![]() |
YABAN KAZLARI Yazar : Sait Çamlıca Dikkat ettiyseniz yaban kazları “V" şeklinde uçarlar. Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarını araştırmışlar. araştırma sonucunda su verilere ulaşmışlar; 1-) “V” seklinde uçulduğunda, uçan her kus kanat çırptığında, arkasındaki kuş için onu kaldıran bir hava akimi sağlıyormuş. Böylece “V” seklinde bir formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde yetmiş oranında uzatıyorlarmış. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış. Kıssadan Hisse: Belli bir hedefi olan ve buna ulaşmak için bir araya gelen insanlar, birbirlerinde hız ve haz alarak hedeflerine daha kolay ve çabuk erişirler. 2-) Bir kaz, “V” grubundan ayrıldığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların oluşturduğu hava akiminin dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri dönüyor ve yoluna grupla devam ediyor. Kıssadan Hisse: Eğer kafamız bir kaz kadar çalışıyorsa; bizimle ayni yöne gidenlerle bilgi alışverişini ve işbirliğini sürekli kılarız. 3-) “V” grubunun başında giden kaz hiç bir hava akımından yararlanamıyor. Bu yüzden diğerlerine oranla daha çabuk yoruluyor. Bu durumda yorulunca en arkaya geçiyor ve bu defa hemen arkasındaki kaz lider konumuna geçiyor. Bu değişim sürekli yapılıyor; böylece her kaz grubun her noktasında yer almış ve aynı oranda yorulmuş oluyor. Kıssadan Hisse: Yaptığınız her işi, yeri ve zamanı geldiğinde başkasına bırakmak gerekiyor. 4-) Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek üzere öndekileri bağırarak uyarıyorlar. Kıssadan Hisse: İlerlemek ve yol almak için bazen başkalarının uyarılarına gereksinim duyarız. Bundan alınmamalıyız; tam aksine, böyle uyarıları sevinç ve takdirle karşılamalıyız. 5-) Gruptaki bir kus hastalanırsa veya bir avcı tarafından vurulup uçamayacak duruma gelirse; düşen kusa yardim etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta/yaralı kazın yanına gidiyor. Tekrar uçabilene (veya eğer ölürse, ölümüne kadar) onunla beraber yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu buluyorlar. Hiçbir kaz grubu, kendilerine bu şekilde katılmak isteyen kazları reddetmiyor. Kıssadan Hisse: Adam olmak sadece insanlara özgü değil…. |
Karga 80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: 'Bu ne oğlum?' Oğlu şaşkın, cevapladı: 'o bir karga baba.' Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: 'Bu ne oğlum?' Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: 'Baba, o bir karga' Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: 'Bu ne?' Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: 'O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?' Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: 'Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?' Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi. 'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.' |
Kıssadan Hisse Cömert Olmak Hz.Ali'nin ağabeyi Cafer b Ebu Talib'in oğlu Abdullah, sıcak bir günde, bir kabilenin hurmaliğina inmişti Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalişan köleye, yemek vakti üç parca ekmek geldigini gördü. Adam ekmeklerden birini agzina goturmek uzereydi ki, birden önünde açlığı her halinden belli bir köpek belirdi Köle elindeki ekmegi köpegin önüne attı. Köpek ekmegi derhal yedi.Köle ekmegin ikinci parçasını da attı. Köpek bunu da bir kerede sildi süpürdü. Köle bunun üzerine üçüncü parcayı da köpege verdi. Kalkıp, yeniden işine dönmek üzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklaşıp sordu: "Ey köle, bugünkü yiyecegin ne kadardi?" Köle sıkılarak cevap verdi: "Işte bu üç parca ekmek" "O halde neden kendine hiç ayırmadın?" "Baktim ki, hayvan cok aç O halde bırakmak istemedim" "Peki sen ne yiyeceksin şimdi?" "Oruç tutacağım" Bunun üzerine, Abdullah b Cafer, köleden sahibini, evinin nerede oldugunu sordu Sonra da gidip adamdan bu hurmaligi icindeki koleyle birlikte satin aldi Sonra döndü, köleye bu tarlayi ve onu sahibinden satin aldigini soyledi ve ekledi: "Seni azad ediyorum Bu hurmaligi da sana hediye ediyorum" Comertligiyle meshur Abdullah b Cafer, kendisinden daha comert birini taniyip tanimadigi soruldugunda, bu olayi anlatir ve: "Ama o köpege topu topu üç parca ekmek vermis; sense ona koskoca bir hurmaligi ve hürriyetini vermişsin" dediklerinde, su karşılığı verirdi: "Ama o elindeki herşeyi verdi; ben ise elimdekinin bir kismini" Alıntı... |
Hayat bu tuz misali... Bir vakit, eski zamanların birinde hayattan pes etmiş bir adam varmış. Sıkıntılarına çare bulamaz olmuş. Hiç kimse onun derdine deva bulamamış. Köyün birindeki bir pir-i fani bu adama bir bilgeyi önermiş. “Biraz ters gibi görünür amma sana hayatının dersini verir. Âlimlerin yıllarca öğretemediğini kısa sürede öğretiverir.” demiş. Bizim adam koyulmuş yola. Az gitmiş uz gitmiş, nihayette bilgenin bulunduğu kasabaya ulaşmış. Sormuş soruşturmuş bilgenin evini bulmuş. Bilgenin yanına varmış. Önünde diz çökmüş. “Efendim! İçimde ve hayatımda öyle sıkıntılar var ki anlatamam.” demiş. Anlatamam demiş amma uzun uzadıya da anlatıvermiş. Bilge hiçbir şey demeden dinlemiş. Sonunda: “Git bakkaldan iki tane yarım kiloluk tuz al da gel.” demiş. Derviş bilgenin niyetinin anlamamış. İçinden, “Ne alaka! Ben derdimi anlatıyorum bilgenin dediğine bak. Adamın kafası tuzda. Herhalde kendi işini gördürecek bana.” diye söylenmiş. Söylenmiş söylenmesine de bakkala doğru yola koyulmayı da ihmal etmemiş. Tuzu alıp gelmiş sonunda. Birazcık hışımla bırakmış bilgenin önüne. Bilge önünde duran bir tas suyu göstererek “Şimdi bu tuzlardan birini bu tasın içine boşalt ve karıştır.” demiş. Adam denileni yapmış. İşin nereye varacağını merak ediyormuş doğrusu. Bilge “Şimdi bu suyu iç.” deyince iyice öfkelenmiş. Bilge ısrar etmiş, “Derdine çözüm bulmak istiyorsan iç, yoksa bırak git.” Diye sert çıkmış. Adam mecburen içmiş çorak suyu ama içmesiyle ağzından püskürtmesi bir olmuş. “Nasıldı?” diye sorunca Bilge, “Nasıl olabilir ki, çorak tabi ki.” diye de cevap vermiş. Bilge yüzünde hafif bir gülümseme ile “Beni takip et.” demiş. Koyulmuşlar yola. Varmışlar berrak bir göl kenarına. Bilge “Şimdi diğer tuzu göle boşalt” demiş. Adam şaşkınlık içinde denileni yapmış. “Eğil ve gölden de su iç” diye devam etmiş bilge. Biçare adam denileni yapmış. Eğilip gölden su içmiş. Bilge gülümseme ile “Bu suyun tadı nasıl peki?” diye sormuş. Adam “Gayet güzel, sade ve leziz” diye cevap vermiş. Bunun üzerine bilge: “Hayat da böyle evlat. Senin sıkıntıların da tuz misali. Zaman olur bu sıkıntıları azaltamazsın. Miktarını düşüremezsin. Sıkıntıyı çekmek zorunda kalırsın. Lakin yapabileceğin bir şey var: Duygularını, düşüncelerini geniş tutmak. Bakış pencereni genişletmek. Aynı tuz bir tas içinde sana sıkıntı verirken bir göl içinde etkisini bile gösteremez.” |
Kıssadan hisseler ... [size=large]Kıssadan hisseler ...[/size] Hz.Ali’nin ağabeyi cafer b. Ebi Talib'in oğlu Abdullah, sıcak bir günde, bir kabilenin hurmalığına inmişti. Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalışan köleye, yemek vakti üç parça ekmek geldiğini gördü. Adam ekmeklerden birini ağzına götürmek üzereydi ki, birden önünde açlığı her halinden belli bir köpek belirdi. Köle elindeki ekmeği köpeğin önüne attı. Köpek ekmeği derhal yedi. Köle ekmeğin ikinci parçasını da attı. Köpek bunu da bir kerede sildi süpürdü. Köle bunun üzerine üçüncü parçayı da köpeğe verdi. Kalkıp, yeniden işine dönmek üzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklaşıp sordu: -"Ey köle, bugünkü yiyeceğin ne kadardı?" Köle sıkılarak cevap verdi: -"Işte bu üç parça ekmek." Abdullah b. Cafer: -"O halde neden kendine hiç ayırmadın?" Köle: -"Baktım ki, hayvan çok aç. O halde bırakmak istemedim." Abdullah b. Cafer: -"Peki sen ne yiyeceksin şimdi?" diye sorar. Köle: -"Oruç tutacağım." Der. Bunun üzerine, Abdullah b. Cafer, köleden sahibinin, evinin nerede olduğunu sordu. Sonra da gidip adamdan bu hurmalığı içindeki köleyle birlikte satın aldı. Sonra döndü, köleye bu tarlayı ve onu, sahibinden satın aldığını söyledi ve ekledi: -"Seni azad ediyorum. Bu hurmalığı da sana hediye ediyorum." Cömertliğiyle meşhur Abdullah b. Cafer, kendisinden daha cömert birini tanıyıp tanımadığı sorulduğunda, bu olayı anlatır ve kölenin daha zengin olduğunu söylerdi. Soranlar her seferinde: -"Ama o köpeğe topu topu üç parça ekmek vermiş; sense ona koskoca bir hurmalığı ve hürriyetini vermişsin" dediklerinde, şu karşılığı verirdi Abdullah b. Cafer: "Ama o elindeki herşeyi verdi; ben ise elimdekinin bir kısmını...' ------------------------------------ Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmişti. Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu gördü. Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra , yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sordu: -"Neden hiç eşyanız yok?" dedi. "Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz… Onlar nerede?" Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sordu gezgin gence; -"Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum" dedi. Peki, senin eşyaların nerede?" Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtladı bu soruyu: -"Ama görüyorsunuz… Ben yolcuyum…" Ünlü bilge, hak verircesine güldü:evet000 -"Ben de öyle, yavrum" dedi. "Ben de öyle..." --------------------------------- DERS ALMAK LAZIM BUTUN BUNLARDAN.... Selam ve dua ile Alıntı |
Cevap: Kıssadan Hisse Cömert Olmak DUA Almaya Bakalım..! Vaktiyle bir ateşperest, oğlunu evlendirmektedir. Düğün günü çok koyun ve inek kesilir. Et kokuları mahalleyi sarar. Ancak evin bitişiğinde, müslüman, dul bir kadın, dört yetimiyle yaşamaktadır. Hepsi de günlerdir açtırlar. Kadıncağız, düğün evinin kapısını çalıp, “ateş” ister. Ancak maksadı başkadır. “Belki yemek verirler” diye gitmiştir. Adam, kadının niyetini anlasa da, birşey vermez… Kadıncağız, bir daha gidip ”ateş” ister. Yine eli boş döner. Üçüncüde yine öyle. Ama ne olur bilinmez, bu defa acır kadına. Hallerini anlamak için dehlize iner ve dayar kulağını bitişik evin duvarına ve dinler. Yetimcik, annesine yalvarıyor: - Anneciğim, ne olur bir daha git. Belki bu sefer birşey verirler. Kadın ağlamaklıdır: - Üç defa gittim yavrum! Artık utanıyorum. Adam bunu duyar. Kalbi sızlar. Bir mükellef ”Sofra” hazırlatıp, gönderir evlerine. Ve dehlize inip, dinler yine. Yetimlerin en küçüğü duâ ediyor: - Yâ Rabbî! O nasıl bize ikram ettiyse, sen de ona ikram et! Onu îmanla şereflendir! Ardından; - Âamiiiin! sesleri yükselir. O anda, kalbi döner ateşperestin. Ve “Şehâdet” i getirip îmanla şereflenir. Nitekim; “Sadaka, belâyı önler. Ama duâ, kaderi değiştirir!” buyurmuştur büyüklerimiz… |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi bu yazacağım olayı hocamız anlatmışdı .bir öğrtmen çocuklara derki çocuklar ALLAH c.c. yi çağırın bakalım gelecekmi çocuklardan ses yok öğrtmen kendi aklı sıra sesleniyor tabi ses yok hani bakın dior çocuklara ALLAHINIZ c.c. madem varsa niçin ses vermiyor yada bi işaret vermiyor (sümme haşa) bak şimdi ben saklanayım siz beeni çağırın nasılda gelecem dior ve gidp masnın altına sklanıyor çocuklar sesleniyorlar ses yok bir kaç defa seslendikden sonra karşılık alamayınca çocuklar sözüm ona öğrtmenin oldugu yeri buluyorlar ve bakıyorlarki ge..........miş . çok etkilenmişdim bu olaydan yıllardır aklımdan çıkmaz sizinlede paylaşayım istedim. |
Cevap: Adini Sen Koy (Yasanmis Hikaye) Birde bu yaşanmış olayı paylaşmak istedim sizinle Nette tanışan iki genç arkadaş olurlar. zaman içinde sıkı bir dostluğa dönüşen beraberliklerini zedelememek için hiçbir zaman birbirlerini görmemeğe, fiziki özelliklerinden bahsetmemeye karar verirler. İsimlerin, şekillerin olmadığı sadece ruhların derinliklerinden gelen en samimi duyguların dile getirildiği zaman ve mekan unsurlarından soyutlanmış bir birliktelik içinde sürer dostlukları. Ve bir gün bakarlar ki birbirlerini tamamlayan iki varlık olmuşlar. yazışmadıkları gün hatta saat olmamaya başlamışlar. adeta nefes alış gibi doğal bir bütünleşme, isim takamadıkları bir aşk gelişmiş içlerinde. tüm beşeri sıfatlardan sıyrılmış, bambaşka bir halmiş bu. Aradan geçen zaman zarfında, artık kesinlikle birbirlerinden asla kopamayacaklarına inandıkları gün; tanışmaya ve evlenmeye karar vermişler. Ve ikisinin de çok iyi bildikleri bir kentin çok iyi tanıdıkları bir sahilinde buluşmak üzere anlaşmışlar. Hanımın elinde kırmızı güller ve dudaklarında sevgi dolu bir gülümseme olacakmış. erkek ise hiçbir alamet taşımayacakmış. Nihayet beklenen gün gelmiş. genç erkek sözleştikleri yere yaklaştıkça kalbi duracak gibi oluyormuş. ışler biraz değişmeye başlamış kalbinde. ya çok çirkin bir kadınsa sevdiceği, ya kör, topal ya da ise. Biraz hata yaptığını düşünür gibi olmuş ama çabuk savmış bu kendine ve aşkına yakışmayan düşünceleri zihninden. Karşıda elinde bir gül tutan ve sağa ,sola bakınan hanımı görmüş. ıçi hop etmiş fakat dudaklarında beliren düş kırıklığını biraz olsun giderebilmek için bir, iki derin nefes almış ve son derece kararlı adımlarla hanımın yanına yaklaşmış. Annesi yaşında hatta daha da yaşlı, saçları pamuk gibi bembeyaz, yüzü yaşadığı yılların derin izleri ile buruşmuş fakat dudaklarında güzel bir o kadar da şaşkın bir tebessümle kendine doğru yaklaşan genç erkeğe bakıyormuş. gözleri bin bir soru ile kıpırdıyor, yorgun gözkapakları arada bir feri kaçmış gözbebeklerini uzaklara yönlendiriyor ama yaşlı kadın gözlerini genç erkeğin bakışlarına kilitlemeye çalışıyormuş. Zihninde çeşit, çeşit zıt fikirlerin koşuştuğu genç adam bir, iki yutkundu ve gücünün son raddesindeki bir hıçkırıkla, "Merhaba aşkım. Nasılsın." dedi. Kadere teslim olmuştu. söz vermişti. biliyordu her şey olabilirdi. bir an gözlerini kapadı ve yazışmalarını hatırlamaya çalıştı. onca duygu dolu kelimeler, sevda yüklü vaatler, parlak gelecekler nasıl olmuştu da bu yaşı geçmiş hatunun kaleminden dökülebilmişti. bir türlü inanamıyordu fakat gerçek gün gibi ortadaydı. Yaşlı kadının elinde tuttuğu kırmızı güller aldı ve tarif edilemeyen bir duyguyla onları öptü. sonra elini uzattı ve, "Hadi kalkmana yardım edeyim aşkım. buradan uzaklaşalım. " dedi. Olanları anlamsız gözlerle seyreden yaşlı kadın dudaklarını araladı ve, "Ey oğul, ben yıllardır bu kelimeyi unutmuş anan belki ninen yaşta bir kadınım. neler oluyor anlayamadım ama o gülleri elimden niye aldın. onları bana şu ilerde oturan genç kız verdi. birini bekliyormuş, burada buluşacaklarmış. gelirse benim tarafımdan bu gülleri ona verir misin demişti. ben de o genci bekliyordum. yoksa o sen misin?" Genç adam bir an soluksuz kaldı, boğazında düğümlenen hıçkırık ve karmakarışık duygularla yaşlı kadının işaret ettiği yöne baktı. bir çift sevgi ve minnettarlıkla parlayan yeşil göz kendisine gülümsüyordu. telaşla yaşlı kadının ellerini öptü ve gülleri ona tekrar vererek işaret edilen tarafa koşmaya başladı. genç kız da ayağa kalkmış onu bekliyordu. "Seni izledim. şayet gülleri almayıp geri dönseydin sessizce buradan uzaklaşacaktım. seni doğru tanımışım aşkım.. |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Geçimini Boyacılıkla Sürdüren Bir Adam Birgün Bütün Gün İş Yapamamış Ve Dolayısıyla Eve Rızkını Götüremeyeceği İçin Canı Çok Sıkılmış.Ve Eve Dönerken Bir Camiye Girmiş , Akşam Namazını Eda Edeyimde Eve Öyle Geçeyim Demiş . Aynı Gün Bir Yere... Yüklü Miktarda Borcu Olan Bir Adam'da Aynı Camiye Gitmiş.... Lakin Namazla ALLAH Sevgisiyle Hiç alakası Yokmuş ! Ve Camiye Geçip ALLAH'a Dua Etmeye Başlamış '' Yarabbim Ne Olur Bana Yardım Et Bu Bocu Kapatmam İçin Bana Yol Göster Bu Parayı Bulmama Yardımcı Ol Diye dua Ediyormu '' O Sırada Boyacı'da Hemen Arkasında Yüksek Sesle '' Yarabbi Verende Sensin Alanda ! Bu Zamana Kadar Rızkımı Hiç eksik Etmedin ! Bugün Rızkımı Vermediyesende Vardır Senin Bir Bildiğin ! Lakin Çocuklarım Aç Ve Beni Bekliyorlar . Bense Hergün Gibi Bugünde Sana Ve Senin Merhametine Güveniyorum Demiş ! Bunu Duyan Öndeki Adam Sinirlenip Arkasını Dönmüş Ve Boyacıya '' Be Adam Ben Burda Dünya Kadar Borç İçin Dileniyorum Sen Kalkmış 2 Kuruş İçin Bana Mani Oluyorsun Al Su 50 Lirayıda Çık Git Demiş ! Boyacı Parayı almış Ve Gülerek Yarabbi Ne Ne Büyüksünki Rızkı Nereden Vereceğini Çok İyi Biliyorsun Diyerek ALLAH'a Şükür Ederek Çıkmış Ve Evine Dönmüş ! Ne İstediğinizi , Neden İstediğinizi Unutmayın ! innALLAHe la yuhliful miy’ad”(3 ALİ İMRAN-9) “Kesinlikle ALLAH vaadinden caymaz..” Ha Bu Dünyada Ha Öbür Dünyada !.. [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Behlül Dânâ Hazretleri, bir mezarlıkta bulduğu üç kurukafayı zembiline koymuş ve para getirip 'Satıyorum'diye bağırmaya başlamış. 'Satıyorum, alan var mı?' Meraklılar başına toplanıp fiyatını sormuşlar: ' Birincisi parasız, ikincisi ise sudan ucuzdur, demiş. Ama üçüncüsünü hiç sormayın... O, ağırlığınca paradır. Sebebini merak etmişler. Birincisini gösterip: ' Bu gördüğünüz 'Taşkafa'dır demiş, nasihata bile yanaşmazdı. O yüzden beş para etmez. İkincisi de 'Boşkafa'dır, nasîhat istemesine rağmen onları tutmazdı; üç-beş kuruş verenin elinde kalır. Üçüncüsü ise 'Hoşkafa'dır ki, buna 'Kâmil kafa' da diyebiliriz. Hem ameli, hem de ihlâsı vardı; hedefi ise Allah rızâsıydı. O yüzden kurusu bile Altın değerindedir. |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Nebraska'da yaşlı bir adam yaşardı. Patates ekimi için bahçeyi bellemesi gerekiyordu. Lakin bu cok zor bir işti. Tek oğlu olan David ona yardım edebilirdi fakat o da hapisteydi.. Yaşlı adam oğluna bir mektup yazdı ve durumunu izah etti. Sevgili David, Patates bahçemi belleyemeyeceğimden kendimi çok kötü hissediyorum. Bahçeyi kazmak için oldukça yaşlanmış sayılırım. Burada olsan bütün derdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahçeyi benim için hallederdin. Sevgiler Baban.. Bir kaç gün sonra oğlundan bir mektup aldı.. Babacığım, Babacığım Allah aşkına bahçeyi kazma, ben oraya cesetleri gömmüştüm. Sevgiler David.. Ertesi gün sabaha karşı 04:00'da FBI ve yerel polis çıkageldi ve tüm sahayı kazdı, lakin hiç bir cesede rastlamadılar. Yaşlı adamdan özür dileyerek gittiler. Aynı gün yaşlı adam oğlundan bir mektup daha aldı. Babacığım, Şimdi patatesleri ekebilirsin. Bu şartlarda yapabileceğimin en iyisini yaptım. Sevgiler David... İyi bak, iyi gör, iyi olsun... her durumda yapılabilecek güzel birşeyler var demek :) |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ile Ebû Bekr 'radıyallahü anh' Mekke-i mükerremeden hicret ederken bir mağarada üç gün üç gece kaldılar. Ebû Bekr 'radıyallahü anh' o mağaranın tavanında bir kuş gördü ki, yerinden hareket etmeyip, birşey yimez ve su içmez. Ebû Bekr 'radıyallahü anh' dedi ki, - Yâ Resûlallah! Bu kuşa ben hayrânım. Zîrâ, biz bu mağaraya geleliden beri, bu kuş yerinden hareket etmedi. Bir nesne yimedi. Allahü teâlâ, kelâm-ı kadîminde, (Allahü teâlânın rızk vermediği, yeryüzünde bir mahlûk yokdur.) buyurmuşdur. Ebû Bekr-i Sıddîk, böyle düşünürken, o hâlde hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, havâda muallak durup, dedi ki, - Yâ Muhammed! Hak sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurur ki, "Ebû Bekrin hâtırına geleni bilirim. O kuşa emr eyledim ki, Ebû Bekr ile konuşsun. Ebû Bekre söyle ki, o kuş ile söyleşsin"; dedi. Resûl-i ekrem hazretleri, Ebû Bekre, hazret-i Cebrâîlin sözünü açıkladıkda, Ebû Bekr 'radıyallahü anh' sevinip, ileri vardı. Dedi ki, - Ey mubârek kuş! Allahü teâlâ hazretlerinin izni şerîfiyle, bana söyle ki, yiyeceğin ve içeceğin nedir. O kuş ağlayıp, bir zemân kendinden geçip, yere düşdü. Sonra ayılıp, kalkdı. Tebessüm ederek dedi ki, - Yâ Ebâ Bekr! Bana bundan süâl etme! Bu bir sırdır. Hak sübhânehü ve teâlâ ile benim aramda olan sırrımı kimsenin bilmesini istemem. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi: - Ey mubârek kuş! Eğer bana söylemeğe me'mûr oldun ise, söyle. Kuş dedi. - Ma'lûmun olsun ki, hazret-i Âdem aleyhisselâm yaratılmazdan iki bin yıl evvel, Hak sübhânehü ve teâlâ beni yaratdı. Yiyeceğimi ve içeceğimi iki kelime eyledi. Aç olduğum zemân birisini söylerim; tok olurum. Susuz olduğum zemân birini söylerim; kanarım. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki: - O kelime nedir. Kuş dedi, o kelimenin biri budur ki, aç olduğum zemân sana buğz edene la'net ederim; tok olurum. Susuz olduğum zemân, sana muhabbet edene, istigfâr ederim, kanarım. Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', bunu işitip, ağladı. Ümmetinden ba'zıları şakâvet edip, hazret-i Ebû Bekre buğz edeceklerine mahzûn oldu. |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...]Geleceği Gösteren Ayna Mükemmel Bir Hatıra Adamın biri, ilk defa gittiği şehrin tarihi çarşısına uğradığında, bir dükkana girerek; - Hatıra eşya almak istiyorum, demiş.Ne tavsiye edersiniz? Dükkan sahibi yaşlı zat,adamı tepeden tırnağa süzüp: - Buranın en meşhur malı, aynalardır evladım, demiş. Ama onları almaya güç ister. Adam, hiç düşünmeden: - Ben, yaşadığım şehrin en zengin insanıyım, diye atılmış. Benim için para önemli değil. İhtiyar, dudak büküp: - İnşaallah gücün yeter, demiş. Çünkü padişahlar bile alamadı onları. Adam, ses tonunu iyice yükselterek: - Benim elde edemeyeceğim şey yoktur!..diye direnmiş. Fiyatları ne kadar? İhtiyar adam: - Seçeceğin aynaya bağlı, diye gülümsemiş. Günümüze ait aynaları normal fiyata alabilirsin. Fakat eski aynalar pahalıdır.Hele hele antikalara gücün yetmez. Ama geleceğin aynası bedavadır, fakat onu görsen pek beğenmezsin. Adam, bu sözleri pek anlamamış. Ama merakından çatlayacak gibiymiş. Aynaları bir an önce görmek istediğinden, yaşlı adamın koluna girip,dükkanın arka bölümüne geçmiş. Yaşlı adam, elindeki baston ile işaret ederek: - Sana ilk önce günümüze ait aynayı göstereyim, demiş.Çerçevesi gümüştendir. Fiyatıysa sadece üç altındır. Adam, duvarda asılı duran kristal aynayı kısa bir süre incelemiş. Ve ona bakarak saçlarını düzelttikten sonra: - Bunun bir özelliğini görmedim, demiş. Evimde de bundan üç dört tane var. Yaşlı adam, seke seke ilerleyerek: - O halde bu aynaya bak!.. demiş. Çeyrek asır öncesine aittir. Çerçevesi bakırdandır. Fiyatı ise yüz kese altındır. Adam: - Herhalde şaka yapıyorsunuz, diye gülümsemiş.Böyle basit bir ayna,on altın bile etmez. İhtiyar adam: - Ben sana söylemiştim!.. diye kızmış. İsterseniz vazgeçin. Adam, iş olsun diye aynaya baktığında, bağırmamakiçin kendini zor zaptetmiş. Gözlerini ovuşturarak baktığı aynadaki görüntü, onun yirmibeş yıl önceki haline aitmiş. Ne başının büyük bölümünü saran beyaz saçlar varmış bu görüntüde, ne de yüzünü kırış kırış eden derin çizgiler. Adamın aynaya takılan gözleri, biraz sonra fal tşı gibi açılmış. Çünkü aynadaki gençlik görüntüsünün hemen arkasından,sevdikleri geçiyormuş birer birer. Büyük bir dehşet içinde: - Aman Allah’ım!.. diye bağırmış.Bu geçen,kız kardeşim değil miydi? Hem de henüz kanser olmadan önce. Daha sonra, en sevdiği teyzesi ve dayısı da geçmişler, adamın görüntüsü ardından. Her ikisi de, çeyrekasır önceki halleriyle. Adam, dayanamayıp başını çevirmiş aynadan. İhtiyar, ona sokulup: - Bu işten vazgeç!. demiş.Zaten bir çok insan da öyle yaptı. - Hayır!. diye itiraz etmiş adam. Kardeşimi özlemiştim, dayımla teyzemi de. - Peki!. demiş ihtiyar. Şu gördüğün bir antika aynadır. Çerçevesi ahşaptır. Değeriyse bin kese altın eder. Adam,oraya doğru ilerlerken,korkusundan vazgeçmiş. Ama merakını yenemeyip aynaya baktığında, küçük bir çocuk gibi çığlık atmış. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk duruyormuş karşısında. Soluk yüzlü, incecik, dişleri dökük ve saçları dağınık bir çocuk. - Aman Allah’ım!.. diye bağırmış. Bu benim çocukluğum. Cebimdeki sapan bile duruyor. Adam, biraz sonra sendeleyerek duvara tutunmak zorunda kalmış. Bu sefer, 30-35 yaşlarındaki halleriyle annesi ve babası geçiyormuş geriden. Daha sonra da, nur yüzlü dedesi. Annesi, her gün defalarca yaptığı gibi, öpüvermiş onu yanağından. Babası ise, er zamanki şakacılığıyla, ensesine bir şaplak atmış yavrusunun. Adam, kaçarcasına uzaklaşmış oradan. İhtiyarın yanına yığılmış ağlayarak. Yaşlı adam: - Gerçek aynalar böyledir evladım!.. demiş. Bu yüzden de ulaşılmaz onlara. Adam, biraz olsun kendine geldiğinde, dükkandan atmak istemiş kendini. Fakat tam çıkacakken: - Bedava aynalardan söz etmiştiniz, demiş. Onu da merak ettim. İhtiyar adam: - Ona hiçbakma evlat!. diye atılmış. Bu gün çok fazla yoruldun, kalbin dayanmaz. - Mutlaka bakmalıyım!. diye ısrar etmiş adam. Gördüğüm şeylere artık alıştım. Yaşlı adam, çaresiz kabul etmiş ve duvarlara asılanlardan farklı olarak, dükkanın döşemesi üzerine indirilen bir aynayı gösterip: - İşte bu da geleceğin aynası!. demiş. Çerçevesi altından olup bedavadır. Ama onu hiç kimse almadı. Adam: - Geleceğin aynası ha!.demiş.Üstelik de altından ve bedava… İhtiyar, hiç sesini çıkartmamış. Adam ise, emin adımlarla aynaya doğru ilerlemiş ve bakmak için yere eğildiğindei oracığa yığılıp kalıvermiş. Yaşlı adam: Geleceğin aynasında ne göreceğini tahmin etmen ve ona göre hazırlıklı olman gerekirdi evladım, demiş. Senin de gücün yetmedi demek ki… İhtiyar adam, müşterisinin cansız vücudunu kucaklarken, onun ayndaki görüntüsüne bakmış. Kuru bir iskelet görünüyormuş… Cüneyt Suavi |
çiçekle suyun hikayesi Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar. İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için. Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur. İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar, "Sırf senin hatırın için ey su" diye... Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki, çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur. Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba "Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar. Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek, alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz. Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der. Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler... Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der. Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin. Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine... Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben, gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır nedir sorun diye...Doktor gelir ve muayene eder çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu ümitsiz artık elimizden birşey gelmez." Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum... Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der. Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece "Seni seviyorum" demek yetmemektedir... ........ ALINTI.... |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi EVE GİREN HIRSIZ .. Adam kapıyı açtığında, polislerle karşılaştı. -Bir şey mi istediniz? Diye sordu heyecanla.. Bir olay mı var? İçlerinden komiser olanı: -Geçen yıl evinizi soyan hırsızı yakaladık, diye cevap verdi. İfadesinden, bu eve de girdiğini anladık. Adam polislerin arasında sıkışıp kalan 18-20 yaşlarındaki genci bir müddet süzdükten sonra: -Buyurun, içeri girin, diye kenara çekildi. Herhalde bazı şeyler soracaksınız. Hep birlikte oturma odasına geçtiler. Adam önce polislerin, sonrada hırsızın elini sıkarak: -Geldiğinize sevindim, dedi. Bu gençle tanışmayı da çok arzu ediyordum. Polislerden biri: -Herhalde yanlış anladınız, diye lafa karıştı. Bu delikanlı sivil polis falan değil, evinize giren hırsızdır. -Daha o kadar yaşlanmadım memur bey, diye çıkıştı. Hırsız olduğunu biliyorum ama, açık söylemek gerekirse şikayetçi de değilim. Konuşulanlar, hırsızı da şaşırtmış görünüyordu. Adam, misafirlerine şeker ikram ettikten sonra tane tane konuşmaya devam etti: -Evim soyulmadan önce geç vakitlere kadar oturur, haliyle sabah namazlarına kalkamazdım. Ve çok istediğim halde, günde bir sayfa bile Kur’an okumaya vakit bulamazdım. Kıldığım namazlarda, Allah kabul etsin hep yarım yamalak olurdu. Ama delikanlı, bilmeden de olsa beni bu gafletten kurtardı. Polislerden biri dayanamayıp atıldı: -Ne yaptı ki bey amca? Adam, biraz önce ikram ettiği şekerleri kutusuyla birlikte hırsızın önüne koyarken: -Daha ne yapsın ki evlat, diye gülümsedi. Evime girdiğinde, bilgisayarımı çalmıştı… ‘‘Gerçekten de bundan daha güzel iyilik olabilir mi ? Bilgisayarın bizden çaldığı zamanı kim geri getirebilir ?…" |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi O Allah, öyle bir Allah ki... İbrahim Ethem tacı tahtı terk ediyor. Seneler sonra seyr-ü sülûkünü tamamladıktan sonra Belh şehrine tekrar geliyor. Kendi yaptırdığı camide yatsı namazı kılıyor. Dışarıda sulu kar, yağmur, soğuk… “Şurada kıvrılayım da sabah olunca giderim” diye düşünüyor. Kayyum geliyor, camide saklandığı yerden buluyor, çıkarıyor. “Ne yapıyorsun” diyor. “Müsaade et, şurada yatayım. Sabah namazından sonra Belh’e gireceğim” diyor. Kayyum bacağından tutuyor onu “İbrahim Ethem, senin gibi çulsuzlar için yaptırmadı bu camiyi” diyor ve bacağından sürükleye sürükleye, kafasını merdivenlere vura vura atıyor onu dışarıya. İbrahim Ethem “Ben bu camiyi yaptırdım” diyemiyor. Çaresiz, şehre gidiyor. Her taraf kapalı, sadece bir yer açık. Bir fırın. Kapıyı çalıyor ve sabaha kadar oturma müsaadesi istiyor. Orada çalışan işçi, “Geç otur” diyor. Aradan bir-iki saat geçiyor. Sabah ezanı okunmaya başlıyor. Okunduktan sonra işçi dönüyor “Hoşgeldiniz, nereden gelip nereye gidiyorsunuz, isminiz ne” diyor. İbrahim Ethem de “Ben iki saattir burada oturuyorum, şimdi mi geldi aklına sormak” diyor. Fırıncı diyor ki: “Ben bu fırında işçiyim. İki çocuğum var, iki de yetime bakıyorum. Ben onlara şimdiye kadar haram lokma yedirmedim. Senin geldiğin vakit benim mesai saatim dahilindeydi. Ezan okundu, mesaim bitti. Seninle istediğin kadar konuşabiliriz, şimdi kazancıma haram karışmaz.” İbrahim Ethem “Sen ne güzel adammışsın. Sen Allah’tan bir şey isteyip de olmadığı vaki oldu mu?” diye soruyor. “Ben Allah’tan ne istediysem verdi. Fakat Allah’tan bir şey istedim. Onu bana vermedi. Allah’a yalvardım, bana İbrahim Ethem’i göster diye, bana onu göstermedi” diyor. “O Allah, öyle bir Allah ki,” diyor İbrahim Ethem, “İbrahim Ethem’i bacağından sürükleye sürükleye, kafasına vura vura getirir sana gösterir ve senin gözünün önünde ruhunu teslim ettirir” diyor ve Allah diyerek ruhunu teslim ediyor. |
..Üç İhtıyar Mısafır.. ÜÇ İHTİYAR MİSAFİR Bir kadın, kapıdan dışarı çıktığında, bembeyaz sakallı üç ihtiyarın kendi evinin önünde oturduklarını görür.'Ben sizi hiç tanımıyorum, der... Ama aç ve susuz olmalısınız... Lütfen içeriye gelin de sizlere bir şeyler ikram edeyim...' 'Evin erkeği içerde mi?' Diye sorar adamlar. 'Hayır, der kadın. Şu an evin dışında.' 'O evde olmadığı sürece bizim bu eve girmemiz mümkün değil...' diye cevap verirler. Akşam olup kocası eve döndüğünde kadın olanları anlatır. 'Peki, onlara söyleyebilir misin, der adam. Ben evdeyim artık, bu eve gelebilirler...' Kadın dışarı çıkıp bu kişileri içeri davet eder. Ama bu defa da; 'Hepimiz aynı anda içeri girmeyiz' der yaşlı adamlar. ..... Kadın öğrenmek ister; 'Niye giremezsiniz?..' İhtiyarlardan biri açıklar: 'Onun adı ZENGİN, der bir arkadaşını göstererek. Diğeri BAŞARI... Ben ise SEVGİ...' *** Sonra ekler; 'Şimdi içeri gir ve kocanla konuş. Hangimizi evinizde istersiniz?..' ..... Kadın içeri girip söylenenleri kocasına anlatır. Adam duyduklarıyla neşelenerek; 'Ne güzel, der. Madem öyle, Zengin’i içeri çağıralım ve evimizi zenginlikle doldursun...' Karısı itiraz eder; 'Canım, niçin Başarı’yı çağırmıyoruz?' Bu sırada, evin diğer köşesinde bulunan gelinleri konuştuklarını duyar. Koşarak gelir ve kendi fikrini söyler; 'Sevgi’yi çağırsak daha iyi olmaz mı? Evimiz sevgiyle dolar!..' *** 'Gelinimizin teklifini dikkate alalım, der adam karısına... Dışarı çık ve bizim misafirimiz olması için Sevgi’yi davet et.'..... Kadın dışarı çıkar ve yaşlı adamlara sorar; 'Hanginiz Sevgi idi? Lütfen içeri gel ve misafirimiz ol...' Sevgi ayağa kalkar ve eve doğru yürümeye başlar. Fakat diğer iki yaşlı adam da onu takip ederler.. Kadın şaşırmış bir halde Zengin ve Başarı’ya sorar; 'Ben sadece Sevgi’yi davet ettim, siz niye geliyorsunuz?' Zengin ve Başarı bir ağızdan cevap verirler: 'Eğer Zengin’i ya da Başarı’yı davet etmiş olsaydın diğer ikisi dışarıda kalırdı. Ama sen Sevgi’yi davet ettin... O nereye giderse biz de ardından oraya gideriz. Çünkü nerede Sevgi varsa, orada Başarı ve Zenginlik de vardır!..' alıntı.. |
Cevap: ..Üç İhtıyar Mısafır.. Hakikatten çok güzel ve anlamlı.Okuyunca bile tüylerim diken diken oldu etkilendim doğrusu.Mevlam razı olsun sizden güzel insan. |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi ÖN YARGI Bir zamanlar 4 Oğlu olan bir adam varmış.. Çocuklarının çok erken karar vermemeleri ve önyargılı olmamaları için onları bu konuda eğitmek istemiş. Böylece her birini uzak bir yerde duran Ağacın yanına gidip ona bakmalarını istemiş. . İlk oğlan Kışın gitmiş, İkincisi İlkbahar, Üçüncüsü yazın Ve sonuncusu sonbaharda. Geri döndüklerinde hepsini bir araya çağırmış ve ne görüklerini sormuş. İlk Oğlan Ağacın çok çirkin, yaşlı ve kupkuru olduğunu söyledi. İkinci oğlan Hayır yeşillikle doluydu ve canlıydı dedi. Üçüncü oğlan başka fikirdeydi. Çiçekleri vardı ve kokusuyla görüntüsüyle o kadar muhteşemdiki daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Sonuncu Oğlan hepsinin haksız olduğunu ve ağacın meyvelerle dolu, canlı ve hayat dolu olduğunu belirtti. Yaşlı Adam Oğullarına hepsinin haklı olduğunu söyledi. Çünkü hepsi farklı mevsimlerde ağacı görmeye gitmişti. Onlara bir Ağacı veya bir İnsanı, kısa bir süre veya bir mevsim tanıdıktan sonra yargılayamayacaklarını anlatmaya çalıştı. Yada neye sahip olup olmadıklarını. Gerçekleri ancak sonunda, 4 mevsimi gördükten sonra görürsünüz. Eğer kışın vazgeçersen İlkbaharın nimetinden olursun, Yazın Güzelliğinden Ve Sonbaharın bütünlüğündende. Bir mevsimin acısının, diğer güzel mevsimleri parçalamasına izin vermeyin. Hayatınızı bir mevsim(bir dönem) yüzünden yargılamayın. Unutmayınki ilerde şuanki zamanı arayabilirsiniz ve daha güzel günlerde yaşayabilirsiniz |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] DÖRT MUM Dört mum yavaşca yanıyordu. Ortam çok sessizdi ve konuşmaları duyuluyordu İlk Mum konuştu; Ben ´BARIŞIM´ dedi Hiç kimse benim yanık kalmamı istemiyor biliyorum ki söneceğim dedi. Kısa süre sonra alevi azaldı yavaşca söndü. ikinici Mum konuştu; Ben İNANCIM dedi Neredeyse herkes, beni artık gerekli görmüyor. O nedenle artık bana gerek yok dedi ve konuşmasını bitirdi Alevi azaldı ve söndü üçüncü Mum konuştu ; ben SEVGİYİM dedi yanık kalmam için artık gücüm yok insanlar beni bir kenara bıraktı ve önemimi anlamadı kendilerine en yakın olanları bile sevmeyi unuttular dedi Alevi azaldı ve söndü Ansızın bir çocuk odaya girdi ve üç mumun yanmadığını gördü. “NEDEN YANMIYORSUNUZ SİZİN SONUNA KADAR YANMANIZ GEREKİR” dedi ve ağlamaya başladı dördüncü Mum çocuğa döndü ve ; “KORKMA BEN HALA YANIYORUM DİĞER MUMLARI YENİDEN YAKABİLİRİZ” ben UMUDUM dedi. Parlayan gözlerle çocuk umut adlı mumu aldı ve diğer mumları tekrar yaktı. “UMUDUN ALEVİ YAŞAMINIZDAN HİÇ EKSİK OLMASIN” ve böylece hepimiz UMUDU, BARIŞI, SEVGİYİ ve İNANCI sürdürebilelim… |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi İHLÂSLA SÖYLENEN 'KELİME-İ ŞEHÂDET'İN AĞIRLIĞI Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bir gün, ihlâsla söylenmiş bir kelime-i şehâdetin, âhirette mü'minin terâzisinin sağ kefesini nasıl yükselteceğini şöyle anlatmışlardır: 'Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ kıyâmet günü, ümmetimden bir adamı halkın içerisinden alır ve onun için doksan dokuz adet büyük defter açar. Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Allah Teâlâ adama sorar: ' Bu defterde yazılı olanları inkâr ediyor musun? Muhâfız kâtiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi? Kul: ' Ey Rabb'im, hayır, (hepsi doğrudur!) der. Allah Teâlâ sorar: ' (Bunları işlemenden dolayı beyan edeceğin) bir özrün var mı? Kul: ' Hayır, ey Rabb'im, der. Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ: ' Evet, senin bizim yanımızda (büyük ve makbul) bir de hasenen (iyiliğin) var. Biz bugün sana zulmetmeyeceğiz! buyurur. Hemen bir kart çıkarılır. Üzerinde, 'Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah (Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilah yoktur. Ve şehâdet ederim ki, Muhammed Allâh'ın Resûlü'dür)' yazılı. Sonra Allah Teâlâ buyurur: ' Ağırlığını (yani amellerini) hazırla! Kul sorar: ' Ey Rabb'im! Bu defterlerin yanındaki şu kart da ne? Allah Teâlâ ona: ' Sana zulmedilmeyecektir! buyurur. Hemen defterler mîzânın bir kefesine konulur, kart da diğer kefesine. Tartılırlar. Neticede defterler hafif kalır, kart ağır basar. Esasen Allâh'ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz!' Kaynak: Fazilet Takvimi, 2001 |
Çobanın Aşkı... Çobanın Aşkı Aşıktı delikanlı. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini: - Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim... İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişcesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti. - Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı. İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyar, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsindi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu. Aşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle: - Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim? - Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir. İki dost hemen yola çıktılar, aşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah... Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu: - Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah´a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah..." Aşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın. Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah... Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin: - Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu. Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar: - Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti. - Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi? Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tesbihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı. Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle; - Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik. Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı. Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin. - Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz... Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşukuna kavuşacak, murad hasıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı. Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle: - Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum. Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Aşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip: - Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın? Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak: - A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim... alıntı... |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] "Azrail, söylediğinden de güzelmiş" İlkokulu bitirip kursa gelmişti. Ailesi kendi isteğiyle geldiğini söylemişti. Kayıt için adını sorduğumda: "Fatma", dedi. Hiç de çekinmeyen bir tavırla... Ve ekledi: "Eğer hafız yaptırmazsanız kayıt yaptırmak istemiyorum". Böyle tehdit edercesine konuşması onu yaşından daha olgun gösteriyordu. Tebessümle:"Korkmayın küçük hanım siz isteyin hafız da yaparız, hoca da..." O küçük gözlerinin içi parıldadı birden. Annesi: "-Hoca hanım kusuruna bakma hele sen, ille de hafız olcam der de başka bir şey demez. Bizim köyün hocasından duymuş. Peygamberimiz hafız olanlara cennette tac giydirilecek demiş herhalde. Siz daha iyi bilirsiniz ya köylü kafası, biz de bu kadar duyduk anladık. Bu da çocuk işte". "-Tabi teyze ne demek, keşke herkes sizin gibi duyduklarından etkilense de teslim olsa... Siz hiç merak etmeyin kızınız önce Allah'a sonra bize emanet." Kadıncağız elime yapıştı, öpecekken geri çektim, utandım. Tuttum, ben onun elini öptüm. Gözleri yaşardı. "-Hoca hanım bu eller, gözler hep günahlı, asıl sizinkiler öpülmeye layık". "-Estağfirullah teyze", dedim . O ahirette belli olur. Bu konuşmadan sonra kaydını yaptığımda Fatma'nın Erzurumlu olduğunu öğrendim. Bir an düşündüm. "Küçük nasıl kalacak bu kadar buralarda"... Zaman ilerledikce Fatma'nın edepli tavırları daha da çok etkiledi beni. Azimliydi. Geceleri uykusunun arasında ayetleri sayıklarken görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken arada bir bana gelip soru soruyordu. Bir gün: -"Hocam hafiz olmak için Kur'an'ı bitirmek mi lazım" diye sordu. Bende: -"Tabii ki hepsini ezberleyeceksin ki "hafız" adını alacaksın". Bu cevabıma çok üzülmüş gibiydi. Bir şey demek istiyordu sanki... Teşekkür etti ve döndü arkasına gitti. Derslerim arasında onlara sürekli Kur'an ezberlemekle işin bitmeyeceğini mutlaka içindekileri uygulamanın gerektiğini hatırlatıyordum. Talebelerden biri: -"Hocam" dedi. "Fatma'nin annesi ona abdestli olmayanın hafizlara dokunamayacağını söylemiş doğru mu?" diye sordu. Çok ilginç doğrusu. Maşallah dedim. "Osmanlı zamanında atalarımız Kur'an'a ve hafıza kıymet verdiklerinden öyle yaparmış" dedim. Çok hoşlarına gitmişti bu iş. Hepsi adeta kendilerini ulaşılması zor, kasa içindeki altın gibi görüyorlardı. "Görsünler" dedim içimden, bu yaşta buralara gelmişler. Allah'ın kelamını ezberliyorlar,onlara fazla görmem bunu. Bu arada Fatma ara sıra rahatsızlanıyor ve revirde yatıyordu. Zaman geçtikçe Fatma'nın morali ve sağlığı daha da çok bozuluyordu. Bir gün dersini 2 kez aksatınca sordum. "Ne oldu yoksa anneni mi özledin?" -"Hayır", dedi. -"Neden moralin bozuk? Sık sık ta hasta oluyorsun" dedim. "-Yanlış anlamayın, inanın ki annemi özleyipte gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum. Allah'ımdan çok korkuyorum. Buraları terk edersem bana ahirette hesabını sormaz mı? " Bir şey diyemedim. Suçlu bile hissettim kendimi. O küçük kalpte bu ne imandi Ya Rabbi! Onu hayranlıkla izliyordum. Bir gün çok rahatsızlandı. Doktora götürmek zorunda kaldık. Bir çok tahlillerden sonra arkadaşim olan doktor hanım: -"Hoca hanım derhal bu talebeyi ailesinin yanına gönder " dedi. Şaşkınlıkla:"Neden?" diye sordum. Bana: -"Belki üzülecek hatta inanmayacaksin ama, bu talebe "KANSER". Adeta başımdan aşaği kaynar sular dökülmüştü. Sanki her tarafımı şefkat sarmıştı. Hastahaneden ayrılırken Fatma'ya hiç bir şey diyemedim. Oysa anlamış gibi bana sorular sorup dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Kulağıma egilerek "hocam" dedi. "Azrail insanların canını alırken nasıldır?" Ağlamamak için zor tutum kendimi: -"Güzel bir surettedir, mü'min kullara", dedim Sevindi, sanki mırıldandı: "-Belki hafız olamam ama Elhamdulillah mü'minim." diye. Şimdi anlamıştım, bana önceden sormuş olduğu soruyu. Demek ki hastalığını biliyordu. Hafız olmak için Kur'an'ı bitirmek gerektiğini söylediğimde neden üzüldüğünü şimdi anlamıştım. Bir kaç gün sonra eşyalarını hazırlamaya başladık. Çünkü dayanılmaz acılar içinde olduğunu görüyorduk. Evine gitmesi gerekiyordu. Ailesi geldi. Fatma yanıma gelerek: -"Bana kızmadınız değil mi? Eğer söyleseydim belki kursa almazdınız", -"Ne demek! nasıl kızarım sana: dedim. "Hem sonra, sakın üzülme hafızlığımı bitiremedim diye. Bu yola girdin ya, Rabbim seni hafızlar zümresinden yazmıştır inşallah", dedim, Öyle sevindi ki! sarıldı boynuma: -"Gerçekten ben şimdi hafız sayılırmıyım? Anne bak duydun değil mi?" Ya Rabbi bu ne aşktı. Rabbimin hikmeti tecelli etse de iyi olsaydı şu Fatma, ne güzel bir kul olurdu. Böylece Fatma'yı gözyaşları ile Erzurum'a uğurladık. Çok geçmedi. Bir iki hafta sonra ailesi ağırlaştığı haberini verdi. Bu bir iki hafta içinde ondan iki mektup almıştım. Bana hep hafızlık tacını merak ettiğini, rüyalarına bile girdiğini yazıyordu. Bir gün sabah namazından sonra telefon çaldı. Fatma'nin annesiydi karşımdaki ses. Ağlamaklı bir sesle:-"Hoca hanım Fatma'yı uğurladık. Rica etsem bir hatim okurmusunuz?" deyince ben de dayanamadım ağlamaya başladım. Annesi beni teselli edercesine telefonu kapatmadan: -"Size ölmeden önce şunu söylememi istedi", dedi. Hıçkırarak: "Anneciğim hocama söyle, Azrail söylediğinden de güzelmiş.". "Ey Rabbim; senin kelamın için yanıp tutuşan, yoluna yapışıp kelamına SIMSIKI sarılan kulunu, sen son nefesinde yalnız bırakır mısın hiç? |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Musa a.s ve Cennetteki Arkadaşı Hz. Musa Aleyhisselâm, bir gün münacatları esnasında «Ya Rabbî! Cennette benim arkadaşım kimdir, bana göster.» diye iltica eder. Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri: - Ya Musa! Filan şehirde, filan çarşıda ve şu şemail ve isimde bir kasap vardır. O kimsedir, diye ilham eyler. Hz. Musa Aleyhisselâm hemen hareket eder ve o kasabı bulur. Dükkânının karşı tarafında, bir miktar seyrederek ahvaline vâkıf olmak üzere oturur. Görür ki gayet gaddar ve zalim bir kimsedir. Sattığını hep eksik tartmaktadır. Hz. Musa'nın hatırına, bu kimse bana nasıl arkadaş olabilir, her halde o başka bir kimse olması lâzımdır, diye gelir. Tam o esnada Hz. Cebrail gelerek, o kimsenin olduğunu haber verir. Hz. Musa Aleyhisselâm akşama kadar dükkânın önünde oturur ve akşam olunca, kasap bir miktar et alarak elindeki zembiline koyar ve evine gitmek üzere iken, Hz. Musa: «Ya kasap, beni misafir kabul eder misin? diye sorar. Kasap da «Buyurun, sizin gibi muhabbetli misafiri asla görmedim. Bu gece hizmetinizle şerefleneyim.» der ve beraberce giderler. Hemen Hz. Musa Aleyhisselâmm önüne yemekler ko-yar ve «Ey mübarek zat isterseniz siz yeyin. Şayet beraber yiyelim derseniz, bir miktar beklemeniz lâzım gelecek. Zira benim çok mühim bir işim vardır, müsâdenizle onu yerine getireyim.» der. Ve getirmiş olduğu eti iyice pişirip, evin köşesinde asılı bir zembıM aşağıya indirir. İçinden son derece küçük ve zayıf bir kadın çıkarır. O'nun ağzına yavaş yavaş eti verir. Karnını doyurduktan sonra altını da temizler ve tekrar yerine asarak Hz. Musa Aleyhisselâmın yanına gelir. Özür dileyerek birlikte yemek yemeye başlarlar. Kadına yemek yedirirken kadının dudakları bir kaç defa hareket etmiş ve konuşur gibi olmuş. Bu hali Hz. Musa Aleyhisselâm farketmiş olduğu için o kimseye: - Ey kişi, bu senin annen midir? -Evet, annemdir. Çok ihtiyar ve mecalsizdir. Her gün böylece dükkândan geldiğim zaman hizmet ederim. - Yemek yedirirken dudakları kıpırdadı. Sözü anlaşılır mı? - Evet anlaşılır. Her ne zaman, karnını doyurup hizmetini yaptığımda «Ya Rabbî, bu oğlumu cennette Musa'ya arkadaş eyle.» diye dua eder. - Ey kimse! Sana müjdeler olsun kî, annenin duası dergah-ı izzette kabul oldu. Musa benim, der ve ilham-ı ilâhî ile oraya geldiğini söyler. O kimse de çok sevinir ve bütün günahlarına tevbe ve istiğfar ederek ibadet ile meşgul olmaya başlar. Böylece annesine yapmış olduğu hizmet sebebi ile, salihler zümresine dahil olur. Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi... |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Musa a.s ve Cennetteki Arkadaşı Hz. Musa Aleyhisselâm, bir gün münacatları esnasında «Ya Rabbî! Cennette benim arkadaşım kimdir, bana göster.» diye iltica eder. Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri: - Ya Musa! Filan şehirde, filan çarşıda ve şu şemail ve isimde bir kasap vardır. O kimsedir, diye ilham eyler. Hz. Musa Aleyhisselâm hemen hareket eder ve o kasabı bulur. Dükkânının karşı tarafında, bir miktar seyrederek ahvaline vâkıf olmak üzere oturur. Görür ki gayet gaddar ve zalim bir kimsedir. Sattığını hep eksik tartmaktadır. Hz. Musa'nın hatırına, bu kimse bana nasıl arkadaş olabilir, her halde o başka bir kimse olması lâzımdır, diye gelir. Tam o esnada Hz. Cebrail gelerek, o kimsenin olduğunu haber verir. Hz. Musa Aleyhisselâm akşama kadar dükkânın önünde oturur ve akşam olunca, kasap bir miktar et alarak elindeki zembiline koyar ve evine gitmek üzere iken, Hz. Musa: «Ya kasap, beni misafir kabul eder misin? diye sorar. Kasap da «Buyurun, sizin gibi muhabbetli misafiri asla görmedim. Bu gece hizmetinizle şerefleneyim.» der ve beraberce giderler. Hemen Hz. Musa Aleyhisselâmm önüne yemekler ko-yar ve «Ey mübarek zat isterseniz siz yeyin. Şayet beraber yiyelim derseniz, bir miktar beklemeniz lâzım gelecek. Zira benim çok mühim bir işim vardır, müsâdenizle onu yerine getireyim.» der. Ve getirmiş olduğu eti iyice pişirip, evin köşesinde asılı bir zembıM aşağıya indirir. İçinden son derece küçük ve zayıf bir kadın çıkarır. O'nun ağzına yavaş yavaş eti verir. Karnını doyurduktan sonra altını da temizler ve tekrar yerine asarak Hz. Musa Aleyhisselâmın yanına gelir. Özür dileyerek birlikte yemek yemeye başlarlar. Kadına yemek yedirirken kadının dudakları bir kaç defa hareket etmiş ve konuşur gibi olmuş. Bu hali Hz. Musa Aleyhisselâm farketmiş olduğu için o kimseye: - Ey kişi, bu senin annen midir? -Evet, annemdir. Çok ihtiyar ve mecalsizdir. Her gün böylece dükkândan geldiğim zaman hizmet ederim. - Yemek yedirirken dudakları kıpırdadı. Sözü anlaşılır mı? - Evet anlaşılır. Her ne zaman, karnını doyurup hizmetini yaptığımda «Ya Rabbî, bu oğlumu cennette Musa'ya arkadaş eyle.» diye dua eder. - Ey kimse! Sana müjdeler olsun kî, annenin duası dergah-ı izzette kabul oldu. Musa benim, der ve ilham-ı ilâhî ile oraya geldiğini söyler. O kimse de çok sevinir ve bütün günahlarına tevbe ve istiğfar ederek ibadet ile meşgul olmaya başlar. Böylece annesine yapmış olduğu hizmet sebebi ile, salihler zümresine dahil olur. Kaynak: Büyük Dini Hikayeler, İbrahim Sıddık İmamoğlu, Osmanlı Yayınevi... |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Derviş suya düşen akrebi kurtarmak ister... elini uzatınca akrep sokar; derviş tekrar dener, akrep yine sokar.. ... Bunu görenler dayanamaz dervişe: "İyilik yapmak istediğin halde sana zarar verene daha ne diye yardım edersin." der. Dervişin cevabı mânidardır: "Akrebin fıtratında sokmak var, benim fıtratımda ise yaratılanı sevmek, merhamet etmek; o fıtratının gereğini yapıyor diye ben niye fıtratımı değiştireyim? |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi '' Bir İdam Fermanı ! '' Mısır'da Tolunoğulları hanedanının kurucusu Ahmed b. Tolun, Halife Memun zamanında Bağdat'da saray kumandanlığı yapmış olan Buhara Türklerinden Tolun'un oğluydu. Pek dindar ve dürüst biriydi. Ahmed'in gençlik yıllarında bir gün, babası Tolun onu bir iş için hükümet konağına göndermişti. Ahmed orada Tolun'un cariyelerinden birinin bir hizmetçiyle fuhuş halinde olduğunu görmüştü. Fakat babasının yanına dönünce, bu olaydan hiç bahsetmemişti. Ancak cariye, Ahmed'in gördüğü durumu babasına anlatacağından korktu, Tolun'a gidip şöyle söyledi: - Biraz önce falan yerdeyken Ahmed yanıma geldi, beni yoldan çıkarmak istedi. Ben de ondan kaçarak köşküme gittim. Bu sözlere kanan Tolun, Ahmed'i yanına çağırdı. Yazdığı bir mektubu mühürleyip kapatarak, bunu kumandanlardan adını belirttiği birine götürmesini emretti. Cariyenin anlattıklarından ona bir şey söylemedi. Mektupta ise şöyle yazıyordu: 'Bu mektubu taşıyan kişi sana gelince boynunu vur, kesik başını da bana gönder.' Ahmed mektupta yazılanları bilmiyordu. Mektubu aldı, çıkıp gitti. Giderken sözü geçen cariye onu gördü ve yanına çağırdı. Tolun'a söylediği yalan sözlerin nasıl karşılandığını iyice anlamak istiyordu. Cariye, Tolun'a bir mektup yazdıracağı bahanesiyle Ahmed'i yanında eyledi. Gideceği yere göndermek için Ahmed'in elindeki mektubu aldı. Mektupta bir hediye emri olduğunu sanıyor, bu hediyeyi de kendisiyle fuhuş ortağı olan şahsın kazanmasını istiyordu. Bunun için mektubu onunla ilişkide bulunan hizmetçiye teslim ederek, bahsedilen kumandana gönderdi. Kumandan mektubu okuyunca emir gereği onu getiren hizmetçinin başını kestirip Tolun'a gönderdi. Bu duruma şaşıran Tolun, olanlardan habersiz Ahmed'i aratıp yanına getirtti. Mektubu ne yaptığını sorunca, Ahmed gördüklerini aynen anlattı. Durumu anlayan cariye de korkuya kapıldı, Tolun'a gidip yaptığını itiraf etti, bağışlanmasını istedi. Aynı cariye yüzünden idama mahkum olup yine idamdan kurtulan Ahmed b. Tolun ise, babasının yanında ayrı bir değer kazanmıştı. |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Delik Kova Bir zamanlar efendisinin evine her gün nehirden su taşıyan bir köle vardı. Köle boynunda taşıdığı bir sopanın iki ucuna birer kova asar, bu kovaları nehirden aldığı su ile doldurur ve eve getirirdi. Ancak kovalardan birisi birkaç yerinden delinmiş eski bir kovaydı. Dolayısıyla, nehirde ağzına kadar doldurulan suyun ancak yarısını tutabilirdi eve kadar. Diğeri ise yep yeni ve sağlam bir kovaydı. Suyu hiç sızdırmadan taşırdı. Tam iki yıl bu böylece devam etti. Sucu köle nehirde iki tam kova dolduruyor, efendisinin evine geldiğinde ise geriye sadece bir buçuk kova su kalıyordu. Deliksiz kova bu başarısıyla gurur duyuyor ve ?Ben işimi tam görüyorum? diyerek böbürleniyordu. Zavallı delik kova kusurundan dolayı utanıyor ve kendisinden beklenenin sadece yarısını yapabildiği için hep üzülüyordu. İki yıl boyunca deliğinden su sızdırmayı içine sindiremediği için, bir gün dile gelip nehir kenarında sucuya şöyle dedi: -Ey sucu insan! Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum. -Niye ki? diye sordu sucu. -Neden utanıyorsun? -İki yıl boyunca, yan tarafımdaki çatlaklar yüzünden sular akıp gitti ve yükümün sadece yarısını efendinin evine götürebildim. Benim kusurum nedeniyle sen de gayretlerinin karşılığını tam alamıyorsun. Sucu eski delik kovaya acıdı ve şefkatli bir sesle şöyle dedi: -Efendinin evine dönerken, yol kenarındaki çiçeklere bir dikkat et istersen. Gerçekten de, tepeye çıkarken, delik kova yol kenarındaki enfes yaban çiçeklerini gördü ve bu onu birazcık neşelendirdi. Ama yolun sonunda yine kederlendi, çünkü yükünün yarısını yine çatlaklardan akıtmıştı. Bu başarısızlığından ötürü sucudan yine özür diledi. Sucu kovaya şöyle dedi: -Yolun sadece senin tarafında çiçekler açtığını, diğer tarafında hiç çiçek olmadığını farketmedin mi? Bu neden böyle biliyor musun? Ben senin delik olduğunu baştan beri biliyordum ve bundan faydalanmak istedim. Senin tarafındaki yol kenarına çiçek tohumları ektim. Ve her gün dereden dönerken onları sen suladın. İki yıl boyunca bu güzel çiçeklerle efendimin masasını süsleyebildiysem, bu senin sayende oldu. Senin sayende, efendimin odası böylesine güzelleşti. İlham Öyküleri - Murat Çiftkaya |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Çok anlamlı bir hikaye ALLAH C.C yardımcımız olsun] Yıllar önce köyün birine bir imam görevlendirilmişti... Gençti ve yeni evliydi. Gayretli ve çalışkandı... ... İnsanları namazla buluşturmak için çaba sarf eden samimi bir insandı. Fakat ne kadar çabalasa da köyün erkeklerini, camiye cemaate çekmeyi başaramamıştı. Belki de yazın yoğun dönemi olduğu için cuma haricinde insanlar gitmiyordu. Kapı kapı dolaştı, olmadı. İşlerinde yardımcı olmayı teklif etti, olmadı. Namazın hikmetlerinden bahsetti, yine olmadı... Bir sabah köy, sala sesiyle uyandı. Herkes merakla kimin öldüğünü soruyor, ama kimse bilmiyordu. Tarlaya , bağa, bahçeye gitmeye hazırlanan köylü, soluğu camide aldı. Herkes imamın salayı bitirip çıkmasını bekliyordu. Nihayet imam gözüktü. Biri atıldı hemen: -Hoca kim öldü Allah aşkına? Kimsenin haberi yok, ismini de söylemedin... O zamana kadar cemaati kapıda göremeyen imam, öfkeyle bağırdı. Kim olacak? Sizin ruhunuz ölmüş, onun için okudum salayı...Şayet ölmemiş olsaydı, dört aydır buradaydım, sabah namazına bir tek Allah(celle celalüh)'ın kulu gelip te saf durmadı. Ruhunuza Fatiha okuyun , ruhunuza! Kimseye bakmadan geçti gitti. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakıyordu. Köy halkı bu olaydan sonra çok etkilendi. Sabah namazına da, diğer vakit namazlarına da devam edenler yavaş yavaş çoğaldı... [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Dul Kadın ve Yahudinin İmanı! Bir bayram arefesinde, dul bir kadın yanında babadan yetim kalmış çocuğu ile zengin bir hacının dükkanına girerek, Allah rızası için yardım istedi. Hacı fakir kadına yardım etmediği gibi: - Bıktım sizden nedir bu iş.. Ben sizin için mi çalışıyorum. Defol şurdan, diyerek kovdu. Hacıdan hiç ummadığı bir şekilde cevap alarak kapı dışarı edilen kadıncağız, melül- mahzun oradan ayrılıp giderken, hacının karşısında, aynı mağazadan bir dükkanın sahibi olan yahudi, o fakirin ızdırabını anladı . - Nedir hanım, hacı size niçin bağırdı?, diye sordu. İmanlı ve şuurlu bir kadın olan fakirceğiz, Yahudiye hacıyı şikayet etmek yerine : - O benim büyüğümdür. Döver de, kovar da, sana ne oluyor ! diye cevap verdi. Fakat Yahudi durumu anlamıştı. Kadını ısrarla dükkana çağırıp, ne isterse almasını, kendisine ve çocuğuna olacak elbisenin kendisinde bulunduğunu hatta hacınınkinden daha iyisini kendisinden alabileceğini söyleyerek dükkanına getirdi. Dul kadın ve yetim çocuk Yahudinin dükkanından beğendikleri elbiseyi giydiler, kuşandılar ve kadın Yahudiye : - Allah sana iman nasip etsin. Sen bizi giydirdiğin gibi Allah da sana Cennette köşkler verip Cennet elbiseleri giydirsin, gibilerden dua etti, yanındaki masum çocuk da, annesinin duasına amin, dedi. Şen şakarak oradan ayrılıp gittiler. Dul ve yetimi dükkanından kovan hacı, o gece bir rüya gördü. Rüyasında kıyamet kopmuş ve kendis cennete girmişti. Cennette gezerken gayet güzel, gözleri kamaştıran bir köşk gördü. Baktı ki, köşkün kapısında kendisnin ismi yazılı idi. <Bismillah> diyerek köşkün kapısından içeri girmek istedi. Fakat kapıda bekçi olarak bekleyen melekler hacıyı içeri almadılar. - Giremezsin hacı, dur bakalım nereye gidiyorsun? dediler. Hacı durdu : - Niye giremiyorum, bu köşk benim değil mi? diye sordu. Melekler cevap verdiler : - Düne kadar senindi ama, maalesef dün sizden başkasına devredildi. Daha henüz kapısının üzerrindeki tabelâ da sçkülmemiş, yakında sökerler, dediler. Hacı neye uğradığını anlayamadı. O telaş ve heyecan içinde uyandı ki, yatakta yatıyor : <Eyvah ben ne yaptım> dedi. Sabah olunca doğru yahudi Avram efendinin dükkanına gitti. Selam, hoş – beşten sonra: - Avram efendi, dünkü dul kadına sen kaç liralık elbise verdiysen onların parasını sana ben vereceğim, dedi. Yahudi bir altın değerinde elbise verdiğni söyledi. Hacı : - Madem o kadarmış al sana onun iki misli, dedi. Fakat Avram olmaz, dedi. Hacı değerini yükseltti, hacı yükselttikçe yahudi olmaz diyor, yahudi kabul etmedikçe hacı vermek istediği parayı artırıyordu. Hacı yüz altın, ikiyüz altın vermeğe başladı ama, artık Avram’ın da sabrı taşmıştı. - Olmaz hacı olmaz, o köşk yüz altınla bin altınla satın alınmaz… O senin gördüğün rüyayı ben de gördüm ve işte müslüman oldum. o köşk düne kadar senindi, sen daha evvel yaptığın hayır – hasenatla o köşkü yaptırmıştın ama, dün bana sattın. Ben onu tekrar sana satmaya niyetli değilim. Sen artık bundan sonra kapına geleni boş çevirmede, Cennette kendine başka saraylar yaptır. Allah’ın mülkü geniştir, dedi. Yahudiden de bu cevabı alan hacı, bir daha kapısına geleni boş çevirmeyceğine dair kendi kendine söz vererek oradan ayrılıp gitti. Ama köş de elden gitti. Allah yardımcısı olsun. Kaynak ; Büyük Dini Hikayeler, İ.Sıddık İmamoğlu |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi [Linkler Ziyaretçilere Kapalıdır.Giriş Yap Veya Üye Olmak için TIKLAYIN...] Huzursuz Odalar Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki; “Anne-baba, Cennet’in orta kapısıdır. Artık sen o kapıyı ister zayi et, ister muhafaza et.” (Tirmizî, Birr, 3) Buz gibi odalarla dolu kocaman binalar diktiler ülkeme. İçine ömürlerinin son demlerinde olan anneleri, babaları doldurdular. Adına huzur evi dediler. Oysa huzur hiç uğramadı oraya. Eskiden yaşlılarımızı kapatmazdık başka yerlere. Onların yüzü suyu hürmetine belalar def oluyor der, onları nimet bilirdik. Boyunlarını bükük bırakmazdık. Dışardan huzurlu gibi görünen, bu sessiz sakin binalarda, ne fırtınalar kopuyor kimbilir. Kaç anne anlatmak, haykırmak istedi duygularını, kaç anne yazmak istedi bilinmez. O annelerin adına yazdım. Bu mektup huzursuz odalardaki yüreği yorgun annelerin sessiz çığlıklarıdır…. ****************** Takvime baktımda 5 sene olmuş buraya geleli. Nasıl geçti o 5 sene bir de bana sor. Çok bakmıyorum takvimlere. İçim sıkılıyor, zaman geçmiyor. Eskiden su gibi akıp geçiyor zaman derdim. Şimdi öyle düşünmüyorum. Demek insan mutluyken çabuk geçermiş zaman. Hapishanedekileri şimdi daha iyi anlıyorum. Beni buraya bıraktığın gün anneler günüydü hatırlıyor musun? O günden beri anneler günü denen gün benim için daha da bir anlamsızlaştı. Her sene bugün anne olmak ayrı bir acı veriyor bana… Sen küçük bir çocuktun daha. Hiç bir yere bırakmazdım ben seni, öyle savunmasız, öyle masumdun ki, kimselere güvenip yollamazdım. Yanımdan hiç ayırmazdım. Şimdi beni nasıl olupta tanımadığın insanlara teslim ettiğini düşünüyorum. Gözden çıkarılmış eski bir eşya gibi hissediyorum kendimi. Yıpranmış, işe yaramaz. Kırgınlık mı? Belki, kırgınım biraz… Geçen gün eski komşumuz Mevlüde teyzenin kızı Şükran geldi. Yolda görmüş seni. “Neden bıraktın anneni” diye sormuş sana. “Kendisi istedi” demişsin. “Maaşıda var bakıyorlar, yeri sıcak, her işi görülüyor içim rahat” demişsin. Kendim istemiştim evet, bazen naz yapma kabilinden ” Yaşlanınca huzurevine gönderin beni, kimseye yük olmak istemem” derdim. Ama içten içe hiç konduramazdım bu durumu, ne kendime, ne sana. “Bırakmaz beni bir yere” derdim. Tıpkı küçükken benim seni bırakmadığım gibi, beni hiç bırakmazsın sanırdım. Yaramaz bir çocuktun sen. Yerinde duramayan serseri bir mayın gibiydin.Kaç kez ısırdım dudaklarımı sana bağırmamak için, kaç kez sıktım yumruğumu vurmayayım diye. Ama hiç vurmadım sana, hiç kırmadım kalbini… Komşulardan biri sana “çok yaramaz” dedi diye aylarca onun yüzüne bakmamıştım. Kimse laf söylemesin, incitmesin isterdim. Tahammül edemezdim sana dikilen sert bir bakışa bile… Geçen gün bana “bunak kadın” dedi bakıcının biri. Hasta bezini lavaboda unutmuşum. Arada oluyor tutamıyorum diye vermişlerdi. Diğerleride duydu ya, nasıl utandım bir bilsen… Daha ne laflar söylüyorlarda dilim varmıyor söylemeye. Kırar mıyım, incitir miyim diye kim düşünüyor ki? Çok hassastım eskiden bilirsin, çabuk alınırdım. Hem benden titizi mi vardı? Kimselerin işini beğenmezdim. Şimdi yemek yerken bile yoruluyorum,üstüme döküyorum. Bazen yatarak kılıyorum namazlarımı. Secdeye başımı koyup uzun uzun öylece kalmayı ne çok özledim… Yaşlansam da geleceğe dair umutlar besliyordum buraya gelmeden evvel. Evladımı büyüttüm nasıl olsa, artık yorgunluklar biter, ben rahat otururum torunlarımı severim, sen sorarsın “anne ilacını getireyim mi, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye. arkama yastık koyarsın, kesemediğim tırnaklarımı sen kesersin sanıyordum. Şimdi çoğu kez tırnaklarımı keserken kanattıklarını bilmezsin tabi… Gerçi benden daha beterleride var burada. Emine Bacı vardı mesela. Köyden gelmişti. Bir ay kadar oldu öleli. Bir sene evvelde Alzheimer hastası olan kocası ölmüştü. Çok çekti zavallı. Üç oğlu varmış Emine Bacı’nın. Aslan gibiymiş hepsi. Ben görmedim, gelmezlerdi hiç. Üç adam bir anayı sığdıramamışlar evlerine. Bağ bahçe gezmeye alışmış kadın. Hiç oturup kalmamış yerinde. Burada nasıl zorlandı, neler çekti Allah biliyor. Her yaz köyüne gidecek diye umut ederdi. Haber göndermiş oğlu, “Annemin ancak ölüsü çıkar oradan” demiş. Köylülerden çıkarıp bakmak isteyenler olmuş, ona da izin vermemişler. Bir keresinde pencereden atlamaya kalktı da zor tuttu bakıcılar. En son oğlu bayramlık göndermişti, “zıkkım olsun ondan gelen” dedi, giymedi elbiseyi. Hiç oğlum, yavrum demedi. “Köyüm” dedi, “evim” dedi durdu gariban. Bir sabah yatağında ölü buldular. Ölümü bile yalnız oldu Emine Bacı’nın.