz.