![]() |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" DEĞERLİ hocalarım bu güzel açıklmalarınız için teşekkür ediyorum. anladığım kadarıyla peşin alış veriş yapmak en iyisidir.eğer paramız yoksa boşu boşuna kendimizi riske atmamak lazım. kamer hocam tağuta muhakeme olmak ile tağutun bazı yasalarından yararlanmak farklıdır diyorsunuz bunu biraz daha açarmısınız bu tam olarak hangi alanlardadır. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Allah (c.c) şöyle buyuruyor; "(Ey Muhammedi) Sana indirilen Kur’an’a ve senden öncekilere indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmeleri emrolunmuşken tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister." (Nisa: 60) Allah (c.c) bu ayete Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilen Kur'an'a ve ondan öncekilere indirilen diğer kitaplara inandıklarını iddia etmelerine rağmen reddetmekle emrolundukları tağuta muhakeme olmayı isteyen bir topluluktan bahsediyor. Ve böyle bir topluluğu şeytanın apaçık bir şekilde derin sapıklığa düşürdüğü kimseler olmakla vasıflandırıyor. Bu ayette geçen ifade çok açık, net, tevili ve tahsisi mümkün olmayan bariz bir hüküm bildirmektedir. Kim reddetmekle emrolunduğu tağuta muhakeme olmak isterse, Kur'an'a ve ondan önceki kitaplara inandığını iddia etse bile bu kişi imandan önce İslam'ın gerçekleşebilmesi için gerekli olan şartlardan biri ki; o tağutu her türlü çeşidiyle, renk, biçim ve sıfatıyla reddetmektir, yerine getirmemiş olarak kabul edilir. Allah (c.c) bu ayeti kerimesinde Kur’an’a ve önceki indirilen kitaplara inandıklarını iddia etmelerine rağmen tağuta muhakeme olma isteği bulunan kimseleri kastederek ayetin devamı böyle kimselerin şeytanın derin bir sapıklığa düşürdüğü kimseler olarak vasıflandırıyor. O zaman ey akıl sahipleri düşünün ki; İstemek yani irade etmek (yuridune) kalbin amellerindendir. Öyleyse bir kişi kalbiyle tağuta muhakeme olmayı isterse ve Allah bu kişiyi şeytanın sapıklığa; küfre, şirke düşürdüğü kişi olarak vasıflandırmışsa acaba Allah (c.c)’ın bilfiil tağuta muhakeme olan kimse hakkında hükmü daha büyük bir küfür olmaz mı? Elbette daha büyük küfür olur. Zira bir ameli bilfiil yapmak, onu istemekten daha ağır ve şiddetlidir. Hal böyle iken kalkıp ta tağuta muhakeme olmaya istemek“ biz kalben bunu istemedik” demeleri akabinde gidip bilfiil tağuta muhakeme olmaları ve bu muhakemeyi ameli olarak kabul etmeleri sözlerini yalanlamaz mı? Elbette amelleri onların söylediği sözün aksini ispat eder ve onları bu iddialarında yalancı çıkarır. İstemek fiili aslen kalbi bir amel olduğu için Allah bildirmediği takdirde bizim bu ameli bilmemiz mümkün değildir. Hal böyle iken tağuta başvurmayı istemekle kalmayıp bilfiil Kur’an ve Sünnetin hükümlerinden başka hükümlere başvuran kişinin küfrü elbette ki daha açık, daha zahir olur. Tağuta muhakekem olmak şunu ifade eder. Muhakeme hakimi Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermeyeceği açık ise. “Allah’ın hükmü ile hüküm etmeyenler kafirlerin ta kendileridir”Maide/44 ayeti gereğince bu hakim tağut hükmündedir. O halde Allahın hükmü ile hüküm vermeyen bir merci-iyi tanımak ondan adalet beklemek onunda Allah’ın hükmü karşsınında hüküm verebileceiğine inanmak anlamına gelir buda küfürdür. Nisa:60 ayetinin hükmü amm’dır ve ayetin kapsamına giren her türlü ameli içine alır. Bir kişi tağutun hangi çeşidine olursa olsun, ister bunu kalben isteyerek, ister kalben istemeyerek, muhakeme olmayı isterse ve bu muhakemeyi kabul ederse ikrah-ı mulci hariç (ikrahın şartları vardır) bu kişi Nisa: 60 ayetinde ki açık ve bariz olan hükmün muhatabı olur. Bu ayetteki umumi olan emri tahsis eden bir nas olmadığı müddetçe bu emir hususileştirilemez. Ve bu ayet hakkında ki sebebi nüzulü ne olursa olsun hükmü kıyamete kadar amm’dır. Tağutun karşsınında hakkı söylemek: Cafer bin Ebi Talib’in kendisini Necaşi karşısında savunması buna delildir. Çünkü Cafer b. Ebi Talib, Necaşi karşısında muhakeme olmamış, sadece hakkı söylemek için onun yanına gelmiştir. Bir kimse tagut olsa bile onun yanına hakkı söylemek için gitmekte bir sakınca yoktur. Zira Firavn taguttu. Ama Musa (a.s) ve Harun (a.s) ona tebliğ etmeye gitmişlerdi. Nemrut taguttu, ama; İbrahim (a.s), hakkındaki iddialar sebebiyle yanına çıkarıldığında sunduğu delillerle onu susturmuştur. Dolayısıyla bir Müslümanın, hakkında ortaya atılan iddiaya cevap vermesi için tağutun yanına gitmesi, onunla konuşması başka, taguta muhakemeden sayılacak bir amel sebebiyle muhakeme ortamına gitmesi ve orada bulunması başkadır. Birincisi caizdir. İkincisi ise durumuna göre küfür, durumuna göre küfür olmaz. Şöyle ki;Bir kimsenin mahkemeye hakkında iddialara reddiye yapmak, onları çürütmek için gitmesi şayet onların kanunlarını kabul anlamına gelmiyor ve oradaki herhangi küfür, şirk, haram olan bir amel işlemeyecek, hakime saygı ve tazim edilecek bir davranışta bulunmayacaksa buraya gidip hakkı anlatmasında bir sakınca yoktur. Dolayısıyla günümüzde ki mahkemeler ile Cafer olayı arasında hiçbir benzerlik yoktur. Cafer’in durumu ile kendi durumlarını kıyaslasınlar bakalım aralarında ne gibi benzerlikler vardır? Elbette bu iki durum arasında büyük farklar vardır. Rasulullah (s.a.s)’ın Güzin ashabını bu iftiralardan tenzih ederiz. Fakat şeytan, bizleri kendi yaptığına ne olursa olsun delil arayan kişi durumuna düşermektedir. Tıpkı çölde susamış olan kişinin serap görmesi durumuna düşürür. O’na Kur’an ve sünnetten kendi yaptığı ile alakası olmayan deliller buldurarak onu aldatır. Böylece bizleri haklıymışız zannına düşürür. Çünkü şeytan bizlere yaptığımız amelleri süslü göstermiştir. İşte şeytanın insanı saptırmak için kullandığı hilelerden biri de budur. Şeytanın bu tür hilelerinden kurtulmak için iki şart gerekir. Bu şartlardan biri olmazsa şeytanın hilelerinden kurtulmak mümkün değildir. 1- İhlaslı olmak. 2- İlim sahibi olmak. Hakka tabi olmak için ilim sahibi olmadan sadece ihlaslı olmak yetmez. İhlaslı olmadan sadece ilimle de hakka tabi olunmaz. Tağuttan islama aykırı olmayan mevzularda istifade etmek: Tağuta muhakeme olmak ve yapılan zülmü engellemesi için bir kimseden taleb-i nursa bulunmak arasında fark vardır. Sultan, güç ve kuvvet sahibi olan bir kişidir. Ülkesinde dilediği gibi hareket edebilir. Böyle bir konumda olan kişiye müracaat etmeyi ve bazı konularda yardım istemesi muhakeme olmak kapsamına girmez. Örneğin: Diyelimki Arabamız dereye uçmuştur yada çukura batmıştır o yörede bulunan tağuti yetkilelrden bu durumdan kendisini kurtarmasını istemek tağuta muhekeme hükmüne girmez. Peygamber (s.a.s)’in zamanında, kafirlerin, müşriklerin ihtilaflarını, anlaşmazlıklarını çözen, Ka’b b.Eşrefler, Cüheyneli Kahinler olduğu gibi...Günümüzdeki demokratik rejimlerde de yasama, yürütme ve yargı işleri farklı kurumlarca yürütülmekte ve her birinin işleyiş tüzüğü farklıdır. Tabi ki günümüz de yasama, yürütme, yargı işleri daha düzenli, daha sistemli kurumlar haline getirilmiştir. Lakin küfür olma noktasında aynıdırlar. Eğer bir alimin sözü Kur’an ve hadislere ters düşerse, ayet ve hadis alınır, alimin sözü ise alınmaz, atılır. Yani; alimin sözü kuran ayetlerine ters düşerse, ayetle amel edilir, alimin sözüyle amel edilmez. Aynı şekilde alimin sözü sahih hadise ters düşerse, hadisle amel edilir, alimin sözüyle amel edilmez. Hiç şüphe yoktur ki, alimlerin sözleri hüccet değildir. Alimlerin sözleri, ancak Kur’an ve sünnete dayanıyorsa alınır, uymuyorsa alınmaz. İslam temel kaideler üzerine bina edilmiştir. Bu temel kaideler de Allah (c.c)’ın ayetleriyle açıklamıştır. Eğer bir hadis bu temel kaidelere tezat teşkil ederse, temel kaidelere göre tevil edilir. Aynı şekilde, İslam alimlerinin sözleri bu temel kaidelere tezat teşkil ederse, temel kaideye göre tevil edilir ya da atılır. Temel kaidelerden asla taviz verilmez. Alimlerin üzerinde ittifak ettiği bir diğer kaide de şudur: "Hakkında anlaşmazlık bulunan bir konuda taraflardan biri Müslüman ise yetkili mahkeme, kesinlikle İslam mahkemesi olmak zorundadır. Bir Müslümanın davacı, İslam mahkemesi dışında başka bir mahkemenin bakması asla caiz olmaz. Karşı taraf ister zımmi olsun isterse müstemin olsun, İslam mahkemesinin davaya bakması vaciptir. Bu durumda, mahkeme davaya bakmaktan içtinap edemez. Müslümanın, taraf olduğu bir ihtilafta, lehine veya aleyhine, Müslüman’lardan başkasının bakması caiz olmadığı gibi, gayri Müslim bir mahkemeye götürmesi de caiz olmaz. Keza velayete dayanır, kafirlerin ise Müslümanlar üzerinde hiçbir velayet hakkı yoktur. Bu konuyla ilgili aşağıdaki kaynaklara baş vurabilirsiniz. (ibn-i kesir Muhtasar-V Seyyid Kutub fizilal-il kuran II ,527- Mevdudi-tefhümül kuran) (Şafii el Um: VII, 38-Şirazi el Muhezzeb: II, 257; İbni hacer: VII, 335; Şirbini: III, 195; a.g.e. VI, 300; İbni Kudame el Mukni: I, 532; el Muğni: X, 623; Eş Şehru Siyeri Kebir: X, 631; İbni Kayim Zadul Mead: III, 201; Haccavi: II, 52; Meraği: s.43; Zeydan: s. 569-72) Allaha emanet olunuz |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
Eğer birgün islam devleti olursa muhakkak bu konuya islam uleması gerekli fetvayı verir. Çünkü bu öylesine bir konuki hakkında nas yok kıyas yapabileceliğimiz bir veride yok elimizde. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" bu başlık çok faydalı oluyo..bi soru daha sorim bilmeyen biri okursa sevaplanalım inşaAllah hacizde olan malları almak satmak yada satışına vesile olmak caiz midir? |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
İki kişi arasındaki ya da kurum/şirket ile şahış veya başka bir şirket arasındaki bir anlaşmanın borçlu tarafından ihlal edilmesi neticesinde,alacaklı kişinin alacağını icra yoluyla tahsil etmek amacıyla borçlunun mallarını satışa çıkarmasıdır. Gönül isterki borçlu borcunu zamanında ödesin,alacaklı alacağını zamanında tahsil etsin,insanlar bir birlerine verdiği sözde ve yaptıkları alışverişlerde dürüst olsunlar,verdikleri ahid ve akidlere sadık olsunlar. İki kişi arasındaki ticari akitleşmede alacaklının borçludan alacağını tahsil etmesi,ya da tahsile çalışması gerek islami gerekse insani hukuk kurallarına uygun bir davranıştır.Alacaklı kendi imkanlarıyla alamıyorsa alacağını,yetkili kurumdan alacağını tahsil için haciz yoluna gidebilir.Asrı Saadet döneminde buna örnekler vardır.: Peygamberimizin Muaz b. Cebel’in iflasına karar vererek mallarına haciz koyup sattırması ve satıştan elde edilen parayı alacaklılara dağıttığı rivayet edilir. (Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, c: 5, s: 275-276; ayrıca bkz: Müslim, Müsâkât, 18) Hz. Ömer de Üseyfi’ el-Cühenî adında bir kişinin mallarına haciz koyup sattırmış ve elde edilen paraları alacaklılara dağıttırmıştır. (Serahsi, el-Mebsût, c: 24, s: 164) Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Ödeme gücü bulunan bir kimsenin borcunu ifa etmeyip geciktirmesi onun cezalandırılmasını ve kınanmasını helâl kılar.”(Buhari, İstikraz, 14) İbrahim en-Nehai, İbn Sirin, Zeyd b. Ali, Ebu Hanife, İmam Züfer gibi âlimlere göre borçlu hacredilemez ve malı haciz konularak satılamaz. Çünkü haciz, borçlunun mallarının onun rızası olmadan satılması demektir. Mal sahibinin rızası bulunmayan akid ise sahih değildir. Bu âlimlere göre uygulanacak ceza, borçluyu borcunu ödeyinceye kadar hapsetmektir. Ebu Hanife, haciz yoluyla satışın caiz olmadığı yolundaki hükmüne varırken özellikle “Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna mallarınızı batıl yollarla aranızda yemeyin.” (Nisa, 4/29) mealindeki ayetle “Müslüman kişinin malı ancak gönlünün rızası ile helal olur.” (Darekutni, III, 26) mealindeki hadisi gösterir. Ancak Ebû Hanîfe, borçlunun malına haciz konulup cebrî icra yoluyla satılmasını kural olarak caiz görmemekle birlikte bazı durumlarda borçlunun malının cebren alınarak alacaklıya verilebileceğini kabul etmiştir. Şöyle ki: Alacağın cinsiyle borçlunun malının cinsi aynı ise, meselâ alacak altın ise borçlunun da altını varsa borçlunun borcu cebren ödetilir. Hatta Ebû Hanîfe, para alacaklıları için istihsânen ikinci bir çözüm şeklini de kabul etmiştir. Buna göre meselâ borçlunun borcu altın ve malı da gümüşse hâkim borçlunun gümüşünü satarak altın alır ve bu altını alacaklıya verir. (Fahrettin Atar, “Haciz”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 14, s: 518-519) Haczedilen bir malı satın almak ya da satış ihalesine girmek caizdir.Ama satış ihalesine malın sahibi de girerse o malı almak ona münasiptir.Diğerlerinin ihaleye iştirak etmeleri güzel bir davranış olmaz.Halk arasında şöyle bir söz vardır:"Ağlayanın malı gülene hayır etmez".Ama malın sahibi ihaleye iştirak etmezse o zaman isteyen kimse alabilir. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Ben Bi soru sorabilir miyim ? Hafif ve ses çıkartmayan dikkat çekmeyen bir topuklu ayakkabı ile ve sürme çekerek dışarı çıkmak caiz midir ? |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini kocaları veya babaları ve kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe ederek Allah'ın hükmüne dönün.(24/Nur-31) Arap cahiliyyesinde kadınlar süslerini göstermek ya da insanların dikkatini çekmek amacıyla ayaklarına sesli takılar takarlardı.İslam bunu yasaklıyor ve kadınların dikkat çekmek için bu tür hareketler yapmasını istemiyor.İslam kadının sadece eşlerine karşı dikkat çekici elbise/giyim/kuşam/koku kullanmasına cevaz veriyor. sorunuza gelince; Hafif ve ses çıkarmayan topuklu ayakkabı giymesi caizdir.Ama aşırı pahalı,lüx veya ayaklarını,ayak parmaklarını açıkta bırakacak ayakkabıları giymekten kaçınmalıdır.Karşıdaki insanların dikkatini çeken,toplum içinde ayakkabının farkındalığının farkına varılması bir takım sui zanna sebep olabilir.Aşırı kaçmamak kaydıyla topuklu ayakkabı giyilebilir. Sürme meselesine gelince,sürme kullanmak caizdir.Fakat sürme kullanması kadının kendi eşine hoş görünmek amacıyla,ya da hemcinsleri arasında kullanması daha iyi olur.Dışarı çıkarken sürme kullanabilir ama aşırı şekilde belli olacak şekilde veya karşı cinslerin hemen dikkatini çekecek şekilde sürmeyi çok sürmesi takvaca uygun değildir.Sürme kullanmak helaldir,caizdir ama en güzeli gerek hareket gerekse giyimde takva sürmesi ve takva elbisesidir. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Cevap verip ilgilendiğiniz için çok teşekkür ederim peki ; sürmenin caiz olduğunu belirten bi hadis veya bi alim in görüşü var mıdır ? |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
Isnadı zayıf bir hadise göre kendisi de yatmadan önce gözlerini üçer defa sürmelerdi (Bağavî, Şerhu's-Sünne, XII, 117-119). Dul kalan arap kadınları yas tuttukları zaman süslenmeyi bırakırlar, tekrar evlenmek istediklerini göstermek için ise süslenirlerdi. Sürme çekmek de evlenmeye hazır duruma gelmenin bir göstergesiydi. Müslim'in rivayet ettiği bir hadis de Ümmü Atıyye şöyle demektedir: "Biz ölüye üç günden fazla yas tutmaktan nehyolunuyorduk, yalnız koca için dört ay on gün müstesna idi: O esnada sürme çekinmez; koku sürünmez ve boyalı elbise giymezdiler" (Müslim, Talak, 66, 67). Dârimî, bir hadise göre oruçlu olanların gündüz değil gece sürme çekmesi istenmişse de (Dârîmî, Savm, 28) devamında bizzat kendisi bunda bir beis görmediğini ifade etmiştir. Ihramlı iken ise sürme yerine "sabır" denilen acı bir ilacın kullanılmasını Eban b. Osman tavsiye etmekle beraber (Müslim, Hac, 90; Ahmed b. Hanbel, I, 60, 65) kokusuz olan sürmenin çekilmesinde ulemâ bir sakınca görmemiştir (Müslim, A. Davudoğlu Ter. Şerhi, VI, 369). |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Dar-ül Harb’de ve Dar-ül Küfr’de Müstemin Müslüman: Mecnun editörüm sizin sorunuza cevap verneden önce şunu belirtmekte fayda görüyorum. FECR hocam rehin olayını zaten açıkladı ben konunun başka bir boyutunu ele almak istiyorum. Bir kişi geçici olarak Dar-ül Küfr veya Dar-ül Harb’e can güvenliği konusunda güvence alıp yaşarsa, İslami terime göre kendisine “Müstemin” denilir. Bu kişi İslami hükümetin yetki alanının dışında olduğu için yasal sınırlamalarının ötesinde oluyor. Ancak yine de, İslami hükümetin koruması altında oluyor ve İslami yasalara uymamak konusunda tamamen özgür olmuyor. Hidayede şöyle deniyor: “Dar-ül İslam’ın koruması altında bulunan ismet, geçici olarak can güvenliği güvencesini almakla gelmekle iptal olmaz.” (Siyer bölümü, Müstemin kısmı) Bu kuraldan şu meseleler ortaya çıkıyor: Hangi Dar-ül Küfr ile Dar-ül İslam’ın anlaşması varsa, orada müstemin Müslüman için fasit akitlerle muamele yapması caiz olacaktır. Zira, malları ve canları güvencesiz olan bir kimsenin oranın kafirleriyle yapmış olduğu fasit akitlerin geçerliliği ibahete dayandığı için, ibahetin ortadan kalkmasıyla buna dayanan şeyde kendiliğinden ortadan kalkar. Eğer müstemin bir Müslüman böyle bir Dar-ül Küfr’de fasit akitlerle muamele yapar, yahut anlaşmayı ihlal ederek bir şeyi gasp ederek veya çalarak gelirse İslami hükümet onun hakkında ne bir dava açabilir ne de ondan tazminat isteyebilir. Ama, dini açıdan ona, Şeriata aykırı olarak yaptığı tüm fiillerden dönme telkini yapılacaktır. Kötü anlaşmalar bir yana bırakılırsa diğer tüm konularda bu müstemin için Hanefi fıkhının hükümleri Dar-ül Harb’e emanle gelen birine uygulanan emirlerin aynısıdır. “Eğer bir tacir emanle Dar-ül Harb’e gider ve oradan bir cariye kaçırarak dönerse…Onu Allah için geri vermeye mecburdur, gerçi İmam onu bu işe zorlayamaz.” (El-Mebsût, c. 1, s. 61) “Eğer bir Müslüman can güvenliği konusunda güvence ile Dar-ül Harb’e girer, onlardan borç alır yahut, onlar ondan borç alır veya onların mallarını gasp eder yahut, onlar onun malını gasp ederse aralarında ki dava hakkında Dar-ül İslâm’da herhangi bir karar verilmeyecektir…Müsteminin kendisi onlara hiyanet yapmama sorumluluğunu üzerine almıştı ve şimdi anlaşmaya aykırı davrandıysa, o İmam’ın anlaşmasına değil, bizzat kendi anlaşmasına hiyanet etmiştir. Bu nedenle, ona malları geri verme fetvası verilecek, ancak hükmen mecbur edilmeyecektir.” (El-Mebsût, c. 1, s. 95) (İmam Ebû Yusuf buna ihtilaf etmiştir, çünkü o Müslümanın her yerde İslâmi yasalara bağlı olduğuna inanmaktadır.) Eğer bir müstemin Müslüman Dar-ül Harb’te birini öldürür mallarına zarar verirse Dar-ül İslâm’da onun aleyhine hiçbir şey yapılmaz. Ancak din açısından onun böyle yapması caiz değildir. “Eğer müstemin Müslüman Dar-ül Harb’ten herhangi bir malı gaspederek veya çalarak getirirse, bir Müslüman onu satın alması mekruhdur çünkü hıyanet (İslamî olarak) haramdır.” (Aynı yer, s. 96) “Ama yine de satın alırsa, bu satın red edilmeyecektir. Zira, kanunen alış ve satışta herhangi bir bozukluk yoktu. Ne var ki, mal aslında anlaşmaya aykırı olarak alındığı için Müslümanlar bunu dinen geri vermekle yükümlüdür.” (Aynı eser,s. 97) Bir müstemin Müslüman, Dar-ül Harb’te harbilerden faiz alabilir, onlarla veya orada kumar oynayabilir. İçki, domuz etini ve ölü bir hayvanın etini onlara satabilir ve bütün bu işlerden kazanç sağlayabilir, ama buna harbilerin de rıza göstermesi gerekir. İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Muhammed’in görüşü budur. İmam Ebû Yusuf ise farklı görüştedir. Bu hususta İmam Serahsi’nin naklettiği tarafların görüş ve delilleri dikkate değerdir: “Müstemin için ehl-i harpten biriyle faizli nakit veya borç işlemi yapmak, yahut içki, domuz eti ve ölü etini onlara satmak Ebû Hanife ve İmam Muhammed’e göre caizdir. Ancak Ebû Yusuf’a göre caiz değildir. İmam Ebû Yusuf’un istidlâli şudur: Müslüman nerede olursa olsun, İslami yasalara uymak zorundadır ve bu hususta İslâm’ın yasaları uygulanmalıdır. Görmüyormusunuz ki, eğer bir harbi müstemin ile darımızda böyle bir iş yapılırsa caiz olmuyor? Yani, bu burada caiz değilse, Dar-ül Harb’te de caiz olmamalıdır. Buna cevap olarak daha önce zikrettiğimiz iki İmam (Ebu Hanife ve İmam Muhammed) buyuruyorlar ki: bu düşmanın malını rızasıyla almak meselesidir. Bunun aslı, mallarının bizim için mübah olmasıdır. Müstemin sadece hiyanet etmeme sorumluluğunu üstlenmişti. Ancak bu anlaşmalara göre ve onların rızasıyla bu malı alınca zaten hıyanetten kurtuldu. Hürmetten de, malı akitle değil ibahetle almasından dolayı kurtuldu. Dar-ül İslâm’da harbi müsteminin konusuna gelince, durumu bundan farklıdır. Zira, malı emân yüzünden masûm olmuştur ve ibahet açısından ele geçirilmez.” (El-Mebsût, c. 1, s. 95) İşte bu tüm açıklamalrdan da anlaşıldığı gibi ister darul-harpte olsun ister darul islamda olsun müslüman yapmış olduğu hukukunu islam esaslarına dayandırmak zorundadır. Her ne kadar imam azam bu konu hakkında farklı fetva vermişsede bunu bizim kabul etmemiz söz konusu olamamaktadır. Şimdi bazı arkadaşlarımız islam dinini çok yüzeysel olarak ele almakla dinin tamamını anladıklarını sanmaktadırlar.burdan bir kardeşime gönderme olsun bu sözlerim. Örneğim bir kaç ayet ezberleyerek din hususunda fetva vermeye çalışmaktadırlar. İslam dininin çok geniş bir hukuku vardır müslüman öncelikle karşılacağı durumları kendini nisbet ettiği dinin esaslarına uygun hareket etmek durumundadır. İslam Hukuku Üç dal üzerinde değerlendirelebilinir. Bu hususta şu gerçek unutulmamalıdır ki, Şeriat, yani İslam Hukukunun tanımını iyice yapamadığımız takdirde konularıda yeterince analiz etmemiz bir o kadar zorlaşır. 1-İtikad Hukuku ki, genellikle tüm Müslümanlarla ilgilidir. 2-Anayasa Hukuku ki, İslam Devletiyle ilgilidir. 3-Devletler Hukuku, uluslararası yasalar veya daha doğrusu, Müslümanlar ile diğer milletler arasındaki ilişkileri düzenleyen dış ilişkiler yasası. Bizim fıkıh kitaplarımızda bu kanunlar ayrı ayrı zikredilmemiştir ve kendilerine ayrı isimlerde verilmemiştir. Ancak Kur’an ve Hadiste öyle açık işaretler vardır ki onlardan İslam Hukuku üç ayrı ve belirgin yöne doğru yol alıyor. İtikad Hukuku veya inanç yasasına göre dünya iki millete ayrılmıştır: İslam ve Küfr. Tüm Müslümanlar bir millettir ve tüm kafirler başka bir millet. İslam’ı kabul edenlerin hepsi bir milletin bireyleridir ve din kardeşliği nedeniyle birbirleri üzerinde hakları vardır: “Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, artık sizin din kardeşlerinizdirler.” (Tevbe:11). Bir Müslümanın canı ve malı ve başka bir Müslüman için haramdır. “Birbirinize kanlarınız ve mallarınız haram kılınmıştır.” (Veda Hûtbesi) İslam’ın bütün emirlerine itaat etmek her Müslümana vaciptir. Dünyanın hangi köşesinde yaşıyorsa yaşasın, bundan müstesna olamaz. Farz kılınan herkes için farzdır, helal da öyle haram kılınan da herkes için haramdır. Zira, tüm emirlerin muhatapları “ellezine amenu” (iman edenler)dur ve herhangi bir durum veya yer sınırı yoktur. Buna karşılık küfür ayrı bir millettir. Bu millet ile farkımız usul, itikad ve millet farkıdır. Bu fark yüzünden onlarla bizim aramızda temelde bir savaş vardır,ama, onlarla ateşkes veya barış anlaşması yapılmışsa durum değişmektedir. O