(*) Ooof off hangisini anlatsam, daha neler var neler… Şu bakıcı kadını sevemedim bir türlü. Sanki özel olarak seçmişler. Bu kadar mı merhametsiz olur bir insan ? Hiç mi gülmez yüzü ya hu? Her gün odaya gelince burnunu tutuyor. Pis kokuyormuş. Pencereyi sonuna kadar açıyor. Mutlaka yarım saat açık tutuyor. Çok üşüyorum. Zaten parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi… Hatırlar mısın ilkokula gittiğin o yılları. Kışın kuzine sobayı yakardım. Sen gelmeden yemeği hazır eder, sobanın üzerine koyardım. Sen seviyorsun diye sobanın fırınında bir kaç tane küçük patatesi pişirirdim muhakkak. Okuldan gelir gelmez sobanın yanına koşardın. İlk işin tencereye bakmak olurdu. Genelde sevdiğin yemekleri yapardım. Ellerin üşümüş diye avuçlarımın içine ellerini alır ısıtırdım, öperdim öperdim… Sık sık uğrarım demiştin. Tam 8 ay olmuş uğramayalı. İşlerin yoğunmuş, zamanın yokmuş. Torunlarımda sormuyorlar demek. Yeni eve taşınmışsın aldım haberini. Arkadaşın Zehra söyledi. Vefalı kızdır, arada geliyor sağolsun. Annesi de babası da yanında vefat etmiş. Hiç bırakmamış bir yere, yanından ayırmamış. İmrenmedim desem yalan söylerim… “Evi çok büyük” dedi. Kocaman odaları, geniş bir balkonu varmış evinin. Yeni mobilyalar almışsın, eskileri elden çıkarmışsın.Tıpkı beni çıkardığın gibi… Herşeyi sığdırdın da evine, bir beni sığdıramadın a kuzum. Hadi onu da geçtim. Bir kere “Anne gel evimi gör, bir kaç gün kal” bile demedin… Zehra’ya “Anneler gününde görmeye gideceğim” demişsin… Ben anneler gününü hiç beklemiyorum biliyor musun? Anne olmak acı verir mi insana? O gün bana acı veriyor yavrum. Artık kendimi bir anne gibi hissedemediğim için belkide… Bir evlat bir torun sevemezsen, çevrende anne diyen olmazsa sana, ne anlamı var anne olmanın? Ölene imrenilir mi hiç? İmreniyorum işte. Kimin öldüğünü duysam “darısı başıma” diyorum. Hayaller umutlar, mutlu zamanlarmış insanı ayakta tutan. Onlar yoksa yaşamak zulüm olurmuş meğer… Kim icat etmiş bu huzursuz evleri? Rahat yüzü görmesin deyip her gün beddua ediyorum. Huzur eviymiş. Hergün ölüp ölüp diriliyorum bu huzursuz odada. Hiç tanımadığım, mizacımın uymadığı insanlarla yatıp kalkıyorum. Hiç bir şey bana ait değil. Söz hakkım yok, elbiselerim bile benim değil sanki. “Allahım al emanetini ne olur, bu yükü taşıyamıyorum…” Bu huzursuz evleri icat edenler mi çıkarmış anneler günü denen yalancı günü? İnsanlar yaşlı annelerini bu evlere kapatsın da sonra anneler günü olunca ziyaret etsinler diye öyle mi? Bak yine geldi o uğursuz gün. Zehra geleceğini söylemişti. Gelsen de bir, gelmesen de artık. Ben anneler gününü hiç sevemedim biliyor musun? Dünyalara sığmayan anne yüreğim huzursuz bir odaya hapsedildi. Ne sevmenin, ne anneliğimin bir anlamı yok artık… Çok üşüyorum. Hem parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi… |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi ANNENİN HİZMETE İHTİYACI VAR Ebû'l-Haseni'l-Harkânî (k.s)hazretleri şöyle anlatır: 'İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ'ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ'ya ibâdet kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine: 'Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi. 'Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü. Rüyasında bir ses ona: 'Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç: 'Ben Allah Teâlâ'ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi. Ses ona: ''Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi. |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Hak istiyorsan, Hakkari'ye gideceksin arkadaşım! Bir acelesi olduğunu, onu görür görmez anlamıştım. Sağanak halinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor ve bükülmüş beline rağmen, sağa sola koşuyordu. Yanına sokularak: - Hayrola teyzeciğim!. dedi. Bir derdiniz mi var? Sıcak bir tebessümle: - Buralara yabancıyım evladım!. dedi. Hastane tarafına giden bir araba arıyorum. - Biraz beklerseniz, aynı dolmuşa binebiliriz!. dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm. Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu. - Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim. Saatime baktıktan sonra: - Yirmi dakikanız var!. dedim. Hastane yakın ama, bu havada araba bulunmuyor. Durağa herkesten önce geldiğimiz için, dolmuşa da rahatça bineceğimizi zannediyordum. Ancak araba yanaştığında, arkamızda duran kişilerin bir anda hücum ettiğini gördüm. İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara: - İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı? Ön koltukta oturanı: - Hak istiyorsan, Hakkari'ye gideceksin arkadaşım!. dedi. Hem oradaki haklardan K.D.V. de alınmıyormuş. Bu laf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu. Sakinleşmeye çalışarak: - Ben biraz daha bekleyebilirim!. dedim. Ama şu yaşlı teyzenin hastaneye yetişmesi gerekiyor. Şoför lafa karışıp: - Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim!. dedi. Okuyup üfledi mi, oraya uçuverir. Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaştı. Yaşlı kadına baktım, öylece susuyordu. Daha sonraki dolmuş, biraz geç geldi. Arka koltuğa yan yana oturduk. Yaşlı kadın, yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikayet etmiyordu. Üstelik de yol çok kalabalıktı. Şoför meraklanarak: - Bu vakitte yol tıkanmazdı!. dedi. Sebebini anlasam iyi olacak. Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra dönerek: - Kısmete bak yahu!. diye söylendi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış. Heyecanla: - Bir şey olmuş mu? dedim. Yaralı falan var mı? - Herhalde varmış!. dedi. Şoför dahil beş kişiyi, teyzenin gideceği hastaneye kaldırmışlar. Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla bir şeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dualar ediyordu. Şoför, şaşkınlık içinde: - Kısmet işte!. diye tekrarlıyordu. Koca bir kamyon gelip sana çarpsın. Hem de Hakkari'den gelen bir kamyon... Cüneyt Suavi |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi Bir ambulans hemşiresinin yaşadıkları... Siradan bir hafta sonuydu. Tatilin tadini çikarmak adina geç saatlerde kalkmış, kahvaltı yapıp, “bugün ne yapabilirim, geriye kalan vaktimi nasil degerlendirebilirim” diye düşünürken cep telefonum çaldi. Çalıştığım hastaneden arıyorlardi. Ne olabilirdi ki? Umarım, tatilimi mahvedecek bir şey değildir, diye düşündüm. Görevli arkadaş "icapçı hemşire" olduğumu, İstanbul’a bir hastanın götürüleceğini ve en geç 20 dakika içerisinde hazır olup hastaneye gelmem gerektiğini söyledi. Ben de hazırlandım tabi, ama söylene söylene.. Nereden bilebilirdim bu yolculuğun hayatımı değiştireceğini..Hastaneye geldiğimde ambulans hazır halde beni bekliyordu. Fakat hasta yoktu. Burada kaldığı bir evden alınıp, sonrasında da İstanbul Fatih’teki evine bırakılacaktı. — Oh, dedim, demek ki hastanin önemli bir problemi yok.. Gerekli malzeme kontrollerini yaptıktan sonra yola koyulduk. Hastanın bulunduğu eve vardığımızda, bir doktor karşıladı bizi. Hastanın ilerlemiş bir beyin tümörünün olduğunu ve yapmam gerekenleri bir bir anlattı. Hastayı sedyeyle ambulansa aldığımızda, bilinci yarı açıktı. Bazen bizi işitiyor, bazen de derin bir uykudaymışçasına hiç konuşmuyordu. Eşi de yanında refakat etmekteydi. Bir süre bu şekilde gittikten sonra, hasta idrarının geldiğini söyledi. Bir "ördek" yardımıyla bu işi hallettik. Sonrasında da, eşinin kulağına bir şeyler fısıldadı. — Eşinizin ağrısı mı varmış, dedim. — Hayır, namaz vakti geldi mi diye soruyor, dedi. Abdest alacakmış da.. — Nasıl yani, yerinden bile kalkamıyor, nasıl abdest alacak? Üstelik, verdiğimiz ilaçlar devamlı idrar yaptırır ve abdesti sık sık bozulur, o zaman ne yapacağız? Hastanın gözleri ilaçların etkisiyle yavaş yavaş kapandı ve derin bir uykuya daldı. Belli bir süre bu şekilde devam etti yolculuğumuz. Hasta bir ara gözlerini aralayıp: — Namaz vakti geldi mi, dedi. — Evet, dedi karısı. Hasta, ambulansı uygun bir yerde durdurup, kendisi için bir tuğla parçası arayıp aramayacağımı sordu: — Tabiî ki ararım, dedim. Ama ne yapacaksınız ki tuğla parçasını? — Abdest alacağım hemşire hanım, dedi bitkin bir şekilde. Aman Allah’ım, “yoldayım” diye kılmadığım, “uykusuzum” diye kazaya bıraktığım, “biraz sonra kılarım” diye ertelediğim namazlarım geliverdi aklıma.. Ambulansı bir tesiste durdurduk ve bir tuğla parçası aramaya koyuldum. Birinci adım, ikinci adım derken, bir de baktım ki tuğla parçası karşımda duruyor. Sanki bilinçli bir el onu benim almamı istercesine oraya koymuş gibiydi âdeta.. Tuğla parçasını aldım, hastaya verdim. Taşı karnının üzerine koydu ve yolculuk boyunca her abdesti bozulduğunda teyemmüm edip abdest aldı ve ardından namazını eda etti. Bilinci yerindeyken, dudaklarında hep bir mırıltı, durmadan dua ediyordu. Allah’ım nedir bu yaşadıklarım. Bu insanlar gerçek olabilir mi, diye geçiriyordum içimden. Yerinden kalkamayacak kadar hastayken “namaz vakti geldi mi” diye soruyordu adam. İmkânsız olduğunu düşünürken tuğla parçasını bulmam, adamın devamlı teyemmüm abdesti alması o kadar garibime gitmişti ki.. Başım ağrıyor, romatizmam var, ayaklarımda mantar var, uykusuzum, yorgunum, işlerim çok yoğun gibi bahanelerle abdestten, namazdan kaçanlar var ya, onlar geldi aklıma. Kendim geldi aklıma. Utandım, yıkıldım ve o adamı tanıdıktan sonra namaza dört elle sarıldım, sanki namazla yeniden dirildim. Sanırım, hastanın sonunu merak ediyorsunuz. Hasta kısa bir süre sonra vefat etmiş. Nasıl öldüğünü tahmin ediyorsunuzdur herhalde.. Nasıl yaşadıysa öyle... |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi HAPİSHANEDE KILINAN NAMAZ Horasan vâlisi Abdullah bin Tâhir, çok âdil biriydi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, vâliye bildirmişlerdi. Getirilirken hırsızlardan birisi kaçtı. O sırada Hiratlı bir demirci, Nişapur'a gitmişti. Demirciyi, gece eve giderken, jandarmalar yakaladılar ve diğer zanlılarla beraber vâliye çıkardılar. Vâli dedi ki: - Hepsini hapsedin! Bir suçu olmayan demirci, hapishanede hemen abdest alıp, namaz kıldı. Ellerini uzatıp: ''Yâ Rabbi! Bir suçum olmadığını ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan ancak sen