halde, aslında İslam ve Küfür yahut Müslüman ve Kafir arasında barış değil, savaş vardır ve aralarındaki barış da geçici olmaktadır. Ancak bu savaş fiilen değil, teorik ve ilkesel olarak vardır. Bu şu demektir: Onlarla bizim milliyetimiz farklı olduğu için onlarla bizim aramızda gerçek ve kalıcı barış ve dostluk sağlanamaz. İbrahim kafirlere dedi ki: “Biz, sizden ve Allah’tan başka taptığınız şeylerden uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz, sadece Allah’a iman edinceye kadar daima bizimle sizin aranızda düşmanlık ve buğz belirmiştir.” (El-Mümtehine:4). Rasulullah bu konuyu kısa bir hadiste açıkça ifade etmiştir: “İnsanlarla, Allah’tan başka bir mabud yoktur ve Muhammed O’nun kulu ve Resûlüdür diye şahitlik edinceye, kıblemize doğru yüz çevirinceye, bizim kestiğimizi (hayvanları) yiyinceye ve bizim gibi namaz kılıncaya kadar savaşmam emredilmiştir. Ancak onlar bunları yapınca, herhangi bir hakla alınmasının dışında kanları ve malları bize haram olacaktır. Hakları, Müslümanların ki gibi ve farzları da Müslümanlarınki gibi olacaktır.” (Ebû Davûd, Bâb’ı ala ma yukâtil’ül müşrikin) Sonuç: 1- Kişi öncelikle muhatab olduğu idaredeki yönetim şeklini bilecektir. 2- Kişi hangi Dar diyarında olduğunu bilecektir 3- Kişi karşısındaki akit yapmış olduğu kişiyi yada toplumu tanımlayacaktır. 4-Tüm bunlardan sonra islamın emir ettiği şekilde karşılaşmış olduğu sorunu çözmeye çalışacaktır. Eğer kişi bu tanımlamayı gerçekleştiremediği takdirde İslam hukukunu kendi nefsinde tatbik etme imkanınıda bulamyacaktır. İcrada olan bir malın satışa sunulması islam şeriatinin hukuku dahilinde olmayan bir beldede ise bu şu anlama gelmektedir. Satışta gerçekleşecek tüm prösödörler tağutun yasasına göre gerçekleşecektir. Müslüman bunu iyi tanımlayamaz ise bu konuda tağuta teslim olma yada tağutu tanıma yada tağuta muhakeme olma pözisyonları ile karşılabilir. Eğer kişi islami hasasiyetlere sahip değilse her türlü şekilde bu icradaki malları alabilir. bu durumda onun nazarın da geçerli olan hukuk tağuti bir hukuk sistemi olacağından dolayı bizim ilgi alanımıza girmez. ALLAHA EMANET OLUNUZ |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" sihir yada büyüyle kader bağlana bilirmi? yada şöyle diyim kader bağlanması die bişey varmıdır? |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
Sihir ve büyü ile kader bağlanmaz ama KEDER :) bağlanır.İnsanlar sihir ve büyü işlerine para kaptıra kaptıra kederlenip dururlar.Kader bağlama gibi olaylar safsatadan ibarettir.Dini inançları,akideleri sağlam olmayanları kandırmak için yapılan bir iş,alaveredir.Kur'an ve sünnette bunun yapılmasının mübah olduğuyla herhangi bir ibare bulunmaz.Aksine bunun yapılmasının ve insanların duygularını oynayarak çıkar/menfaat etmenin haramlığına dair çok delil bulunur.Ayrıca itikadi olarak da bu tür şeylere inançlar insanları tehlikeli sulara götürür ki insan boğulup kalabilir. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" FECR hocam kısacası üçkağıt diyebilirmiyiz.:) Hocam gülüyoruz fakat cehalet insanları her türlü şeylere rağbet eder haline getirmiştir. Bugün özellikle büyük şehirlerde bazı medyumlar artık bu işleri çok lüks ofislerde ve inanılmaz paralar karşılığında yapmaktadırlar. Başı tesettürlü hatta çarşaflı kadınların bile bu bu ofislere giderek güyya tedavi olduklarını şahit olmuşuzdur. İnsanlar Allahın kitabından uzaklaşınca haliyle çareyi medyumların şirk küfür dolu inançlarında arar olmuşlar. Yani kısacası inançlarımızın din anlayışlarımızın neresine el atarsak atalım karşımıza islam dini hariç her türlü batıl inaçlara sahip olduğumuz gerçeği ile karşı karışyayız. SelaM ancak hidayete tabi olanların üzerine olsun inşallah. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" teşekkürler Allah razı olsun |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" ölülere hatim okunurmu? [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] konu var aslında sitede ama ilkin bulamadım |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Mecnun editörüm kimin hangi niyetle kuran okumuş olması o kişinin niyetinin karşılığı olarak sevap alcağı kesindir. Semavi kitapların öyle bir özellikleri vardırki kimisinin müslüman olmasına vesile olur kimisinin küfürünün artmasına sebebiyet verir. İncil ve ve tevratı gereği gibi okuyup iman edenler müslüman olarak vefat etmişlerdir.Fakat incil ve tevratı gererği gibi okuyup gereğine iman etmeyenlerde kafir olarak ömüşlerdir. Tabiki tahrif edilmemiş halini kast ediyorum.Bu kaide Kuran içinde böyledir. Kuran çok büyük bir kitaptır müslüman ülkelrin ve ferdlerin dünya ve ahiret bakış açısını düzenlediği gibi ceza hukukunuda düzenler. Daha doğrusu kuran kişinin tüm hayatını disipline eder ve yaratıcısını on doğru şekilde tüm sıfatları ile bilmesini öğretir. Şimdi bazı insanlar kuranın okunmasını ibadet olarak değerlendiriler ki bu doğrudur kuran okumak ibadetdir kişi ibadetleri yerine getirdiğinde Allah tarafından ECİR kazanır işte bu ecirinden ölülerinede gönderme yaparlar. Bu anlayış Kur’an-ın kabul ettiği bir anlayış değildir. Fakat bu anlayış şirk olmadığı gibi küfürde değildir. Tamamen gaybi bir mevzudur. Bizim ölüler hakkındaki düşüncemiz şudur.