kurtarırsın!'' diye duâ etti. Vâli uyurken rüyâsında dört kuvvetli kimse gelip, tahtını ters çevirecekleri zaman uykudan uyandı. Hemen kalkıp, abdest aldı, iki rek'at namaz kıldı. Tekrar uyudu. Tekrar o dört kimsenin tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde bir mazlumun âhı olduğunu anladı. Vâli hemen hapishane müdürünü çağırtıp sordu: - Acaba bu gece hapishanede mazlum birisi kalmış mı? Müdür dedi ki: - Bunu bilemem efendim. Yanlız biri namaz kılıyor, çok duâ ediyor göz yaşları döküyor. - Hemen adamı buraya getiriniz. Demirciyi vâlinin yanına getirdiler. Vâli hâlini sorup, durumu anladı, ve dedi ki: - Sizden özür.diliyorum.Hakkını helâl et ve şu bin gümüş hediyemi kabul et. Herhangi bir arzun olunca bana gel! Demirci de cevabında dedi ki: -Ben hakkımı helâl ettim. Verdiğiniz hediyeyi kabul ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem. - Neden gelemezsiniz? - Çünkü benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultanın tahtını birkaç defa tersine çevirten sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına söylemek kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla beni nice sıkıntılardan kurtardı. Pek çok murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da başkasına sığınırım? Rabbim, nihayeti olmayan rahmet hazinesinin kapısını, ihsân sofrasını herkese açmış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? Kim geldi de, boş döndü? İstemesini bilmezsen, alamazsın. Huzûruna edeple çıkmazsan rahmetine kavuşamazsın! Akıl isen nemâzı, çün saâdet tâcıdır. Sen namazı şöyle bil ki, mü'minin mi'râcıdır. Huzura Doğru |
Bardağı Yere Bırakın Artık! Profesör elinde içi dolu bir bardak tutarak dersine başladı. Herkesin göreceği bir şekilde tutuyordu ve ardından sordu: - “Bu bardağın ağırlığı sizce ne kadardır?” - ’50 g’ , ’100 g’ , ’125 g’ diye öğrenciler yanıtladı. - “Bardağı tartmadıkça gerçekten ben de bilemem. Ama benim sorum şu ki: ‘Bu bardağı birkaç dakikalığına tutsaydım ne olurdu?’ dedi Profesör. - “Hiçbir şey” diye yanıtladı öğrenciler. - “Tamam, peki bir saat boyunca tutsaydım ne olurdu?” diye sordu Profesör bu kez… - “Kolunuz ağrımaya başlardı efendim” diye öğrencilerden biri yanıtladı. - “Haklısın, peki şimdi ben bir gün boyunca tutsam ne olurdu?” diye sorusunu yineledi Profesör. - “Kolunuz iyice ağrır, kas spazmı gibi sorunlar yaşardınız ve hastaneye gitmek zorunda kalırdınız!” diyerek kendi cevapladı. Tüm öğrenciler çeşitli yorumlar yaptı ve gülüştüler. Profesör: - “Peki, tüm bu sorunlar olurken bardağın ağırlığında bir değişme olur muydu?” diye sordu. - “Hayır” diye hep bir ağızdan yanıtladı öğrenciler. - “Peki, o zaman kolun ağrımasına ve kas spazmına neden olan neydi?” diye sorarak öğrencilerinin kafalarında bir soru işareti yaratmak istedi. Öğrenciler bulmaca çözermişçesine düşünmeye başladılar. Ardından Profesör: - “Acıdan ve ağrıdan kurtulmak için ne yapmam gerekir bu durumda?” diye farklı bir soru yöneltti. Bir Öğrenci: - “Bardağı bırakın düşsün!” diye yanıtladı. - “Kesinlikle!” dedi, Profesör. Hayatın problemleri de böyle bir şeydir. Onları kafanda birkaç dakika tutarsın. Bir sorun yokmuş gibi görünür. Uzun bir süre düşünürsünüz, başınız ağrımaya başlar. Daha uzun düşünürseniz, artık sizi bitirmeye ve hiçbir şey yapamamanıza neden olur. Hayatınızdaki mücadeleleri ve problemleri düşünmek önemlidir; fakat daha önemlisi onları her günün sonunda, uyumadan önce yere bırakmaktır (bardak gibi). Bu şekilde strese girmez ve her gün taze bir beyin ile uyanır ve her konuyla ve yolunuza çıkan her mücadele ile başa çıkabilecek güçte olursunuz! Alıntı... |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi “İki kurbağa derin bir yoğurt kovasının içine düşer. Biri birkaç çırpınıştan sonra, sıçrayarak kovadan kurtulamayacağına karar verir; bir an önce ölüp kurtulmak için çırpınmayı bırakır ve boğulur. Diğeri ise hayatını son nefesine kadar korumak için, elinden gelen her şeyi yapmaya azmeder. Sıçrayarak çıkamaz ama ısrarlı çırpınması ayaklarının altında ummadığı şekilde tereyağı adacığı oluşturur ve üzerine çıkıp tutunur. Ev sahibi gelince de kurbağayı kovadan kurtarıp dışarıya atar. Çileli hayat bizi dalgalar halinde birbirini izleyen çukurların içine düşürür. Sağlığımız, paramız, eşimiz, işimiz, arkadaşımız çilemize dönüşebilir. Hiçbir çile dalgası kalıcı değildir. Yılmamalı, yıkılmamalı insan. Sabretmeli, direnmeli, çırpınmalı, bir çırpınma şekli sonuç vermiyorsa başka bir çırpınma şeklini keşfetmeye çalışmalıdır. Hayatı hareketlendiren, çilelerin yaşattığı canlılık çırpınışıdır. Hatta hayat harekettir. Nehir kokuşmaktan hareketle kurtulur. Huzur ve sağlık hareketle beslenir. İnsan yaşlandığı için durağanlaşmaz aslında, durağanlaştığı için yaşlanır. Kısaca huzur, bereket ve başarı her zaman zora talip olanlara taliptir. Öyleyse amacınız daha iyi sonuçsa siz de zoru seçin, zoru sevin ve zorlukla savaşın.” M. Bozdağ Huzur, bereket ve başarı her zaman zora talip olanlara taliptir |
Cevap: medineweb kıssadan hisseler arşivi MAL SEVGİSİ KALBİ KAPLAMAMALI Büyük fıkıh (hukuk) bilgini, Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'nin (VIII. yüzyıl) ilmi faaliyetleri yanında ticaretle de meşgul zengin bir zat olduğu malumdur. Bu büyük insan, gündüz öğleye kadar mescitte talebelerine ders verir, öğleden sonra da ticari işleri ile uğraşırdı. Bir gün ders verdiği sırada bir adam mescidin kapısından seslendi: - Ya imam, gemin battı!... (İmamın ticari mal taşıyan gemileri mevcut) İmam-ı Azam bir anlık tereddütten sonra - Elhamdülillah dedi. - Bir müddet sonra aynı adam yeniden gelip haber verdi: - Ya imam, bir yanlışlık oldu batan gemi senin değilmiş. İmam bu yeni habere de: - Elhamdülillah, diyerek mukabele etti. Haber getiren kişi hayrete düştü: - Ya imam, gemin battı diye haber getirdik "Elhamdülillah" dedin. Batan geminin seninki olmadığını söyledim yine "Elhamdülillah" dedin. Bu nasıl hamdetme böyle? İmam-ı Azam izah etti: - Sen gemin battı diye haber getirdiğinde iç âlemimi, kalbimi şöyle bir yokladım. Dünya malının yok olmasından, elden çıkmasından dolayı en küçük bir üzüntü yoktu. Bu nedenle Allah'a hamdettim. Batan geminin benimki olmadığı haberini getirdiğinde de aynı şeyi yaptım. Dünya malına kavuşmaktan dolayı kalbimde bir sevinç yoktu. Dünya malına karşı bu ilgisizliği bağışladığı için de Allah'a şükrettim. |
Kıssadan Hisseler TAŞ MI SERT, KAFA MI? Vaktiyle bir çocuk vardı. Medresede okurdu. Kavuklu hocalardan ders alır, öğretilenleri anlamaya çalışırdı. Fakat kafası kalınca idi. Bütün gayretine rağmen pek bir şey öğrenemezdi. Okumaya karşı da fazla istek duymazdı. Arkadaşları onu geçmiş, okumayı ilerletmişlerdi. O ise hâlâ bir yıl öncesinin kitaplarını okuyordu. Günlerden bir gün kararını verdi: Kafam çok kalın, diye düşündü. Zekâm az. Bu durumda okuyamam. İyisi mi köyüme dönüp tarla işlerine Bu maksatla bir sabah yola koyuldu. Az gitti, uz gitti bir ovaya düştü. Sıcak bastırmıştı. Çok da yorulmuştu. Yolun kenarında bir mağara vardı, ama girmeye korkuyordu. İçerisinin serin olduğundan emindi. Çünkü güneş almıyordu, ama ya ayıya filan rastlarsa ne olacaktı? Bunları düşündüğü için yüreği ürperiyor, içeri girmeye bir türlü cesaret edemiyordu. Sonunda sıcak ve yorgunluk baskın çıktı. Ne olursa olsun mağaraya girecekti. Kararını verdi. Adımlarım ağır ağır attı. Korktuğu şeylerle karşılaşmayınca sevindi. Korkusu biraz olsun dağıldı. Bir köşeye büzüldü.Sonra uzanıverdi. Birden gözü mağaranın tavanından yere damlayan suya takıldı. Yukarda birikiyor, büyüyor ve damla kendini taşıyamayacak kadar büyüyünce kopup yerdeki taşın üstüne düşüyordu. Kim bilir kaç yıldır böyle devam edip gidiyordu bu. Taş oyulmuştu. Oysa taş sertti. Su damlası ise yumuşacıktı. Yumuşacık su damlası nasıl oluyor da taşı deliyordu? Birden şimşekler çaktı beyninde. Yumuşacık su damlaları senelerce aka aka sert taşlan deliyordu. Kendisi de ısrarla derslerine çalışır, okuma isteğiyle hocalarını dinlerse zamanla kafasına bir şeyler girerdi. Benim kafam şu taştan daha sert değil ya, diye söylendi. Önemli olan sebat etmekti. Şu su kadar sebat etmek. Şu taş kadar sebat etmek, o zaman kitaplarda yazılı olanlarla hocaların anlattıkları, kalın da olsa, kafada izbırakırlardı. Hızla kalkıp gerisin geri medreseye döndü. Çalıştı, çabaladı, arkadaşlarına yetişti. Hattâ zaman içinde hepsini geçti. Öyle bir bilgin oldu ki. kitapları hâlâ ellerde dolaşır, Bu yüzden "Taş oğlu" mânasına gelen "İbn-i Hacer" dendi adına. |
Cevap: Kıssadan Hisseler HAZRETİ ÖMER'İN SATIN ALDIĞI SERÇE KUŞU Çocuğun biri yakaladığı bir serçe kuşuyla oynayıp du*ruyordu. Oradan geçmekte olan Hazret-i Ömer çocuğa sordu: - Küçük bey, bak zavallı kuşun kanatlarından tüyler dökülüyor, çırpına çırpına da tâkattan düşmüş görünü*yor. Ne olur bırak hayvancağızı! Çocuk yaramaz olduğu kadar da merhametsizdi. - Hayır, ben bu kuşla oynuyorum. İsterse kanatlan kopsun, karşılığını verdi. Halife buna üzülmüştü. Bir teklif daha yaptı: - Sana bir altın versem kuşcağızı bırakır mısın? - Hayır bırakmam. - Ya iki altın versem. - Hayır, yine bırakmam. - Peki üç altına ne dersin? Küçük yaramaz buna dayanamadı: - Üç altına razıyım. Hazret-i Ömer: - Al sana üç altın, deyip parayı uzattı ve serçe kuşu*nu alıp havaya doğru fırlattı. Pırıl pırıl çırpındığı kanatla*rıyla bir anda gözlerden kaybolan serçenin arkasından sevinçle bakan Halife: - Hayvanlara merhamet etmemiz lâzım. Hayvana acı-mayana Allah da acımaz, diyerek yoluna devam etti. Seneler sonra, vefat etmiş olan Hazret-i Ömer'i müba*rek bir zat rüyasında gördü. Şöyle bir sual sordu: - Yâ Ömer, Rabbin seni nasıl karşıladı, rahatın na*sıl? Şöyle cevap geldi: - Rabbim beni çok iyi karşıladı. Rahatım çok iyi. - Ne sebebten Allah seni iyi karşıladı? Hazret-i Ömer şu bilgiyi verdi: - Ben bir serçe kuşunu yaramaz bir çocuğun elinden kurtarmıştım. Meğer kuşcağızın yuvada aç bekleyen yav*rusu varmış. Yaramaz çocuk onu öldürseymiş, yavrusu aç kalacak, yuvada ağzını aça aça ölecekmiş. Ben üç al*tın verip de serçeyi kurtarınca yavrusunu da ölümden kurtarmış olduğumdan Rabbim bundan memnun olmuş. Bu yüzden beni cehennem ateşinden kurtardı, iyi karşı*ladı. Hazret-i Ömer'in bu cevabı Peygamberimizin şu hadîsini hatırlatmaktadır: ''Siz yeryüzündeki canlılara acıyın ki, gökyüzünde melekler de size dua etsin, merhamet dilesinler. Allah'ın merhametini kazanasınız.'' |
SAAT: 13:51 |
vBulletin® Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
User Alert System provided by
Advanced User Tagging v3.2.6 (Lite) -
vBulletin Mods & Addons Copyright © 2025 DragonByte Technologies Ltd.