Öncelikle kişinin müslüman olarak ölmesi gerekmektedir. Kişi müslüman olarak ölmediği takdirde ona hiçbirşey fayda vermez ve onu cehenneme girmekten hiçbirşey alıkoyamaz. Biz kuranı anlamak ve hayatımıza aktarmak için okuduk niyetimiz buydu başka niyetlerede diyecek bazı kişiler hadis diye rivayet edilen bu rivayete dayanarak (Ölülerinize Yasin okuyun) buyuruldu. Bu rivayeti elbani gibi klasik hadisçi bile bu rivayetin sahih olmadığını söylemiştir. Müslümanlar ölülerine dua ederler Haşr suresinin 10. ayetinde “…Rabbimiz!, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla…” buyrularak mü’minlere dua yapacakları açıklanmıştır. Yani ölmüş olanlara dua edeceğiz. İşte bu ayetleri ölülere Kur’an okumakla aynı şeydir” diye te’vil etmişlerdir. Bilindiği gibi Asrı saadette Peygamberimizin ölmüş olan mü’minlere evde veya mezarlık da Kur’an okuma gibi bir sünneti yoktu. Bu konuda hiçbir alimin farklı bir yorumu olmamıştır. Ne Hz Peygamber yaşıyorken sahabenin ölmüş olanlarına, ne de kendisi öldüğünde diğer sahabelerin O’na Yasin okuma gibi bir merasimi olmamıştır. Hatta hülefa-i raşidin döneminde de böyle bir uygulamanın olmadığı ortadadır. İbn-i Mace aynı hadisi “Ölmek üzere olan hastanın yanında konuşulacak şeyler ” babında açıklamıştır. Ahmet İbn-i hanbel’ de Ölmek üzere olanların yanında okunduğunda ruhun çıkması kolay olur…” vb şeklinde yorum getirmiştir. Ama dikkat edin burda da açıklanan ölüye okuma değil, ölmek üzere olanlaradır. Hanefiler dışındaki üç mezhebin görüşlerine de baktığınızda ölülere Kur’an okunmayacağı açıkça görülecektir. Kur’an, Kur’an merkezli Sünnet ve eski mezhep imamlarının çoğu ve yeni araştırmacıların tamamına yakını ölülere Kur’an okunmaması gerektiğinde ittifak etmişken,Ebu Hanife’ye fatura edilen uydurulmuş bilgilerden yola çıkarak bu iş yüzlerce senedir devam etmektedir. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" cuma günleri ve vefat edenlerin arkasından okunan sâla yı merak ediyorum..ne zaman başladı bu uygulama neden vefat edenlerin ardındanda okunur..Peygamber efendimiz zamanında da varmıydı sahabe yada halifeler döneminde? sâla nın anlamı nedir? |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
Hz.Peygamber a.s ve sahabeler zamanında,bir kişinin ölümünü akrabalarına,komşularına veya diğer insanlara duyurmak için bugün minareden veya hopörlörden söylenen "sala" diye bir uygulama yoktu. Cuma günleri de "sala" uygulaması yoktu.şu var ki cuma günü Rasulullaha salavat getirmenin sünnet olduğuna dair bize intikal rivayetlerden dolayı bu salavat olayı sistematik bir haline getirilmiştir ve Cuma günü "sala" getirilmeye başlanmıştır.Bunun ortaya çıkması sanırım Emeviler zamanında olmuştur.Ölünün ardından bir anlamda duyuru niteliği olan "sala" da o zamanlardan kalma olmalı.Bu "sala" olayı daha çok Hanefi mezhebinin yaygın olduğu bölgelerde uygulanıyor.Hanefi ve bazı fakihlere göre ölüm haberini insanlara duyurmak caiz olarak kabul edildiğinden dolayı minareden "sala" okunmasını cevaz vermişlerdir. Bu olaya biraz da örfi olarak da bakılabilir.Dinsel bir uygulama değildir.Dinsel olması için Kur'an ve sünnette bariz işaretleri olması lazımdır. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
zaten iletişim öylebi hal aldıki evde öksürsem dışardan biliyolar artık :) sala okunmadanda ölüm haberi çok hızlı bir şekilde yayılıyo..ben kendi şehrim için söylemek istiyorum öyle imamlar varki daha düzgün okumayı bile bilmiyolar inanın okudukları zaman salavatdan olmasa insan duymamak için kulaklarını kapatmak ister.. sadece türkiye de mi avr peki abi arabistan da varmı bu uygulama acaba |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
Avrupada olacağını sanmıyorum.Çünkü izin vermezler buna.Arabistana 3 kere gittim,genelde her namazda cenaze oluyordu ama hiç sala duymadım.Arap ülkelerinde sala okunduğunu sanmıyorum |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" [QUOTE=müslümanlardan;132328]yalnız CUMA GÜNÜ ezandan önce verilen SALA AYETTEDE GEÇTİĞİ İÇİN CUMA NAMAZINA [TOPLANTI NAMAZI,VEYA YEVMUL ARUBA] rasulullah dönemindede bu çağrının olduğu vardır kanaatindeyim... Ayrıca CUMA GÜNÜ YAPILAN SALA sadece CUMAYA HAS Bİ UYGULAMADIRQUOTE] Bu kanaata hangi rivayeti esas alarak vardın?.Cuma günü bugünkü anlamda "sala okuma" uygulaması değil de Cuma günü salavat getirme sünnetinden bahsedilir. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" namaz için çağrı yapıldığı zaman diyo ama cuma namazı için demiyo..orda diğer namazlara çağıran ezan kasdedilmiş değilmi ? |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
Zorlama bir te'vil olmuş.zira günümüzde "sala" verildiği zaman hemen namaza başlanmaz.Namazdan 1-2 saat önce sala verilir ki insanlara o günün cuma günü olduğu,haftalık toplanma günü olduğu hatırlatılmış oluyor.Ama Rasulullah zamanında böyle bir hatırlatmaya ihtiyaç duyulmamış.İnsanlar ezan ile namaza çağrılmıştır.Zaten ayete baktığımızda namaza çağrıldığında hemen koşun,ticareti,alışverişi bırakın deniyor. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
|
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Selamun Aleykum FECR hocanında işaret ettiği gibi din adına dinden olmayan örfler gelenekler adetler kabul edilmez. Örf ancak din adına olmayan meselelerde dine uygun şeylerde kabul edilir. Örneğin günümüzde bazı yörelerde kına gecesi gibi yada kız tarafının damat adayına gecelik kıyafetlerini alması gibi,yada bazı yörelerde mehir bedelinin miktarının o yörenin örfüne göre belirlenmesi gibi. Bu tarz örfe dayanan ve islam dininin ruhuna aykırı olmayan örfi gelenekler islam hukukunda hakim tarafında ölçü olarak kabul edilir. Asıl sorun olan meseleler bazı bidat olan ve din adına dinden olmayan şeylerin ortaya çıkarılmış olmasıdır. Dinde kaynağı olmayan din adına dayatılan şeyleri kabul etmemiz düşünülemez. |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" bu başlık çoktandır sessiz bozalım bu sessizliği dimi ama :) bi çocuğa Muhammed ismi takılınca o çocuk çağırıldığı zaman Muhammed denilince salavat getirilmelimidir? |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Selamun Aleykum benimde nacizane bir sorum olacak. kaç zamandır bu konu hakkında araştırma yapıyorum lakin o kadar çok fikirler ortaya atılıyor ki ortasını bulmadım maalsef. islama gireli bir buçuk yıl oldu Elhamdulillah fakat mezhep konusunda hala kafam karışım benim bir mezhebim olmak zorundamı? kuran da böyle bir ayete rastlamadım araştırmalarım sonucunda. bana bu konuda sünnet ışıgında bilgi verirseniz müteşekkir kalıcam sise inşallah Fi emanillah |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Dört Mezhepten Birine Uymak Şart Mıdır? “Bismillahirrahamnirrahim” Konuya girmeden önce şu hususu belirtmekte fayda vardır. İslam dininde EMİR sahiplerine veya din adamlarına uymak ancak şarta bağlandığı bu şartların yerine geldikten sonra itaat ve uymak söz konusu olabilmektedir. “Ey müminler, Allah'a itaat ediniz; Peygambere ve sizden olan devlet yetkililerine de itaat ediniz. Eğer gerçekten Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde o meselenin çözümünü Allah'a ve Peygamber'e havale ediniz. Bu sizin hesabınıza en hayırlı ve en iyi akıbet vaad eden bir tutumdur.” Nisa/59 Allah’a itaat rasule itaat mutlaktır bundan gayrisine itaat ancak Allah ve rasulunun yoluna bağlı oldukları müddetçe itaat söz konusu olabilir. Peygamberlerden gayrisine itaat şart’a bağlandığı bu ayette açıkça anlaşılmaktadır. Günümüzde bu algının nasıl anlaşıldığına baktığımızda peygamberden gayrisine itaat adeta ismet sıfatını kendilerine verilircesine körü körüne bir itaatten söz etmemiz hiçte yanlış olmayacaktır. Günümüz insanlarının mezhep imamlarına itaat ve bağlılık algıları tam bir taasup ve körü körüne taklittten öteye gitmediğine tanık olmaktayız. Gerek isimleri ön plana çıkmış imamlarımız olsun gerekse isimleri ön plana çıkmamış nice imamlarımız olsun asla bir mezhep kurup insanları bu mezhep etrafında topladıklarına tanık olmak mümkün değildir. İmam Malik zamanında kendisinin Muvattası o dönemki devlet idaresi tarafından (Halife Mansur) devletin anayasası olma teklifi kendisine ulaşınca bunu red etmiş, bu tarz yaklaşımların iyi niyetli olmadığını dile getirerek sizler eğer samimi iseniz Kur’an ve sünnet daha cap canlı dururken neden benim kitabım devletin anayası olsun diyerek bu teklifi elinin tersi ile red etmiştir. Yine günümüzde adeta körü körüne taklit edilen mezhep imamlarımızın bu hassas konudaki titizlikleri her nedense bugün taklitçileri tarafından görmezlikte gelinmektedir. İmam ve Fakihlerin Fikir Hürriyetine Yaklaşımı Sahabeler, peygamberden sonra en değerli kişilerdir. Gayet tabii ki sahabelerden hemen sonra dünyaya gelen "tabi-in" sahabelere son derece saygılıydılar. Ancak "tabi-in" (sahabelerden sonra gelen ve Hz. Peygamber (a.s.)'in dönemini yaşamamış olanlar), sahabelerin fikirlerini serbestçe tenkit edebiliyorlardı. Tabiiler, sahabelerin sözlerini enine boyuna tartışıp doğru bulduklarını kabul ederlerdi. Nitekim, İmam Malik (r.a.) sahabeler arasındaki görüş ayrılığına temas ederek şunları söylemektedir: "Sahabelerin fikirleri hem doğru hem yanlış olabilir. Bu hususta siz kendiniz düşünüp karar vermelisiniz." Aynı şekilde İmam Ebu Hanife (r.a.) de şunları yazmaktadır: "Sahabelerin iki farklı rivayetinden biri muhakkak yanlış olacaktır." Zaten sahabeler de kendilerinin masum olduklarını, hata işlemediklerini, sonrakilerin kendi fikirlerini unutup sadece onların fikrini kabul etmeleri gerektiğini hiçbir zaman iddia etmemişlerdir. Nitekim, Hz.Ebu Bekr (r.a.) bir konuda kendi fikrini söylerken şunları eklemeyi unutmazdı: "Bu benim fikrimdir. Eğer doğruysa, Allah tarafından olduğunu düşünün, eğer yanlışsa, bu benim hatamdır ve ben Allah'tan af dilerim." Hazreti Ömer (r.a.) ise şunları söylemiştir: "Fikir yanlışlığını, ümmet için sünnet haline getirmeyin." Hz.İbn Mes'ud şu ikazlarda bulunmuştur: "Sakın, kimse din konusunda başkalarını körü körüne takip etmesin. Biri müminse öbürünün de mü'min, biri kafirse öbürünün de kafir olması gerekmez. Yanlıştık ve kötülükte kimse kimseyi takip edemez." İmam Malik (r.a.)'in sözleri şöyledir: "Ben bir insanım. Söylediğim sözler yanlış da olabilir, doğru da. Siz fikrimi gözden geçirin. Hangisi Kitap ve Sünnet'e uygunsa kabul edin, hangisi değilse kabul etmeyin." İmam Şafi-i aynı konuda şunları söylüyor. "Delil aramaksızın ilim tahsil eden şahıs tıpkı, gece karanlığında odun toplayan adam gibidir. Bu adam, gece topladığı odunlar arasında, kendisini sokabilecek bir yılanın saklı olabileceğinden habersizdir. Günümüzde herhangi bir mezhebe bağlı olunmadığı takdirde imanın gerçekleşemeyececeği fikri adeta imanın şartı imiş gibi algılanmış olduğuna şahit olmaktayız.Herhangi bir mezhebe bağlı olmayanlar dini Kur’an ve sünnetten öğrenmeye çalışan Müslüman toplum tarafından mezhepsiz olarak damgalanmaktan kurtulamamaktadır. Oysa ki bu mezhep imamlarımızın çalışmaları bize Allah’ın bir lütfu olarak kabul etmemiz gerekirken bizler adeta Mekke müşriklerinin Allah’ın rasulune karşı göstermiş oldukları taasup gibi bir tutum içerisine girmekteyiz. Bizler atalarımızı nasıl bulduysak öyle inanmaya devam etmektyiz. Benim mezhep imamım senin mezhep imamını döver mantığıyla herkes kendi imamı ile övünüp durmaktadır. "...Her grup, kendisinde bulunan ile sevinip övünmektedir." (Mü'minun: 23/53) "Senden önce hangi memlekete uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın varlıklıları, 'Biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız' derlerdi." (Zuhruf: 43/23) Bazı kişiler şöyle derler: "Mezhebe muhalefet etmek caiz değildir, her ne şekilde olursa olsun kesinlikle mezhebe uyulmalıdır." derler. Bunlar, her imamı kendisine uymak açısından adeta peygamber konumuna getirmişlerdir. İşte bu, dini değiştirmektir. Ahmed (r.h.) şöyle diyor: "Hadisin isnadını ve şahinliğini bildikleri halde Süfyan'ın reyine uyanlara şaşarım, oysa Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:"...Onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir bela gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar."(Nur: 24/63) İbni Abbas der ki: "Yakında gökten üzerinize taş yağacağından endişe etmekteyim. Ben "Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu" diyorum, siz "Ebu Bekir ve Ömer şöyle dedi" diyorsunuz." İşte bütün bunlardan sonra söylenecek söz şudur. Mezhep imamlarımızın fikirleri çalışmaları ölümüne verdikleri mücadeleleri bizim için bir rahmet bir bereket kaynağı olması gözüyle bakılması gerekmektedir. Onları körü körüne taklit yerine onların inançları uğruna verdikleri siyasi mücadeleleri fıkıh hususunda derin ilimlerinden faydanlanmak lazımdır. Onların ilim derinlikleri ve mücadelelri hakikaten takdire şayandır. Ben kendim şahsen hiçbir mezhebe tabi değilim tam tersine tüm mezhep imamlarımızın hepsini dinde kardeşlerim ilimde önderlerim olarak telaki etmekteyim. Bugün Hanefi maliki şafi-i Hanbel-i olduklarını iddia edenleride Allah için birazcıkta olsa samimiyete davet ediyorum. Din adına dinden olmayan bu kadar bidat ve hurafelerin içerisine batmışken birde mezepçilik bidatını ortaya çıkarmayalım. Allah’a Emanet Olunuz |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
Salavat getirip/getirmeme konusu da zaten ayrı bir mesele |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
kalıplaşmış bir fikir var abi her muhammed dendiğinde salavat çekilmezse günahmış gibi algılanıyo..teşekkür ederim cevap için |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" iki isim takmak sünnetmidir? |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" iki isim takmak sünnetmidir? mecnun adlı üyeden alıntı Eski zamanlarda insanlar kendi babalarının ismiyle anılırlardı. Bunun sebebi soy adı adetinin o zamanlarda olmaması idi. Diyelimki Zeki adında iki kişinin var olduğunu düşünün,Zeki isminin anılmış olması hangi Zekinin kast edildiğini anlamak için,falankesin oğlu yada falankesin babası gibi anılırlardı. Bu sebepten dolayı eski insanlar iki hatta daha çok isimlerle anılırlardı. Günümüzde soy adı olduğundan dolayı kişi soy adı ile anılarak bu sorun ortadan kalkmıştır. Sünnet çok farklı birşeydir,sünneti iyi anlamak lazımdır. Bazı insanlar sünnet adı altında sünnet ile hiçbir alakası olmayan çok farklı şeyler yapmaktadır. Örneğin: Rasulullah (sav) bazı rivayetlerde çölde iken yemekten önce ellerini kumla teyyemüm ettiğine dair hadisler vardır birde dişlerini misvak ederdi. Bugün özzelikle İstanbul fatih çarşambada birçok insan bu uygulamaları sünnet olarak yapmaktadırlar. Halbuki Allah'ın rasulunun bu sünnetini evrensel düşündüğümüzde bu uygulamalardaki verilmek istenen mesajın sünnet olması gerekmektedir. Mesela siz Japonyada yada Amerikada yada dünyanın herhangi bir bölgesinde iman etmiş insanlara bu uygulamaları sünnet olarak takdim ederseniz bu uygulama onların yaşam şekillerine ters düşer ve islam dini evrensel olma özelliğini kaybeder. Rasulullahın o uygulamalarında sünneti yemekten önce el yıkamak ve yemekten sonra dişleri fırçalamak olarak anlayabilir ve öyle taktim edebilirsek işte evrensellik budur. O zamanın şartlarında suyun çokta rahat bulunamadığı arabistan çöllerinde yapılan elleri kumla teyyeümüm etmek manevi bir temizlik hissi uynadırırdı insanlarda. Bu sebeple kişilere iki isim takmayla sünnetin hiçbir alakası yoktur. Sünneti çok iyi anlamak ve rasulullahın tağutlara karşı vermiş olduğu mücadele tüm dünnyayı çağırdığı tevhid (tek ilah) gerçeğini iyi anlamak lazımdır. Ayrıca daha evvel yazdığım "Allah ve rasulunun arasını ayıranlar" başlıklı makalemi okuyunuz. Allah'a emanet olunuz |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" teşekkür ederim abi.Allah razı olsun |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
|
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
insanlar doğar gelişir büyür Daha sonra mümmeyiz yaşına gelir ve din seçinimini yapar İşte o zaman müslüman olur |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
Hayır,insanlar doğar ve hemen ölürlerde,,,,:) ve sorunun muhattabıda siz değilsiniz yanılıyor muyum,,, |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Kuran'ı daha iyi anlayabilmemiz için ne tavsiye edersinis hocam? basen takıldıgımıs yerler olabiliyo malum takıldıgımıs esnada hangi kaynaga başvurmalıyız? teşekkür ederim |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" evet ilk sorunuza cevap verim henüz reşit degldim dayım büyüttü beni ne ataist ne müslümandım dinimi bilmiyodum elhamdulillah dogruyu buldum Allahın izniyle |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
Örneğin kimi,ölüler için okur amacı o, kimi fal bakmak,muska yapmak için AMACI O... Kimi ŞİFRE ÇÖZMEK için,ONUNDA AMACI O... Kimi tarihi bi bilgi araştırmasında veri sağlamak için, Kimi kendini söylemlerini DESTEKLEMEK İÇİN,AMACI O OLDUĞU İÇİN VS VS..Bunları çoğalta biliriz... Yalnız KURAN HİDAYET KİTABIDIR,HİDAYETTE KALMAK VE MÜSLÜMAN OLARAK ÖLMEK İÇİNDE HAKKI VE BATILI KARIŞTIRMAMAK LAZIM VE BUNUN İÇİNDE KURANI BU YÖNDE OKUMAK LAZIM..çÜNKÜ BİR ŞEYİN hak mı-batılmı olduğu sadece kurana baş vurunca çıkar.... |
Cevap: "Dini Konular Hakkında Sorular/Cevaplar" Alıntı:
güzel bi tespitiniz olmuş,rabbim BENİDE SİZİDE MÜSLÜMAN OLARAK ÖLDÜRSÜN...İNSANLAR GALU BELA DENEN YERDEN BUYANI MÜSLÜMANIZDA DİYORLAR, BU YÖNDE Kİ FİKRİNİZ NE.... |
SAAT: 15:07 |
vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
User Alert System provided by
Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) -
vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.